28 Ocak 2010 Perşembe

MUTLULUK, MUTLULUK VERMEKTİR
Yaşamımızda tanımı ve anlatımı en zor yapılan, hatta belki de yapılamayan duygularımızdan biri, belki de birincisi MUTLULUK’tur.
MUTLULUK nedir diye sorulduğunda, belki de insan sayısı kadar mutluluk tanımı ve anlayışı ile karşılaşabiliriz. Bireylerin ve toplumların kültürlerine, ekonomik yaşamlarına, gelenek ve göreneklerine, dinsel inançlarına ve buna benzer daha birçok etkenlere göre mutluluk tanımı ve anlayışı bulunmaktadır.
Bugün için en yaygın mutluluk tanımı ve anlayışı,mutluluğun devamlı bir duygu olmadığı, olaylar ve oluşumlar karşısında algıladığımız anlık memnun olma durumu olarak kabul edilmektedir.
Görüyorsunuz ki, devamlı bir mutluluk duygusunun olmadığı, mutluluğun geçici ve anlık duygular olduğu peşinen kabul edilmiş bulunmaktadır.
Gerçekten de mutluluk duygusu gelip geçici bir duygu mudur ?
Mutluluk duygusu devamlı bir duygu olamaz mı ?
Mutluluk duygusunu devamlı olarak bulmamız veya bunu yaratmamız mümkün değil mi ? Eğer mümkünse, bu nedir ve nasıl elde edilir ?
İşte bu ve buna benzer daha birçok sorular kafamızı işgal etmektedir.
Bu soruların cevabını genel anlamda bulmaya çalışalım. Bizce mutluluk DENGE, bir başka deyişle ölçü demektir. Çünkü, dengeli yani ölçülü olabilen insan, mutluluk duygusunu çok daha kolaylıkla elde edebilir. Öyleyse burada anlatılmak istenen DENGE veya ÖLÇÜ denilen olgu nedir?
Buna kısa ve genel olarak “Bedensel yapımızın fiziksel, yani materyalist gereksinimleri ile, ruhsal, yani manevi yapımızın gereksinimlerinin de ölçülü ve dengeli olarak karşılanması, tatmin edilmesi halidir.
Ölçülü ve dengeli diyoruz. Çünkü, ölçü ve denge ağırlığının, bir tarafa doğru eğilim göstermesi, o tarafın yaşam anlayışı ve felsefesinin etkinliğini hissettirmesidir. Denge hususunda özellikle fiziksel, yani materyalist gereksinmelerin ağırlığı oranında mutluluk duygusu üzerinde olumsuz etkisi olmaktadır. Bu savımızla maddiyata hiç değer verilmesin ve maddiyat amacıyla çalışılmasın demek istemiyoruz. Bedensel varlığımız maddi bir varlık olduğuna ve yaşamını sürdürmek zorunda olduğuna göre maddi gereksinmelere de ihtiyacı olacaktır.
Bizim burada anlatmak istediğimiz husus, insan varlığının fiziksel yapısı yanında bir de onun manevi, yani ruhsal yönünün de varolduğu gerçeğinin kabul edilmesidir. Kısacası, insanoğlunun fiziksel ve ruhsal denilen iki olgudan oluştuğu ve bu iki olgunun da gereksinmelerinin dengeli bir şekilde karşılanmasının, mutluluğun temelini oluşturduğunun bilinmesidir.
Çünkü insanoğlu mutluluğu bulmak istiyorsa öncelikle fiziksel ve ruhsal yapılar arasındaki dengeyi kurması ve koruması gerekmektedir.
İnsanın yapısını ve yaşamını oluşturan bu bedensel ve ruhsal ikilisini bir şirketi oluşturan iki ortak olarak düşünelim.Başarıyı ve mutluluğu elde etmek için bu ortaklık içinde ruhsal,yani manevi yönümüzü oluşturan ortağın hissesinin en az yüzde ellibir olması gerktiğine inanıyorum.Çünkü,bedensel varlığımızın gereksinmelerini tüketim malları,ruhsal yönümüzü oluşturan yapımızın gereksinmelerini ise,devamlılığını sonsuza dek sürdüren manavi inançlarımız oluşturmaktadır.
Bedensel gereksinmeler çoğaldıkça ve elde edildikçe bu,insanlarda ihtiras denilen doyumsuz duyguları oluşturmaktadır. Bu ihtiras duyguları ise bitip tükenmeyen istekler duygusunu artırmakta, onları bir tutku haline dönüştürmektedir. İşte insanlarda mutsuzluk duygusunu oluşturan da bu gibi duygular ve tutkulardır.
İhtiras denilen bu tutku duygusuna ne oranda egemen olabilirsek, mutluluğu yakalama ve elde etme oranımız da o oranda artar.
İnsana ilk bakışta burada çelişkili, karşıt gibi görünen iki olgu bulunmaktadır.
Bu, madde ve ruhtur.Yani, bedenimizin maddi ihtiyaçları ile ruhumuzun metafizik ihtiyaçları birbirine karşıt gibi görünmektedir. İşte insanları bu görüntü yanıltmakta, yanılgıya düşürmektedir. Bazı dini inançlarda, özellikle bizim yanlış bir uygulmayla insanlara asırlardır “Bir hırka bir lokma”düşüncesi kazandırılmaya çalışılmıştır.
Oysa bu sözcükle anlatılmak ve kazandırılmak istenen felsefe yanlış anlaşılmış,yanlış yorumlanmıştır. Çok kişinin anladığı gibi bu sözle fakir olun, fakir yaşayın “Bir hırka bir lokma”dışında birşey istemeyin düşüncesi anlatılmak istenmemiştir. Burada anlatılmak ve kazandırılmak istenen felsefe, çalışın, kazanın, hem de çok kazanın, fakat kazanılan bu malın ve mülkün etkisi altında onun esiri olarak yaşamayın. Öylesine ki, gerektiğinde bütün bu mal ve mülk varlığına “Bir lokma bir hırka”kadar değer verin. Bir başka deyişle, mal ve mülkünüz size değil siz ona hükmedin, siz ona egemen olun. Böylece, ihtiraslarınızın, mal ve mülk varlığınızın esiri olmayın, siz onun efendisi olun. Bu durumu açıklayan güzel bir sözümüz de vardır “Para bir sandayeye benzer, ayağınızın altına alırsanız sizi yükseltir, başınız üstüne çıkarırsanız sizi alçaltır.”
Peki, maddi gereksinmeler insan yaşamına egemen olunca neler olmaktadır?
İnsanoğlu yalnızca maddi gereksinmelerin etkisi altına girdiğinden bütün düşüncelerini yalnızca bu gereksinmeleri kapsamakta ve dolayısıyla insanı insan yapan birçok duygularını kaybetme tehlikesi içine girmektedir.
Maddi gereksinmeler öyle bir yapıya sahiptir ki, ne kadar çok kazanırsanız onlara o kadar çok ihtiyaç hissedersiniz. Çünkü, maddi gereksinme ihtiyacı ve duygusu bir tutku halini almaktadır. Dolayısı ile, nekadar çok kazanırsanız o kadar çok kazanma tutkusuna kapılırsınız. Bu girdabın içine bir kez girildi mi, birdaha buradan kolay kolay çıkılamaz. Sonunda bedenimizle birlikte ruhsal yapımız da maddecilik tutkusunun etkisi altına girer ve ruhumuza maddecilik tutkusu egemen olur. Dolayısı ile bu maddecilik tutkusunun insancıl duygularımıza da egemen olması demektir.Her ne kadar biz bunun farkında olmasak ve kabul etmesekte ne yazık ki sonuç bu olmaktadır. Çünkü bu gibi durumlarda düşüncelerimizi oluşturan beyin dalgalarımız mateyalist düşüncelere ve dolayısı ile gereksinmelere adepte olduğundan yalnızca bu tutkularımıza hizmet edecek düşünceler ve frekanslar yayınlamaktayız. Fizik ve elektronik biliminden de bildiğimiz gibi, karşıt frekanslar birbirinin aleyhinde etkileşim gösterirler. Dolayısı ile bu frekanslar da kendilerine karşıt olan frekansları, yani insancıl yapımızı oluşturan frekanslarımızı engellemekte, onları absorbe ederek yok etmekte veye etkisiz hale getirmektedir. Bunun sonunda insan beyni ve bedeni,tek taraflı ve yalnızca maddi gereksinmeleri kapsayan frekansa sahip biyomanyetik dalgalar yayınlayan bir organ veya bir araç haline gelmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, yalnızca maddecilik duygusunu yansıtan bu biyomanyetik dalgalar ve frekanslar, mutluluğumuzun oluşmasında büyük katkısı olan manevi duygularımızın frekansını yok ettiğinden, insandaki mutluluk duygusunu ya tamamen veya büyük bir oranda yok etmektedir.
Evet, çok çalışalım ve çok kazanalım, fakat hiç bir zaman maddiyatın bize edemen olmasına,hükmetmesine izin vermeyelim. Bir başka deyişle, sahip olduğumuz bütün mal ve mülk varlığımızı geretiğinde bir HİÇ olarak görebilir, onları bir HİÇ olarak değerlendirebilirsek, işte o zaman o mal ve mülkle birlikte manevi denilen o ruhsal zenginliği, yani mutluluğu da elde etmiş oluruz.
Bu inanış bize mutluluğun,ihtiras duygularımızı artıran ALMAK eyleminde değil, ruhsal yapımızı geliştiren VERMEK eyleminden kaynaklandığını gösterecek ve öğretecektir.
Sonuç olarak…
Mutluluğun, alınan değil, öncelikle verilen bir duygu olduğunu anlayacağız. Çünkü mutluluk, verildiği oranda alındığı hissedilen bir duygudur.
Mutluluk, BEN egosundan kurtulup BİZ olabilme duygusudur.
Dolyısı ile mutluluk, BEN egosunun değil BİZ egosunun tatminidir.
Mutluluk vermeden mutlu olduğunu sanmak, BEN egonuzun geçiçi ve yanıltıcı bir tatmin duygusudur. Oysa gerçek mutluluk, anlık duyguların tatmini değil, onu devamlı olarak hissedebilmek, duyabilmek ve yaşayabilmektir.
Mutluluk duygusunu elde edebilmenin bir tek ücreti vardır, o da mutluluk vermektir.
İçmek için mutluluk kaynağını dışarda aramayın, o mutluluk kaynağı sizin kendi içinizdedir. Siz kendiniz mutluluk kaynağı olun, hem çevreniz hem de kendiniz kana kana için.
Kısacası; MUTLULUK ; MUTLULUK VERMEKTİR.
Behzat ŞAŞAL ***
AYIP OLMUYOR MU ?
İçimizdeki bazı çevrelerce akıl almadık yalan ve iftiralarla hakaret edilerek yok edilmek istenen Atatürk için yabancı siyaset ve ilim adamlarının söylediklerine bir bakın ;
İstanbulda bir konferans veren Amerikalı tarih profesorü Justin Mc Carty :
“ Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistanda olurdu, ama Trakya ve Anadoluda kalmazdı.100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya ovasından sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz ?
Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı.” diyerek şu açıklamayı yapıyor [K1];
“1800-1922 arası çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Bu süreç içinde bir çok müslüman ülkeleri yok edilmiş ve bu dönemde 5 milyon 381 bin müslüman göç etmek zorunda kalmış, 5 milyon 60 bin müslüman öldürülmüştür.
Bu ibret tablosu karşısında sormak gerekiyor. Mustafa Kemalin itildiği Konya ovasını gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı. Atatürk diyebilirdi ki, ben Selanik’e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, o büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine, düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusuna telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği “Yurtta barış dünyada barış”sözünü söyledi.” diyor.
Pakistanın kurucularından Muhammed İkbal Atatürk için, “ O yalnızca Türk toplumunun Atası değil, bütün mazlum ülkelerin ve şarkın da atasıdır.” demiştir.
Kur’an tercümesini insanlık alemine kazandıran Nezir Ahmet ile Feth Muhammed Han bu büyük eserini Atatürk’e “İslam dünyasının müncisi (Selamete çıkaran, kurtaran) Atatürk hazretlerine yadigardır.” diyerek ithaf etmiştir.
Dünyanın bütün bilim adamları, hatta savaşta yendiği düşmanları bile Atatürk’ ü takdir edip saygı gösterirken, bizde bazı çevrelerin Atatürk düşmanı olmaları doğrusu akıl alacak gibi değil.
Bu Atatürk düşmanlığının kökenindeki nedenler nelerdir?
Bunun üzerinde bilimsel olarak dikkatle durulması ve bu çelişkinin açıklanması gerekir. Bu durum incelendiğinde ve bu düşmanlığın özünde, dini inançların savunulmasından daha çok, bazı gizli menfaatlerin, çıkarların etkin rol oynadığı görülecektir.
Kısacası, Atatürk bütün dünya aydınları tarafından takdir edilip saygıyla anılırken, bizim (bazı çevrelerce) hakaret edilmesi ayıp olmuyor mu ?
Behzat ŞAŞAL

Hiç yorum yok: