16 Aralık 2008 Salı

DİNİ GÖRÜNÜMLÜ YANILGILARIMIZ

BEDEN YAPIMIZDA SAĞ-SOL ANLAYIŞI
Behzat ŞAŞAL
(*)
Dini görünümlü inançlarımız içinde yaptığımız bir çok yanlışlarımızdan biri de, yüce Allah’ın bir bütünlük ve teklik içinde yarattığı bedenimizin,bizim tarafımızdan parsellenip parsellenip her parsel için kendimize göre ayrı ayrı değerler ve hükümler vermemizdir. Örneğin, Peygamberimiz zamanında bu günkü gibi yumuşak yün veya kuş tüyü yataklar yoktu. Sert toprak ve zemin üzerine bir kilim parçası veya hasır atılır onun üzerine uzanıp yatılırdı. Sol tarafımıza yattığımızda da kalbimiz, sert zeminle vücudumuzun ağırlığı arasında kalarak sıkışıyordu. Bu durumda da kalp sağlıklı çalışamıyor ve kan dolaşımı rahat olmuyor, hatta bozuluyordu. Peygamberimiz, o zamanın cahil halkına bu durumun tıbbî açıklamasına girmeden, kısaca “Sol tarafınıza yatmayın” demiştir.
Vay sen misin bunu söyleyen? Ondan sonra herkes, peygamberimizin ne demek istediğini araştırmadan, anlamadan, kendilerine göre bu konuda yorumlar ve görüşler üretmeye başlamışlar. Sonunda insanlar, yüce Allah’ın kendi nefesinden üfleyerek yarattığı vücudu iki parçaya ayırmış, sağ tarafa melekleri yığıp toz kondurmazken, sol tarafınıza şeytanları doldurup verip veriştirmişler. Ve nerede ise sol tarafımızı felç etmişler. Çünkü sol elinizle yemek yiyemezsiniz, yazı yazamazsınız, Kur'anı sol elinizle alamazsınız, sol ayağınızla kapıdan dışarı çıkamazsınız veya giremezsiniz, yani sol tarafınızı istediğiniz gibi kullanamazsınız.
Kısacası, sol tarafımızı, neredeyse bu bedenin bir parçası değil, apayrı, hem de günahkâr, çirkin, iğrenç, adeta mekruh (Dince yasaklı) bir bölüm gibi değerlendirmişler.
Hele, Allah inancının ve Allah ruhunun sembolü olan kalbimizin bulunduğu sol tarafımızı nasıl olur da böylesine suçlarız ve onu adeta felç ederiz, doğrusu akıl erdiremiyorum.
Eğer bedensel yapımızın değerlendirilmesini, dini inançlarımızla bağdaştırarak yapmaya kalkışırsak bu sefer de söyle bir durumla karşılaşıyoruz.
Biliyorsunuz ki, her namazdan sonra tespih çekilir ve tespihin sayısı 99’dur. Peki bu 99 sayısı nereden çıkmıştır, 99 sayısı neyi ifade etmektedir?
Tespihteki 99 sayısı dini inançlara göre Esmaü-l Hüsna’yı, yani Allah’ın 99 güzel sıfatını veya ismini ifade eder. Bu 99 rakamının da Arapça olarak iki avucumuzda yazılı olduğu kabul edilmektedir. Örneğin, avucumuzdaki çizgilere dikkat edersek, sol avucumuz içinde Arapça (LI) 81, sağ avucumuzda (IL) 18 sayısını ifade eden çizgiler bulunmaktadır. Bu iki sayını toplamı ise tespihin 99 sayısını oluşturmaktadır.
Allah’ın güzel isimlerinin veya sıfatlarının ifadesi olarak kabul edilen 81 isim, sol elimizin avuç içinde bulunuyorken nasıl olur da sol elimizi uğursuz veya kullanılamayacak kadar mekruh görebilir ve böyle düşünebiliriz.
Buradaki korkunç yanılgımızı görebiliyor musunuz?
Ayrıca, bedensel yapımızda İmanın, Allah’a inanmanın, dua ve ibadetin merkez santralı kabul edilen beyin yapımıza bir bakın. Beynimiz sağ-sol olarak iki parçadan oluşmuştur. Beynimizin sağ tarafı bedenimizin sol tarafını, beynimizin sol tarafı da bedenimizin sağ tarafını yönetmektedir.
Bütün bu verileri dikkate alarak Allah’ın yarattığı o bütünlüğü sağ-sol diye ikiye ayırmamız ve hele bu ayırımda bir tarafı değerli diğer tarafı değersizleştirmek mümkün müdür? Böyle bir ayırım, sağlıklı, mantıklı ve bilimsel olabilir mi?
Her şeyden önemlisi böyle bir ayırımda bulunmak, Allah’ın yarattığı bir bütünün üzerinde değerli-değersiz gibi benzeri değerlendirmeler yapmak, dinsel açıdan da Allah’ın yarattığını değersizleştirmek olmaz mı?
Allah göstermesin, bu bir bakıma Allah’a karşı şirk koşmak, hatta O’nun yapıtını beğenmemek kendine göre parselleyip o parseller üzerinde bir takım değerlendirmeler yapmak Allah’ın yaptığını beğenmemek ve hatta üstünlük iddialarında bulunmak gibi bir durum meydana getirmez mi?
Ve böyle bir ayrım yapmanın tehlikesini, vebâl ve günahını düşünebiliyor musunuz? Bunun altından hangi kul kalkabilir?
Yine bazı dini çevreler, Allah’ın halifesi mertebesindeki insan vücudunu üç parsele ayırarak ve her parseli de kendilerine göre parçalayarak değerlendiriyorlar.
Örneğin, insanın baş kısmını ele alıyor ve bu kısma “Levh-i mahfuz”, yani “İnsan kaderinin yazılı olduğu yer” olarak değerlendiriyorlar.
Oysa, kısmen de olsa insan kendi kaderini kendisi yaratmakta, kendisi yazabilmektedir. Aksi halde, yani kader denilen yaşamımız bizim irademiz dışında en ufuk detaya kadar yazılıp takdir edildiyse, o zaman biz bir insan değil robot olarak yaratılmışız demektir ki, o zaman da robot olarak yaratılmış bir varlıktan hesap sorulmaması gerekir. Oysa Allah insana bir düşünce gücü vermiştir ve insan bu düşüncelerini kullanabildiği onu yönlendirebildiği, kanalize edebildiği oranda insandır. Dolayısıyla düşüncelerini nefsinin etkisinden kurtaran kişiler yücelir, yani Levh-i mahfuz mertebesine yükselir. Bir başka deyişle insan, bu davranışları ile kendi kaderini değiştirebilecek veya yazabilecek mertebeye yükselebilir. Buna karşılık düşünceleri ile nefsine yenilen ve nefsinin etkisinin altında kalan kişi, kendi kaderini ve yazgısını olumsuz bir şekilde etkilemiş olur.
Bunun içindir ki, Kur'anın bir çok ayetinde mealen “DÜŞÜNDÜKLERİNİZDEN SORUMLUSUNUZ” denilmektedir. (BAKARA Sur. 2/284)
İnsanın boynundan göbeğine kadar olan kısmının ise semavatı, gök yapısını temsil ettiği kabul edilmektedir. Çünkü, bu bölümde kalbimiz vardır. Ve insan semavatta, yani gök yüzünde görmek istediklerini kendi semavatında, kendi vücudunda, yani kendi kalbinde görmelidir. Çünkü insan bedeninde semavat, insanın kalbidir. Onun içindir ki insan, semavat denilen gök’ü ve dolayısıyla bunların yaratıcısı olan Allah’ı kendi kalbinde görebilmelidir.
Göbekten aşağı kısım ise toprağı, küre-i arzı temsil etmektedir ki bu da, hayat dediğimiz dünya yaşamını temsil etmektedir. Dünya yaşamı da manevî inanç aleminde nefsi, yani kötülüğü ve günahı sembolize etmektedir. Bir başka deyişle insanın göbekten aşağı kısmı, günaha, basit ve adi işleri yapmaya yatkın bir bölge gibi değerlendirilmekte ve kabul edilmektedir.
Vücudumuz bunun gibi daha bir çok bölgelere ve parçalara ayrılarak, kendi dünyevi görüş ve ölçülerimize göre değerlendirilmektedir.
Oysa, insanın Allah’ın halifesi olduğunu ve halifeliğin de, halifesi olduğu kişiyi, makamı veya nesneyi temsil etmek olduğunu unutuyoruz. Dolayısıyla Allah’ın halifesi, yani bir bakıma Allah’ın temsilcisi sıfatındaki bir insanı nasıl olurda parsellere ve parçalara ayırarak değerlendirebiliriz? Bu, bir bakıma, haşa Allah’ı parselleyip değerlendirmek gibi olmaz mı? Çünkü biz, insan üzerindeki değerlendirmeyi, Yüce Allah’ın bir bütününü, bir TEKliği parçalayarak ve parselleyerek yapıyoruz. Oysa biz parselleme işlemini Yüce Allah’ın yarattığı bu bedensel TEKliği parsellere ve parçalara ayırarak yapıyoruz. Bu mümkün olabilir mi?
Sanıyorum ki, burada ki en büyük yanılgı, insanın çevresindeki her şeyi madde olarak görmesinden ve değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Böyle olmasaydı,Yüce Allah’ın “ BİZ İNSANI BİR HÜCREDEN YARATTIK.” dediği insanı böylesine parselleyip,parçalayarak dünyevi değerlerle değerlendirmesi mümkün olabilir miydi?
Kısacası, insan bedeninin özü, öz yapısı hücreden ibaret, yani bir hücrenin kendini tamamlamasından oluşan bir oluşumdur. Nasıl bir hücreyi parçalayıp sağ-sol diye değerlendiremezsek, bir hücreden oluşumunu tamamlayan insanın vücudunu da parselleyip, parçalayamayız inancındayım. Bir başka deyişle, insanın vücudunun dış görünümüne bakarak kol, bacak, el, baş, göz, kulak gibi organik parçalara ayırarak değil, onu bir hücre, bir hücreyi de bir insan olarak düşünüp, öyle görüp değerlendirmek gerekir.
Yüce Allah’ın,kendisinin de o insanda göründüğünü belirttiği insanı,lütfen dünyevi gözlerimiz ve değerlendirmelerimizle değil,onu Allah’ın yarattığı o yücelik ve o TEK’lik içinde düşünüp görmeli ve değerlendirmeliyiz.
Yüce Allah’ın sıfatları ile insanda göründüğünü şu ayetlerinde açıkça belirtmiştir.
“Hakikatten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu türlü hikmetlerimizle ve sınamak için yer yüzüne indirdik” TİN Sur. 95/4-5
“İnsanda zahir olduğum kadar hiçbir şeyde zuhur etmedim”
Hadis-i Kutsi
Yani Hadis-i Kutside Yüce Allah “Ben insanda göründüğüm kadar hiçbir şeyde görünmedim” demektedir.
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifesi kılan, kiminizi kiminize üstün kılan O’dur.” ENAM Sur. 6/135
Ayetleriyle de insanı kendisine halife olarak yarattığını açıkça belirtmektedir. Ve son olarak Allah ile insan bağıntısının yakınlığını, adeta özdeş olduğunu bildiren şu ayete bakınız.
“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” KAF 50/16
Bunun içindir ki insanı, dünyevi gözlerimiz ve değerlendirmelerimizle değil, onu Allah’ın yarattığı yücelik ve TEKlik içinde Allah’ı ile özdeş olduğunu düşünerek görmeli ve değerlendirilmeliyiz. Bir başka değişle de insanı Allah’ın halifesi olarak görüp değerlendirmeliz.
Özellikle bazı dini çevrelerce insan vücudunun en itici ve en günahkâr, süfli(aşağılık, bayağı, adi) kabul edilen organımız cinsel organlarımızdır. Öylesine ki cinsel organları konuşmak bile ayıp ve günah kabul edilmektedir.
Cinsel organların görev ve işlevlerine bilimsel açıdan bakarak düşünelim ve değerlendirelim. Bu organlar, bizim onlara yalnızca cinsel açıdan baktığımız için bize ayıp ve günahkâr olarak görünmektedir. Eğer onları, doğal yapıları ve doğal görevleri açısından ele alırsak bunların hiç de ayıp ve günah gözü ile bakılacak, değerlendirilecek organlar olmadığını anlarız. Bu organların işlevlerini yapmadığını düşünün. Örneğin vücudumuzda oluşan katı ve sıvı atıkları, nasıl dışarı atarız. Bu atıkları ağzımızdan dışarı atmak durumunda olduğumuzu düşünün. Düşünülmesi bile insanın tüylerini ürpertiyor değil mi? Görüyorsunuz ki bu organların görevi, yaşamımızın en hayati unsurlarından olan vücudumuzda oluşan atıkları dışarı atmaktır. Yalnızca bunu düşünmek bile bu organların önemini ortaya koymaktadır.
İkincisi ise, insan neslinin çoğalmasında yaptığı hizmettir. Yüce Peygamberimizin bize emri “Çoğalınız” değil mi? Cinsel organlar olmasa veya işlevlerini yerine getirmeseler insan nesli nasıl çoğalacak, varlığını nasıl koruyacak?
Eğer, “Biz, organların doğal görevleri ve işlevleri için bir şey demiyoruz, biz bu organları normal kullanımları dışında kullanılmalarına karşıyız. İtirazımız onadır” diyorsanız. O zaman olaya daha geniş açıdan bakarak değerlendirmemiz gerekir.
Örneğin, kalbimizi ele alalım. Kalbimiz, dini inancımızda en üst derecede tutulan bir organımızdır. Peki, Allah’a, Peygambere kalbimizle inandığımız gibi aynı kalpte şeytana inananlarımız yok mu? Allah’a ve Peygambere, dinlere ve bütün dini inançlara aynı kalple inanıyor veya karşı gelip red etmiyor muyuz?
Örneğin dilimiz; aynı dille hem Allah’a inancımızı belirtiyor, ibadetlerimizi yapıyorken, yine aynı dille Allah’a şirk koşuyor ve hatta Allah’ı inkâr edip ona küfür etmiyor muyuz?
Örneğin gözlerimiz; iyilikleri, güzellikleri, Allah yolunu gördüğü kadar kötülükleri, çirkinlikleri ve günahları da aynı gözlerle görmüyor muyuz?
Örneğin ayaklarımız; Camilere, Mekke’ye, Hac’ca gittiğimiz gibi aynı ayaklarla kötülüklere, günah yollarına gitmiyor muyuz?
Örneğin ellerimiz; bu ellerle hem Kur'anı tutup ibadet ediyor, hem de aynı ellerinizle silah tutup vahşice insanları öldürmüyor muyuz? Bir çok sevabı ve günahlarımızı aynı ellerimizle yapmıyor muyuz?
Örneğin beynimiz; aynı beynimizle hem Allah’a inanıyor, hem de Allah’ı red etmiyor muyuz? Aynı beyinle sevapları ve günahları işlemiyor muyuz?
Kısacası, beynimizden ayaklarımıza kadar, Allah’ın verdiği bu vücudu ve organlarımızı iyilik yolunda da kötülük yolunda da aynı oranda kullanma olanağına sahip olan biz insanoğlu değil miyiz? NEDEN kötülük yolunda kullanıldığımız zaman kendinizi değil de organları suçluyoruz? O organları kullanan ve yönlendiren biz insanlara değil miyiz? Neden kötülüklerde ve günahlarda biz değil de organlarımız suçlu oluyor?
Bu ve buna benzer durumlar, insanoğlunun suçu, suçluyu, günahı ve günahkârlığı hep kendisinin dışında arama psikolojisinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu bir suç ve günahı işlediğinde, bu konuda pişmanlık duygularını dile getirip suçunu itiraf etmek istediğinde de, söylediği ilk söz “Şeytana uydum” olmaktadır. İnsanoğlu böylece işin içinden kendini sıyırıp bütün suçu şeytana yüklemektedir. Bir hikaye vardır.Bu hikayede adamın birisi öylesine akıl almaz bir suç ve günah işliyor ki anlatılacak gibi değil.İşlediği bu suç ve günahtan pişmanlık duyan kişi, “Allah’ım şeytana uydum beni af et “ deyince,şeytan bile buna dayanamayarak ortaya çıkıp “ Yahu benim bari günahımı alma,ben şeytanken senin yaptığın bu işi böyle yapmayı akıl edemezdim”.diyor.
İnsanoğlu, kendisinin dışında, hatta bu kendi bünyesindeki bir organı bile olsa, suçu ve suçluluğu o organa yüklemekten çekinmemektedir.
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, şu veya bu organımızın suçlu görülmesinde, onlara suç yüklenmesinde, insanoğlunun bu psikolojik davranışının büyük etkisi olduğu kanısındayım.
Bu gibi davranışlarımızda en büyük yanılgımız ve aldanışımız, kendimizi kandırmamızdır.
En büyük yanılgımız ve aldanışımız ise, bir yandan evrende neye bakarsak bakalım BİR’liği, TEKliği görebileceğimizi, daha doğrusu Allah’ı görmemiz gerektiği düşüncesini anlatmaya, öğretmeye çalışırken, öbür yandan da Allah’ın Halifesi olarak yarattığı insanın bedenini parselleyip, bunları kendimize göre dünyevi değerlerle değerlendirmeye kalkışmamızdır.
Bilmiyorum, içinde bulunduğumuz bu yanlışlığımızın farkına varabiliyor, çelişkimizi görebiliyor muyuz?
Bütün bunların dışında en büyük tehlikeli yanılgımız, Allah’ın Halifesi insanı biz böylesine parselleyip değerlendirmelere tabi tutarken, Allah’ın yaratıcılığını yargılıyor duruma düşmemizdir. Bu durumumuz bizi, Allah’a şirk koşuyor durumuna düşürmüyor mu? Böylece farkına varmadan büyük bir suç ve büyük bir günah işlemiş olmuyor muyuz?
Yani, Allah’ın kendi nefsinden üfleyerek ve kendinden bir parça olarak yarattığı Halifesini, şu veya bu bölümlerinin üzerinde değerlendirmeler yaparak, bizzat Yüce Allah’a karşı suç ve günah işlemiş olmuyor muyuz?
Başka deyişle, Yüce Allah’ın “Ben insanda zahir (göründüğüm) kadar,hiçbir şeyde zahir olmadım.(görünmedim)” diyerek “Semavatı ve Ma Fil Ard” veya “Semavatı Vel-Ard” ayetlerinde “Yerin göğün sahibi” olan Yüce Allah’ın kendisine Halife olarak yarattığı insanı parselleyip, bazı bölümlerini beğenmemek veya değersizleşmek gibi bir yargılamanın içine girmek, bizi haddini aşan insanlar durumuna düşürmüyor mu?
İnsan bedenini böylesine parselleyip değerlendirme düşüncesinin nereden alındığını ve bu düşüncenin kaynağını bilmiyorum. Çünkü Kur'anda insan bedenini böylesine parselleyerek değerlendiren bir ayet görmedim. Tam aksine insanın güzelliğini, bütünlüğünü ve mükemmelliğini belirten ayetler gördüm. Örneğin yukarıda yazmış olduğumuz TİN suresi ayet 4-5’i lütfen bir kez daha dikkatli okuyalım ve düşünelim.
Bakın yüce Allah yarattığı insan için ne diyor?

“ŞÜPHESİZ, BİZ İNSANI EN GÜZEL BİR BİÇİMDE YARATTIK. SONRA ONU TÜRLÜ HİKMETLERİMİZLE (DONATTIK) VE SINAMAK İÇİN YERYÜZÜNE İNDİRDİK” demektedir.
Biz, Allah’ın en güzel biçimde yarattığını belirttiği insanın bedenini parselliyor ve bu parseller üzerinde ayırım yaparak değerlendirmeler yapıyoruz.
Allah’ın ayetlerinde “Şüphesiz” likle belirttiği insanın yapısına şüphe ile bakıyor ve onun üzerine şüpheler yaratıyoruz.
Kısacası, Kur'anda “Amel defteri sol tarafından verilenler” ayeti bulunmaktadır ama burada ki “SOL” sözcüğü, bir yön, istikamet, cihet belirtmek için kullanılmıştır. Ve vücudumuzun sol tarafı ile bir ilgisi yoktur. Yani bir yön, istikamet, cihet belirtmek için kullanılmış olan bir sol sözcüğünü getirip vücudumuzun sol tarafına adapte ederek, ona göre yorumlara girmek yanlışı, yanılgısı içinde olduğumuzu sanıyorum ki bütün yanlış ve yanılgılarımız da buradan kaynaklanmaktadır.
Beden yapımıza ve bedensel yapımızla yaşamımıza etkileyen iki ana faktörden biri biyolojik, ikincisi de psikolojik etkileşimlerdir.
Vücudumuzun biyolojik hayatiyetinin temel yapısını oluşturan KAN, ve bu kanın bedensel yapımızda dolaşımını sağlayan vücudumuzun pompa görevini gören kalbimizdir. Ve kalbimiz vücudumuzun sol tarafında bulunmaktadır. Ayrıca, öyle bir vücut yapısı düşünün ki, o vücudun sağ tarafının sağlığını sağlayan organların etkinliği vücudun sol tarafında ve buna karşın yine vücudun sol tarafının sağlığını sağlayan organlar da vücudun sağ tarafında bulunsun. Sonra da kalkıp bu vücudu sağ sol olarak ayrı ayrı iki parça imiş gibi değerlendirmeye kalkışın. Görüyorsunuz ki vücudumuzu biyolojik bakımdan da,sağ-sol taraf diye iki ayrı değerlendirmeye tabi tutmamız mümkün değildir.
Vücudumuzun psikolojik etkinliklerine ve değerlendirmesine gelince;
Din ve Allah inancımız başta olmak üzere bütün manevi inançların, sevgilerin, bütün güzelliklerin duygu merkezi olan kalp, vücudumuzun sol tarafında bulunmuyor mu?. Allah’a kalbimizle inanıyor ve iman ediyoruz,peki Allah’a imanın ve inancın sembolü olan kalbimiz vücudumuzun sol tarafında değil mi?
Peki, dini inancımızın temel yapısını oluşturan Peygamberimiz HZ. MUHAMMED’in (S.A.V) Peygamberlik mührü vücudunun sol tarafında bulunmuyor mu?
Lütfen şimdi düşününüz, Allah varlığını ve inancını taşıyan kalp, vücudun sol tarafında bulunacak. İnandığımız ve iman ettiğimiz dinin Peygamberi HZ. MUHAMMED’in (S.A.V) Peygamberlik mührü sol tarafında bulunacak, sonrada siz kalkacaksınız bu özelliklere ve üstünlüklere sahip olan vücudumuzun sol tarafını ayrı bir parçaymış gibi bir takım olumsuzluklarla, adeta mekruh ve suçlu durumda görecek ve değerlendireceksiniz. Olacak iş değil. Görüyorsunuz ki vücudumuzu ne biyolojik ne de psikolojik olarak iki ayrı parçaya ayırıp değerlendirmek mümkün değildir.

Allah’ınızı severseniz burada büyük bir yanılgı ve aldanış içinde olduğumuzu görmüyor musunuz? Ne olursunuz artık bu yanılgı ve yanlışımızı görelim ve Yüce Allah’ın vücudumuzda oluşturduğu o muhteşem yüce birliği, bütünlüğü ve TEKliği görelim, o bütünlüğe, birliğe, TEK’liğe saygı ve sevgi duyalım.
Ve Allah’ın bizi buna benzer böyle yanılgılardan, yanlışlardan ve aldanışlardan koruması için dua edelim. (*) 14-Mart-1996., Behzat ŞAŞAL