16 Aralık 2008 Salı

DİNİ GÖRÜNÜMLÜ YANILGILARIMIZ

BEDEN YAPIMIZDA SAĞ-SOL ANLAYIŞI
Behzat ŞAŞAL
(*)
Dini görünümlü inançlarımız içinde yaptığımız bir çok yanlışlarımızdan biri de, yüce Allah’ın bir bütünlük ve teklik içinde yarattığı bedenimizin,bizim tarafımızdan parsellenip parsellenip her parsel için kendimize göre ayrı ayrı değerler ve hükümler vermemizdir. Örneğin, Peygamberimiz zamanında bu günkü gibi yumuşak yün veya kuş tüyü yataklar yoktu. Sert toprak ve zemin üzerine bir kilim parçası veya hasır atılır onun üzerine uzanıp yatılırdı. Sol tarafımıza yattığımızda da kalbimiz, sert zeminle vücudumuzun ağırlığı arasında kalarak sıkışıyordu. Bu durumda da kalp sağlıklı çalışamıyor ve kan dolaşımı rahat olmuyor, hatta bozuluyordu. Peygamberimiz, o zamanın cahil halkına bu durumun tıbbî açıklamasına girmeden, kısaca “Sol tarafınıza yatmayın” demiştir.
Vay sen misin bunu söyleyen? Ondan sonra herkes, peygamberimizin ne demek istediğini araştırmadan, anlamadan, kendilerine göre bu konuda yorumlar ve görüşler üretmeye başlamışlar. Sonunda insanlar, yüce Allah’ın kendi nefesinden üfleyerek yarattığı vücudu iki parçaya ayırmış, sağ tarafa melekleri yığıp toz kondurmazken, sol tarafınıza şeytanları doldurup verip veriştirmişler. Ve nerede ise sol tarafımızı felç etmişler. Çünkü sol elinizle yemek yiyemezsiniz, yazı yazamazsınız, Kur'anı sol elinizle alamazsınız, sol ayağınızla kapıdan dışarı çıkamazsınız veya giremezsiniz, yani sol tarafınızı istediğiniz gibi kullanamazsınız.
Kısacası, sol tarafımızı, neredeyse bu bedenin bir parçası değil, apayrı, hem de günahkâr, çirkin, iğrenç, adeta mekruh (Dince yasaklı) bir bölüm gibi değerlendirmişler.
Hele, Allah inancının ve Allah ruhunun sembolü olan kalbimizin bulunduğu sol tarafımızı nasıl olur da böylesine suçlarız ve onu adeta felç ederiz, doğrusu akıl erdiremiyorum.
Eğer bedensel yapımızın değerlendirilmesini, dini inançlarımızla bağdaştırarak yapmaya kalkışırsak bu sefer de söyle bir durumla karşılaşıyoruz.
Biliyorsunuz ki, her namazdan sonra tespih çekilir ve tespihin sayısı 99’dur. Peki bu 99 sayısı nereden çıkmıştır, 99 sayısı neyi ifade etmektedir?
Tespihteki 99 sayısı dini inançlara göre Esmaü-l Hüsna’yı, yani Allah’ın 99 güzel sıfatını veya ismini ifade eder. Bu 99 rakamının da Arapça olarak iki avucumuzda yazılı olduğu kabul edilmektedir. Örneğin, avucumuzdaki çizgilere dikkat edersek, sol avucumuz içinde Arapça (LI) 81, sağ avucumuzda (IL) 18 sayısını ifade eden çizgiler bulunmaktadır. Bu iki sayını toplamı ise tespihin 99 sayısını oluşturmaktadır.
Allah’ın güzel isimlerinin veya sıfatlarının ifadesi olarak kabul edilen 81 isim, sol elimizin avuç içinde bulunuyorken nasıl olur da sol elimizi uğursuz veya kullanılamayacak kadar mekruh görebilir ve böyle düşünebiliriz.
Buradaki korkunç yanılgımızı görebiliyor musunuz?
Ayrıca, bedensel yapımızda İmanın, Allah’a inanmanın, dua ve ibadetin merkez santralı kabul edilen beyin yapımıza bir bakın. Beynimiz sağ-sol olarak iki parçadan oluşmuştur. Beynimizin sağ tarafı bedenimizin sol tarafını, beynimizin sol tarafı da bedenimizin sağ tarafını yönetmektedir.
Bütün bu verileri dikkate alarak Allah’ın yarattığı o bütünlüğü sağ-sol diye ikiye ayırmamız ve hele bu ayırımda bir tarafı değerli diğer tarafı değersizleştirmek mümkün müdür? Böyle bir ayırım, sağlıklı, mantıklı ve bilimsel olabilir mi?
Her şeyden önemlisi böyle bir ayırımda bulunmak, Allah’ın yarattığı bir bütünün üzerinde değerli-değersiz gibi benzeri değerlendirmeler yapmak, dinsel açıdan da Allah’ın yarattığını değersizleştirmek olmaz mı?
Allah göstermesin, bu bir bakıma Allah’a karşı şirk koşmak, hatta O’nun yapıtını beğenmemek kendine göre parselleyip o parseller üzerinde bir takım değerlendirmeler yapmak Allah’ın yaptığını beğenmemek ve hatta üstünlük iddialarında bulunmak gibi bir durum meydana getirmez mi?
Ve böyle bir ayrım yapmanın tehlikesini, vebâl ve günahını düşünebiliyor musunuz? Bunun altından hangi kul kalkabilir?
Yine bazı dini çevreler, Allah’ın halifesi mertebesindeki insan vücudunu üç parsele ayırarak ve her parseli de kendilerine göre parçalayarak değerlendiriyorlar.
Örneğin, insanın baş kısmını ele alıyor ve bu kısma “Levh-i mahfuz”, yani “İnsan kaderinin yazılı olduğu yer” olarak değerlendiriyorlar.
Oysa, kısmen de olsa insan kendi kaderini kendisi yaratmakta, kendisi yazabilmektedir. Aksi halde, yani kader denilen yaşamımız bizim irademiz dışında en ufuk detaya kadar yazılıp takdir edildiyse, o zaman biz bir insan değil robot olarak yaratılmışız demektir ki, o zaman da robot olarak yaratılmış bir varlıktan hesap sorulmaması gerekir. Oysa Allah insana bir düşünce gücü vermiştir ve insan bu düşüncelerini kullanabildiği onu yönlendirebildiği, kanalize edebildiği oranda insandır. Dolayısıyla düşüncelerini nefsinin etkisinden kurtaran kişiler yücelir, yani Levh-i mahfuz mertebesine yükselir. Bir başka deyişle insan, bu davranışları ile kendi kaderini değiştirebilecek veya yazabilecek mertebeye yükselebilir. Buna karşılık düşünceleri ile nefsine yenilen ve nefsinin etkisinin altında kalan kişi, kendi kaderini ve yazgısını olumsuz bir şekilde etkilemiş olur.
Bunun içindir ki, Kur'anın bir çok ayetinde mealen “DÜŞÜNDÜKLERİNİZDEN SORUMLUSUNUZ” denilmektedir. (BAKARA Sur. 2/284)
İnsanın boynundan göbeğine kadar olan kısmının ise semavatı, gök yapısını temsil ettiği kabul edilmektedir. Çünkü, bu bölümde kalbimiz vardır. Ve insan semavatta, yani gök yüzünde görmek istediklerini kendi semavatında, kendi vücudunda, yani kendi kalbinde görmelidir. Çünkü insan bedeninde semavat, insanın kalbidir. Onun içindir ki insan, semavat denilen gök’ü ve dolayısıyla bunların yaratıcısı olan Allah’ı kendi kalbinde görebilmelidir.
Göbekten aşağı kısım ise toprağı, küre-i arzı temsil etmektedir ki bu da, hayat dediğimiz dünya yaşamını temsil etmektedir. Dünya yaşamı da manevî inanç aleminde nefsi, yani kötülüğü ve günahı sembolize etmektedir. Bir başka deyişle insanın göbekten aşağı kısmı, günaha, basit ve adi işleri yapmaya yatkın bir bölge gibi değerlendirilmekte ve kabul edilmektedir.
Vücudumuz bunun gibi daha bir çok bölgelere ve parçalara ayrılarak, kendi dünyevi görüş ve ölçülerimize göre değerlendirilmektedir.
Oysa, insanın Allah’ın halifesi olduğunu ve halifeliğin de, halifesi olduğu kişiyi, makamı veya nesneyi temsil etmek olduğunu unutuyoruz. Dolayısıyla Allah’ın halifesi, yani bir bakıma Allah’ın temsilcisi sıfatındaki bir insanı nasıl olurda parsellere ve parçalara ayırarak değerlendirebiliriz? Bu, bir bakıma, haşa Allah’ı parselleyip değerlendirmek gibi olmaz mı? Çünkü biz, insan üzerindeki değerlendirmeyi, Yüce Allah’ın bir bütününü, bir TEKliği parçalayarak ve parselleyerek yapıyoruz. Oysa biz parselleme işlemini Yüce Allah’ın yarattığı bu bedensel TEKliği parsellere ve parçalara ayırarak yapıyoruz. Bu mümkün olabilir mi?
Sanıyorum ki, burada ki en büyük yanılgı, insanın çevresindeki her şeyi madde olarak görmesinden ve değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Böyle olmasaydı,Yüce Allah’ın “ BİZ İNSANI BİR HÜCREDEN YARATTIK.” dediği insanı böylesine parselleyip,parçalayarak dünyevi değerlerle değerlendirmesi mümkün olabilir miydi?
Kısacası, insan bedeninin özü, öz yapısı hücreden ibaret, yani bir hücrenin kendini tamamlamasından oluşan bir oluşumdur. Nasıl bir hücreyi parçalayıp sağ-sol diye değerlendiremezsek, bir hücreden oluşumunu tamamlayan insanın vücudunu da parselleyip, parçalayamayız inancındayım. Bir başka deyişle, insanın vücudunun dış görünümüne bakarak kol, bacak, el, baş, göz, kulak gibi organik parçalara ayırarak değil, onu bir hücre, bir hücreyi de bir insan olarak düşünüp, öyle görüp değerlendirmek gerekir.
Yüce Allah’ın,kendisinin de o insanda göründüğünü belirttiği insanı,lütfen dünyevi gözlerimiz ve değerlendirmelerimizle değil,onu Allah’ın yarattığı o yücelik ve o TEK’lik içinde düşünüp görmeli ve değerlendirmeliyiz.
Yüce Allah’ın sıfatları ile insanda göründüğünü şu ayetlerinde açıkça belirtmiştir.
“Hakikatten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu türlü hikmetlerimizle ve sınamak için yer yüzüne indirdik” TİN Sur. 95/4-5
“İnsanda zahir olduğum kadar hiçbir şeyde zuhur etmedim”
Hadis-i Kutsi
Yani Hadis-i Kutside Yüce Allah “Ben insanda göründüğüm kadar hiçbir şeyde görünmedim” demektedir.
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifesi kılan, kiminizi kiminize üstün kılan O’dur.” ENAM Sur. 6/135
Ayetleriyle de insanı kendisine halife olarak yarattığını açıkça belirtmektedir. Ve son olarak Allah ile insan bağıntısının yakınlığını, adeta özdeş olduğunu bildiren şu ayete bakınız.
“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” KAF 50/16
Bunun içindir ki insanı, dünyevi gözlerimiz ve değerlendirmelerimizle değil, onu Allah’ın yarattığı yücelik ve TEKlik içinde Allah’ı ile özdeş olduğunu düşünerek görmeli ve değerlendirilmeliyiz. Bir başka değişle de insanı Allah’ın halifesi olarak görüp değerlendirmeliz.
Özellikle bazı dini çevrelerce insan vücudunun en itici ve en günahkâr, süfli(aşağılık, bayağı, adi) kabul edilen organımız cinsel organlarımızdır. Öylesine ki cinsel organları konuşmak bile ayıp ve günah kabul edilmektedir.
Cinsel organların görev ve işlevlerine bilimsel açıdan bakarak düşünelim ve değerlendirelim. Bu organlar, bizim onlara yalnızca cinsel açıdan baktığımız için bize ayıp ve günahkâr olarak görünmektedir. Eğer onları, doğal yapıları ve doğal görevleri açısından ele alırsak bunların hiç de ayıp ve günah gözü ile bakılacak, değerlendirilecek organlar olmadığını anlarız. Bu organların işlevlerini yapmadığını düşünün. Örneğin vücudumuzda oluşan katı ve sıvı atıkları, nasıl dışarı atarız. Bu atıkları ağzımızdan dışarı atmak durumunda olduğumuzu düşünün. Düşünülmesi bile insanın tüylerini ürpertiyor değil mi? Görüyorsunuz ki bu organların görevi, yaşamımızın en hayati unsurlarından olan vücudumuzda oluşan atıkları dışarı atmaktır. Yalnızca bunu düşünmek bile bu organların önemini ortaya koymaktadır.
İkincisi ise, insan neslinin çoğalmasında yaptığı hizmettir. Yüce Peygamberimizin bize emri “Çoğalınız” değil mi? Cinsel organlar olmasa veya işlevlerini yerine getirmeseler insan nesli nasıl çoğalacak, varlığını nasıl koruyacak?
Eğer, “Biz, organların doğal görevleri ve işlevleri için bir şey demiyoruz, biz bu organları normal kullanımları dışında kullanılmalarına karşıyız. İtirazımız onadır” diyorsanız. O zaman olaya daha geniş açıdan bakarak değerlendirmemiz gerekir.
Örneğin, kalbimizi ele alalım. Kalbimiz, dini inancımızda en üst derecede tutulan bir organımızdır. Peki, Allah’a, Peygambere kalbimizle inandığımız gibi aynı kalpte şeytana inananlarımız yok mu? Allah’a ve Peygambere, dinlere ve bütün dini inançlara aynı kalple inanıyor veya karşı gelip red etmiyor muyuz?
Örneğin dilimiz; aynı dille hem Allah’a inancımızı belirtiyor, ibadetlerimizi yapıyorken, yine aynı dille Allah’a şirk koşuyor ve hatta Allah’ı inkâr edip ona küfür etmiyor muyuz?
Örneğin gözlerimiz; iyilikleri, güzellikleri, Allah yolunu gördüğü kadar kötülükleri, çirkinlikleri ve günahları da aynı gözlerle görmüyor muyuz?
Örneğin ayaklarımız; Camilere, Mekke’ye, Hac’ca gittiğimiz gibi aynı ayaklarla kötülüklere, günah yollarına gitmiyor muyuz?
Örneğin ellerimiz; bu ellerle hem Kur'anı tutup ibadet ediyor, hem de aynı ellerinizle silah tutup vahşice insanları öldürmüyor muyuz? Bir çok sevabı ve günahlarımızı aynı ellerimizle yapmıyor muyuz?
Örneğin beynimiz; aynı beynimizle hem Allah’a inanıyor, hem de Allah’ı red etmiyor muyuz? Aynı beyinle sevapları ve günahları işlemiyor muyuz?
Kısacası, beynimizden ayaklarımıza kadar, Allah’ın verdiği bu vücudu ve organlarımızı iyilik yolunda da kötülük yolunda da aynı oranda kullanma olanağına sahip olan biz insanoğlu değil miyiz? NEDEN kötülük yolunda kullanıldığımız zaman kendinizi değil de organları suçluyoruz? O organları kullanan ve yönlendiren biz insanlara değil miyiz? Neden kötülüklerde ve günahlarda biz değil de organlarımız suçlu oluyor?
Bu ve buna benzer durumlar, insanoğlunun suçu, suçluyu, günahı ve günahkârlığı hep kendisinin dışında arama psikolojisinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu bir suç ve günahı işlediğinde, bu konuda pişmanlık duygularını dile getirip suçunu itiraf etmek istediğinde de, söylediği ilk söz “Şeytana uydum” olmaktadır. İnsanoğlu böylece işin içinden kendini sıyırıp bütün suçu şeytana yüklemektedir. Bir hikaye vardır.Bu hikayede adamın birisi öylesine akıl almaz bir suç ve günah işliyor ki anlatılacak gibi değil.İşlediği bu suç ve günahtan pişmanlık duyan kişi, “Allah’ım şeytana uydum beni af et “ deyince,şeytan bile buna dayanamayarak ortaya çıkıp “ Yahu benim bari günahımı alma,ben şeytanken senin yaptığın bu işi böyle yapmayı akıl edemezdim”.diyor.
İnsanoğlu, kendisinin dışında, hatta bu kendi bünyesindeki bir organı bile olsa, suçu ve suçluluğu o organa yüklemekten çekinmemektedir.
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, şu veya bu organımızın suçlu görülmesinde, onlara suç yüklenmesinde, insanoğlunun bu psikolojik davranışının büyük etkisi olduğu kanısındayım.
Bu gibi davranışlarımızda en büyük yanılgımız ve aldanışımız, kendimizi kandırmamızdır.
En büyük yanılgımız ve aldanışımız ise, bir yandan evrende neye bakarsak bakalım BİR’liği, TEKliği görebileceğimizi, daha doğrusu Allah’ı görmemiz gerektiği düşüncesini anlatmaya, öğretmeye çalışırken, öbür yandan da Allah’ın Halifesi olarak yarattığı insanın bedenini parselleyip, bunları kendimize göre dünyevi değerlerle değerlendirmeye kalkışmamızdır.
Bilmiyorum, içinde bulunduğumuz bu yanlışlığımızın farkına varabiliyor, çelişkimizi görebiliyor muyuz?
Bütün bunların dışında en büyük tehlikeli yanılgımız, Allah’ın Halifesi insanı biz böylesine parselleyip değerlendirmelere tabi tutarken, Allah’ın yaratıcılığını yargılıyor duruma düşmemizdir. Bu durumumuz bizi, Allah’a şirk koşuyor durumuna düşürmüyor mu? Böylece farkına varmadan büyük bir suç ve büyük bir günah işlemiş olmuyor muyuz?
Yani, Allah’ın kendi nefsinden üfleyerek ve kendinden bir parça olarak yarattığı Halifesini, şu veya bu bölümlerinin üzerinde değerlendirmeler yaparak, bizzat Yüce Allah’a karşı suç ve günah işlemiş olmuyor muyuz?
Başka deyişle, Yüce Allah’ın “Ben insanda zahir (göründüğüm) kadar,hiçbir şeyde zahir olmadım.(görünmedim)” diyerek “Semavatı ve Ma Fil Ard” veya “Semavatı Vel-Ard” ayetlerinde “Yerin göğün sahibi” olan Yüce Allah’ın kendisine Halife olarak yarattığı insanı parselleyip, bazı bölümlerini beğenmemek veya değersizleşmek gibi bir yargılamanın içine girmek, bizi haddini aşan insanlar durumuna düşürmüyor mu?
İnsan bedenini böylesine parselleyip değerlendirme düşüncesinin nereden alındığını ve bu düşüncenin kaynağını bilmiyorum. Çünkü Kur'anda insan bedenini böylesine parselleyerek değerlendiren bir ayet görmedim. Tam aksine insanın güzelliğini, bütünlüğünü ve mükemmelliğini belirten ayetler gördüm. Örneğin yukarıda yazmış olduğumuz TİN suresi ayet 4-5’i lütfen bir kez daha dikkatli okuyalım ve düşünelim.
Bakın yüce Allah yarattığı insan için ne diyor?

“ŞÜPHESİZ, BİZ İNSANI EN GÜZEL BİR BİÇİMDE YARATTIK. SONRA ONU TÜRLÜ HİKMETLERİMİZLE (DONATTIK) VE SINAMAK İÇİN YERYÜZÜNE İNDİRDİK” demektedir.
Biz, Allah’ın en güzel biçimde yarattığını belirttiği insanın bedenini parselliyor ve bu parseller üzerinde ayırım yaparak değerlendirmeler yapıyoruz.
Allah’ın ayetlerinde “Şüphesiz” likle belirttiği insanın yapısına şüphe ile bakıyor ve onun üzerine şüpheler yaratıyoruz.
Kısacası, Kur'anda “Amel defteri sol tarafından verilenler” ayeti bulunmaktadır ama burada ki “SOL” sözcüğü, bir yön, istikamet, cihet belirtmek için kullanılmıştır. Ve vücudumuzun sol tarafı ile bir ilgisi yoktur. Yani bir yön, istikamet, cihet belirtmek için kullanılmış olan bir sol sözcüğünü getirip vücudumuzun sol tarafına adapte ederek, ona göre yorumlara girmek yanlışı, yanılgısı içinde olduğumuzu sanıyorum ki bütün yanlış ve yanılgılarımız da buradan kaynaklanmaktadır.
Beden yapımıza ve bedensel yapımızla yaşamımıza etkileyen iki ana faktörden biri biyolojik, ikincisi de psikolojik etkileşimlerdir.
Vücudumuzun biyolojik hayatiyetinin temel yapısını oluşturan KAN, ve bu kanın bedensel yapımızda dolaşımını sağlayan vücudumuzun pompa görevini gören kalbimizdir. Ve kalbimiz vücudumuzun sol tarafında bulunmaktadır. Ayrıca, öyle bir vücut yapısı düşünün ki, o vücudun sağ tarafının sağlığını sağlayan organların etkinliği vücudun sol tarafında ve buna karşın yine vücudun sol tarafının sağlığını sağlayan organlar da vücudun sağ tarafında bulunsun. Sonra da kalkıp bu vücudu sağ sol olarak ayrı ayrı iki parça imiş gibi değerlendirmeye kalkışın. Görüyorsunuz ki vücudumuzu biyolojik bakımdan da,sağ-sol taraf diye iki ayrı değerlendirmeye tabi tutmamız mümkün değildir.
Vücudumuzun psikolojik etkinliklerine ve değerlendirmesine gelince;
Din ve Allah inancımız başta olmak üzere bütün manevi inançların, sevgilerin, bütün güzelliklerin duygu merkezi olan kalp, vücudumuzun sol tarafında bulunmuyor mu?. Allah’a kalbimizle inanıyor ve iman ediyoruz,peki Allah’a imanın ve inancın sembolü olan kalbimiz vücudumuzun sol tarafında değil mi?
Peki, dini inancımızın temel yapısını oluşturan Peygamberimiz HZ. MUHAMMED’in (S.A.V) Peygamberlik mührü vücudunun sol tarafında bulunmuyor mu?
Lütfen şimdi düşününüz, Allah varlığını ve inancını taşıyan kalp, vücudun sol tarafında bulunacak. İnandığımız ve iman ettiğimiz dinin Peygamberi HZ. MUHAMMED’in (S.A.V) Peygamberlik mührü sol tarafında bulunacak, sonrada siz kalkacaksınız bu özelliklere ve üstünlüklere sahip olan vücudumuzun sol tarafını ayrı bir parçaymış gibi bir takım olumsuzluklarla, adeta mekruh ve suçlu durumda görecek ve değerlendireceksiniz. Olacak iş değil. Görüyorsunuz ki vücudumuzu ne biyolojik ne de psikolojik olarak iki ayrı parçaya ayırıp değerlendirmek mümkün değildir.

Allah’ınızı severseniz burada büyük bir yanılgı ve aldanış içinde olduğumuzu görmüyor musunuz? Ne olursunuz artık bu yanılgı ve yanlışımızı görelim ve Yüce Allah’ın vücudumuzda oluşturduğu o muhteşem yüce birliği, bütünlüğü ve TEKliği görelim, o bütünlüğe, birliğe, TEK’liğe saygı ve sevgi duyalım.
Ve Allah’ın bizi buna benzer böyle yanılgılardan, yanlışlardan ve aldanışlardan koruması için dua edelim. (*) 14-Mart-1996., Behzat ŞAŞAL

25 Kasım 2008 Salı

DİN İSTİSMARCILIĞI, DİNSİZLİĞE HİZMETTİR
Behzat ŞAŞAL

İnsan oğlu var oluşundan bu güne dek huzur ve mutluluğu aramıştır ve aramaktadır. Bunun için de, kendisine aradıklarını vereceğini sandığı bir takım ideolojiler peşinde koşmuştur, koşmaktadır. Özellikle, kapitalizm ve kominizm ideolojileri insanlığı etkilemiş ve etkilemektedir.
İnsanlar bu ideolojiler ve diğer ideolojilerde aradığını bulamamış ve bunun sonucu olarak büyük bir boşluğa, bunalıma düşmüş ve bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta insanlar manevi inançlara ve özellikle de dini inançlara yönelmiştir. Bu yönelişi gören bazı açıkgöz çevreler bu yönelişten kendilerine bazı çıkarlar elde etme gayreti içine girmişlerdir. Bu, ekonominin ve toplum yaşamının genel kuralıdır. Bir yerde talep, yani istek çoğalınca o isteğe göre de arzlar, yani bazı sunuşlar ortaya çıkar. Dünyamızda bu gelişimi gören bazı açıkgöz kişiler, din adamları ve siyasiler toplumun bu arayış ve isteklerinden faydalanma yönüne gittiler ve gidiyorlar. Büyük bir ustalıkla dindarlık kisvesine bürünüp toplumun dini inançlarını, onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda kullanarak, dini ve insanları istismar edip onları sömürmeye başladılar.
Din ve dini inançları kimi çevreler günlük çıkarları, kimi çevreler de siyasi çıkarları için istismar ettiler ve ediyorlar. Hattâ bu alanda dünyada bir çok dini partiler kuruldu. Bu dini partilerde görev alan kişilerin ne kadar din ile ilgisi vardır, ne kadar dindar insanlardır, bu şüphe edilecek bir durumdur. Zaten bu kişiler için din ve dindarlık önemli değildir. Onlar için önemli olan dindar görünüp, toplumun dini duygularını, dini inançlarını dünyevi ve siyasi çıkarları için kullanabilme ustalığını, becerisini gösterebilmeleridir.Bunlar, toplumu kandırmak için, kalıptan kalıba, kılıktan kılığa girmekten çekinmezler.
Örneğin; Bu tipteki insanlar derhal, dini inançları çağrıştıran isimlerle bir takım şirketler, holdingler kurarak insanların dini duygularını istismar ederek, dine ve insanlara hizmet ediyor görüntüsü altında paralarını alılar ve ortadan kaybolurlar. Onlar, bu davranışlarıyla kârlı olduklarını sanırlar amma, insanların dini inançlarını yıkıp, yok ettiklerini düşünmezler, düşünseler de dikkate almazlar.
Örneğin; Bunlardan bazı kişiler de siyasi parti kurarlar, bu yönde faaliyet göstererek icra-i sanat ederler. Soyguncular, dolandırıcılar sanatlarını yürütmek için derhal bu siyasi partilere girerler ve orada en küçüğünden en büyük kademelerine kadar görev alırlar. Bunlar, günün 24 saatinde, fakat özellikle seçim zamanlarında akıl almaz bir çalışmaya girerler. Açık meydanlardan daha çok gizli köşelerde ve gizli bir şekilde çalışmayı severler. Çünkü; Aldatacakları, kandıracakları toplum çoğunlukla burada yaşar. Öylesine dindar ve dini inançlı görünürler ki, dini ve dini inançları yalnız onlar temsil ediyorlar, onlar koruyorlardır. Hafazan Allah, onlar olmazsa bu memlekette ve bu millette ne din kalacak ne iman... Onlar gibi düşünmemek, onlar gibi yaşayıp giyinmemek dine karşı gelmektir, dinsizliktir, imansızlıktır.
Kısacası, dinin ve dini inançların tek temsilcisi onlardır. Bunun için de seçimlerde yalnız onlara oy verilmesi gerekir. Onların dışındaki partilere oy vermek, Allah göstermesin dinsizlikle eşdeğer bir durumdur. Onlar, gerekli yerlerde ve gerekli gördükleri insanlara bir küçük altın veya bazı yardımlar karşılığında inandıkları din kitaplarının üstüne, kendi partilerine oy vereceklerine dair yemin ettirirler. Pek tabiidir ki bunlar hep din adına, Allah adına yapılır. Yoksa hiçbir art niyetleri yoktur !. Çünkü onlar Allah aşkı ile yanan insanlardır !
Bu ve buna benzer aldatmacalar, kandırmacaları ile dini inançlı insanlardan din adına oy isterler. Bunun sonucunda, ya doğrudan doğruya iktidar veya iktidar ortağı olurlar.
İşte, işin iç yüzü o zaman ortaya çıkar. Çünkü, seçimlerden sonra din adına oy almış olanların en azından üçte birinin suçlu kişiler olduğunu, adaletten kurtulmak için bu parti kanalıyla seçilip dokunulmazlık hakkı kazandıklarını, dokunulmazlığın arkasına saklandıklarını görürler. Yani, bazı kişilerin, hırsızların, dolandırıcıların, silâh ve esrar kaçakçılarının, hattâ cani ve katillerin, dini görünümlü bir partiden, dini görünümleri ile seçildiklerini görürler.
Dini görünümlü bu partilerde rüşvetçilik, dalavere, dolandırıcılık gibi işler, fatura ve arsa yolsuzlukları, kısacası burada yazmakla bitmez din adına yapılan bir sürü yalana-dolana dayanan işler ortaya çıkar. Amma onlar, bu işlerde o kadar ustalaşmış, pişmiş kimselerdir ki, halâ kendilerini dindar, namuslu, ahlâk timsali kişiler olarak göstermesini bilirler. Bu işi ustalıkla becerirler. Öylesine ki, kendi suçlarını başkalarının üzerine atarak, karşıt kişileri suçlu göstermesini çok iyi bilirler.
Kısacası, din adına “dini görünümlü” akla hayale gelmedik din dışı işler yaparlar. İşin başında millet bunun farkında olmayabilir amma, eninde sonunda uyanır ve oynanan oyunları ve çevrilen dolapları görmeye başlar.
Görmeye başlar da ne olur ?
Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, onlar yüklerini yüklenmişlerdir.
Burada asıl tehlike ve üzerinde durulması gereken asıl mesele, insanların, aldatılmış olmalarını anlamaları ve bu kişilere bir daha oy vermemeleri değil; Asıl tehlike ve asıl asıl acı sonuç, bu aldatma olayının din adına ve dindar görünümlü insanlar tarafından yapılması ve bunun görülmesidir.
Peki, bu durumda ne olmaktadır ?
İnsanlar, “beni, dini görünümlü sahtekârlar, dolandırıcılar aldattı” demiyorlar. İnsanlar bu gibi durumlarda kendisini aldatan insanları değil, doğrudan doğruya dini ve dini inançları hedef almakta, dine ve dini inançlara karşı inançları zayıflamakta, hattâ yok olmaktadır. İşte bu gibi , yani dini kullanan insanların yaptıkları en büyük kötülük budur.
İnsanların din ve Allah inançlarını yıkmakta ve yok etmektedirler.
Aldatılmanın, dolandırılmanın zararı ve acıları zamanla unutulabilir, fakat yıkılan, yok edilen din ve Allah inancının yeniden var edilmesi imkânsız gibidir. Çünkü, din ve Allah inancı kökünden yıkılıp yok edilmiştir. Bu yıkım, din adına, dindar görünümlü kişiler tarafından yapılmıştır. Bundan sonra onların karşısına gerçek din adamları değil, peygamber çıksa dahi inanmayacaklardır.
Böylece, din ve Allah inancı yok edilmektedir ve yok olmaktadır.
Ne yazık ki bu tehlikeyi görmüyoruz.
Daha açık ve özlü bir sözle; “Din ve dini inançların istismarcılığı, dinsizliğe hizmettir”
Bunu unutmayalım. Çünkü bir çok kişiden; “Eğer bunlar dindar iseler, ben dinsiz olmayı tercih ederim” dediklerini duydum.
Bu çok acı ve çok üzüntü veren bir durumdur.
Halbuki; Söyler’ misiniz, din ve dini inançların istismar edildiği ve din ile aldatılıp kandırılan toplumlarda güvenilir seçim, sağlıklı oy almak mümkün’ müdür ?
Seçim döneminde yapılan konuşmalara ve çalışmalara “seçim kampanyası” deniyor. Oysa, buna “yalan söyleme kampanyası” denilse, bence daha doğrun olur. Çünkü ben, bu güne dek düşündüğüm ve istediğim gibi bir tek “seçim kampanyası” görmedim. Ama, “yalan söyleme kampanyası” çok gördüm.
Aldatılarak, kandırılarak alınan oylar sonucu kurulan iktidar “milli irade” yi temsil edebilir mi?
Eğer, güvenilir seçim ve sağlıklı oylarla bir seçim yapılması, “milli iradenin” oluşması ve temsil edilmesi isteniyorsa, insanların bireysel olsun, toplumsal olsun, din ve dini inançlarının istismar edilerek aldatılması, kandırılması ve sömürülmesi önlenmelidir.
Bunun için de milletçe gerekli bütün tedbirlerin ve önlemlerin alınması zorunlu olmalıdır.
***
BİR ŞEYLER OLUYOR, ANLAYAN VAR MI ?
Dostlarım, hayvanlar arasında olsun, insanlar arasında olsun, dünyamızda canlılar aleminde bir şeyler oluyor, bunun farkında mısınız bilmiyorum. Bu bir şeyler oluş, insanlar alemi
ile hayvanlar alemi arasında bir değişim şeklinde kendini göstermektedir.
Televizyonlarda ve özellikle gazetelerde bilmiyorum dikkatinizi çekiyor mu ?
Gazetede bir resim, güzel bir kedi ve bir fare birlikte yaşıyorlar, fare kedinin üstüne binmiş sırtında oturuyor.
Başka bir gazete de başka bir resim, denize düşen bir kedi yavrusunu bir polis köpeği denize atlayarak onu ağzına alıp, incitmeden sahile çıkarıyor ve ıslanmış kediyi kurutmak için diliyle yalıyor.
Yine başka bir resimde bir köpek, kendi yavruları ile birlikte bir kedi yavrusunu emzirerek besliyor.
Bir kedinin kuşlarla arkadaş olup oynayışını, kuşların kedinin üstüne konduklarını gördünüz mü ?
Ve bir kaplanla ceylan’ın birlikte kardeş kardeş yaşadıklarını gösteren bir başka resim.
Bu ve buna benzer daha bir sürü örnekler.
Bizim bildiğimize göre, tabiatın yaratılış kanununda taban tabana zıt yaratılışlı ve doğal yapıları gereği birbirine düşman oldukları bilinen bu hayvanların sarmaş dolaş, kardeşçe yaşadıklarını görüyoruz.
Buna karşın insan alemine ve yaşamına bir bakalım.
Yine gazetelerde okuyor ve televizyonlarda izliyoruz.
Kolundaki bileziği alabilmek için kesilen, öldürülen insanlar...
Babası 80, annesi 75 yaşlarında, bu yaşlı insanları ağızlarındaki takma dişleri zorla alarak satan bir evlât.
Kendisine para vermiyor diye, yatalak hasta annesini döverek sokağa atan bir başka evlât,
Sakatlar arabasında felçli bir insan, bu felçli insanı hastanelik edecek şekilde döverek o insanın iletişim aracı olan cep telefonunu çalanlar...
Gözleri görmeyen bir insanı, yardım ediyoruz diye ıssız bir yere götürüp orada döverek üstündeki bütün paraları alanlar...
Çantasını almak için insanları yerlerde sürükleyerek öldürenler...
Bunlar niçin, neden yapılmaktadır ?
İnsanlar, bu ve buna benzer daha bir çok kötülükleri PARA için yapmaktadırlar.
İnsanlar için para neyse, köpekler için de kemik aynı şeydir. Köpekler de kemik için birbirleri ile boğuşurlar, ama bir kemik parçası için birbirlerini öldürmemektedirler.
Bundan ders alan var mı ?
Para için öz be öz kızına, nikâhlı karısına fahişelik yaptıran insanlar...
Para için, kutsal kabul edilen vatanını, hattâ dini inançlarını satanlar...
Dostlarım; Hayvanlar alemindeki bu duygusal değişimin ve davranışların farkında mısınız? Buna karşın insanlardaki bu korkunç değişimin, duygusal ve ahlâki değerler bakımından dejenere oluşunu görebiliyor ve izleyebiliyor musunuz ?
Biz insanların ders alması için mi, hayvanlar aleminde böyle bir değişim ve insancıl yardımlaşma oluştuğunu görüyoruz.
Biz insanlara ders olması umuduyla hayvanların böylesine insancıl davranışlara yönelten bu güç nedir ?
Kısacası: Hayvanlarla insanların bazı davranışlarda yer değiştirdiğini görüyor musunuz ?
Bu değişimi; Gören, bilen, anlayan var mı ?
İnsanlık olarak, bunların üzerinde düşünmemiz gerekmez mi ?
Bu gidiş, insanlığın geleceği için büyük bir tehlike değil mi ?
Bu olumsuz gidişi durdurmak, değiştirmek mümkün değil mi ?
Mümkün ise bu nasıl olacak?

10 Kasım 2008 Pazartesi

ÇAĞDAŞLIK ÖLÇEĞİ
BEHZAT ŞAŞAL

Çağdaş toplum ve çağdaş insanın tanımı, o kadar değişik ölçülerle yapılmaktadır ki. Bu kadar çok değişken ölçümlendirmelere karşın, hepsinde de çağdaş toplumu ve çağdaş insanı değerlendirmede bir gerçek payı bulunmaktadır kuşkusuz.
Örneğin, bir toplumda kâğıt tüketimi, o toplumun çağdaşlık ölçeğinde bir kıstas olabilmektedir. Çünkü kâğıt tüketimi bir bakıma, o toplumda basılan gazete, dergi, kitap demektir. Kısacası o toplumun okuma oranı demektir. Çağımızda ise bir toplumun çağdaşlığı, o toplumun okuma oranı ile ölçülmektedir ki, bu da bize kâğıt tüketimi ölçeğini vermektedir. Şüphesiz burada da okunan konuların çağdaş konularla oranı, çağdaşlık değerlendirmesinde ölçek olmalıdır.
Örneğin, kimi toplumlarda çağdaşlık ölçeği, o toplumda tüketilen su miktarı olarak ele alınmaktadır. Su tüketimi temizlik temektir ve çağdaş insanın simgesi olmaktadır. Çağdaş toplumlarda yöneticilerdeki yönetim anlayışı, vatandaşın su gereksinmesini karşılamaktır. Kısıtlamak değil. Bu belediyelerin doğal görevlerinden biri ve başlıcasıdır. Batı ülkelerde belediyeler, vatandaşın su ihtiyacını ücretsiz karşılamakla yükümlüdür. Çünkü su, insanın doğal gereksinmesidir. Oysa çağdışı kalmış veya çağdışı düşüncelerle yönetilen toplumlarda “Daha fazla su harcanmasın” diye, ya su kısıntıları yapılır veya suya zam üstüne zam yapılır.
Örneğin, çağdaşlık ölçeklerinden biri de, enerji, yani elektrik sarfiyatıdır. Bir başka değişle, kişi başına düşen elektrik sarfiyatı ne kadar yüksekse o toplum o kadar çağdaş sayılmaktadır. Bunun içindir ki, çağdaş anlayışlı hükümetler vatandaşın elektrik gereksinmesinden fazlasını üretmeye ve mümkün olduğunca da ucuza vermeye çalışmaktadır. Yani bir bakıma konutlarda kullanılan elektriğe süspansiyon uygulamaktadır. Oysa bazı toplumlarda, insanın su gibi, hava gibi doğal gereksinmeleri içine girmiş olan elektriğin fazla sarf edilmemesi için elektrik fiyatlarına durmaksızın zamlar yapılmaktadır.
Örneğin, çağdaşlık ölçeklerinden biri de, kentsel yaşamda kişi başına düşen yeşil alan birimidir. İnsanların sağlıklı yaşamları için belirli ölçekli yeşil alana ihtiyacı vardır. Bu ölçeğin altındaki yeşil alanlar insan sağlığı bakımından olumsuz sonuçlar vermektedir, bir başka değişle, sakıncalıdır.
Çağdaşlık ölçeğinden biri de, insan sağlığına verilmesi gereken önem, değer olduğuna göre, toplumsal yaşam alanlarında bilimsel verilerle saptanmış bulunan bu belirli yeşil alan ölçeğinin altına inilmemesine, aksine üstüne çıkılmasına dikkat ve özen gösterilmesi gerekmektedir. Oysa çağdışı toplumlarda, kentsel yöneticiler, bir resmi bina yapılma gereksinmesinde ilk akıllarına gelen veya gözlerine ilk takılan yer, kent içinde bir avuç içi kadar kalmış olan yeşil alanlardır. Kısacası, yeşil alanla insan sağlığı arasındaki bağlantıyı göremeyen, düşünemeyen ve bunu değerlendiremeyen yöneticiler, çağdışı kalmış toplumlardan çıkmaktadır.
Örneğin, bazı toplumlarda da, ulaşım ve iletişim araçlarının, topluma oranı, çağdaşlık ölçeği olarak kullanılmaktadır. Bu araçların sayısal oranı kadar, temizliği, zamanında çalışmaları, güvenilirliği gibi, toplum hizmetine sunuluş şekilleri de çağdaşlık anlayışında bir ölçek olarak kullanılmaktadır. Bu ölçümlendirmelerin içine kamu kuruluşlarında kamuya sunulan benzeri hizmet şekilleri de ölçek olarak kullanıla bilinir, değerlendirilebilir. Örneğin, güleryüzlülük, yöneticilerle yönetilenler arsındaki bağlantı ve ilişkiler de bir çağdaşlık ölçeği olarak kullanılabilmektedir. Bir toplumun yöneticileri, yönetimlerini sevgi ve saygı duygusuna mı, yoksa korku duygusuna mı dayandırarak yürütmeyi yeğliyorlar? Yönetici ile yönetilen kitleler arasındaki sevgi ve saygı ile korku bağlantısının oranı, o toplumun çağdaşlığı veya çağ dışlığı hakkında bir ölçek olarak kullanılabilmektedir.
Kısacası, gıda maddelerinin tüketim oranından tutunda, sağlık ve eğitim hizmetleri gibi bizim burada yazamadığımız sizin aklınıza gelebilecek, çağdaş bir insanın yaşamındaki çağdaş gereksinmelerin, o insana kullanım ve sunuluş biçimleri, uygarlığın, çağdaşlığın ölçeği olarak düşünebilinir.
Örneğin, toplumların çağdaşlık değerlendirilmesinde kullanılan bir ölçek de, o toplumda uygulanan ve o toplumun insanları tarafından algılanan ADALET duygusudur. Adalet; insana, insan olarak verilen değer ölçüsüdür. Bir başka değişle, insanın, kurallar ve eşyalar karşısında almış olduğu değer ölçüsüdür. Çağdaş toplumlarda kurallar ve kanunlar, insanların zarar görmemesi için, yani bir başka değişle insanları korumak için konur, çağdışı toplumlarda ise bunun tam aksi uygulanır. Yani çağdışı toplumlarda insanlar değil, kural ve kanunlar önemlidir. Bunun sonucudur ki, ilkel ve çağdışı toplumlarda insanlar, kural ve kanunların baskısı altında adeta kişilik özgürlüklerini kaybedercesine yaşarlar. Bunun için rahatlıkla diyebiliriz ki, eğer bir toplulukta, kurallar ve kanunlar ön değerde, insan ikinci değerde kalıyorsa, o topluluk ilkel ve çağdışı kalmış bir topluluktur. Çağdışı toplumlarda, insanı korumak amacıyla hazırlanmış olan kural ve kanunlar, uygulamalar sonunda insanlara hükmeder duruma gelmektedir. Bu geri kalmışlığın çağdışlığın tipik bir örneği, tipik bir uygulamasıdır. Bulunduğunuz ve yaşadığınız toplulukta uygulanan kurallar, kanunlar ve eşyalar mı ön değerdedir, yoksa insan mı? Yaşadığımız toplumda insan değil de kurallar ve eşyalar ön değerde ise siz çağdışı bir toplumda yaşıyorsunuz demektir.
Örneğin, çağdaş toplumlarda, çağın gerisinde kalmış yazılı kanunlar değil, hakimlerin çağdaş akıl ve mantıkları, yani çağdaş yorumları egemendir. Geri kalmış toplumlarda ise, çağdaş akla ve mantığa dayanan yorumlar değil, çağdışı olduğu bilinse de, yazılı hukuk egemendir. Eğer yaşadığımız toplulukta çağdaş koşullara uyum gösteren aklı ve mantığa dayanan yorumlar değil de, çağdışı kalmış yazılı hukuk kuralları egemense, hiç kuşkunuz olmasın ki siz, çağdışı bir toplumda ve çağdışı bir adalet uygulaması içinde yaşıyorsunuz demektir.
Bizim bu görüşümüzün doğruluğunu, en güzel ve en veciz bir şekilde eski adalet bakanımız Sayın Oltan SUNGURLU 5.Ocak.1987 tarihli konuşmasında belirtmiştir.”İyi kanunlar kötü uygulayıcılar elinde kötü sonuçlar, kötü kanunlar iyi uygulayıcılar elinde iyi sonuçlar verir.” demesi ile doğrulamıştır.
Çok süratli ilerleme gösteren bu çağdaş yaşam, bazı kanunların çağdışı kalması doğaldır. Doğal olmayan, bu çağdışı kalmış kanunların, çağdaş yorumlamalarla uygulayamamaktır. Bir başka değişle, çağdaş bir uygulayıcı, yani kanunlar gibi çağ dışı kalmamış kafa yapısına sahip hukukçular, çağdaş yorumlamaları ile çağdışı kalmış bu gibi kanunları çağdaşlaştırabilirler. Yaşadığımız toplumda, çağdışı kalmış kanunlar, çağdaş düşün yapısına sahip çağdaş yorumlarla uygulanıyorsa, siz çağdaş bir toplumda ve çağdaş bir adalet içinde yaşıyorsunuz demektir. Yok, çağdışı kalmış kanunlar,üzerinde hiçbir yorum yapılmadan körü körüne uygulanıyorsa, bilin ki siz çağdışı bir toplumda ve çağdaşı bir adalet uygulaması içinde yaşıyorsunuz demektir.
Örneğin, çağdaş toplumlarda ve çağdaş adalette, bir insanın suçu ispat edilmeden o kişi suçlanamaz ve suçlu muamelesi uygulanamaz. Oysa çağdışı toplumlarda çağdışı adalet uygulamalarında, kişiler öncelikle suçlanır, suçlu işlemine tabi tutulur, hapishanelere atılır, hapishane yaşamı içinde de mahkemesi devam ettirilir ve genellikle de kişi beraat eder.
Yine çağdaş topluluklarda bir insanın suçluluğunu, onu suçlayan adalet mekanizması ispatlamaya çalışır, oysa çağdışı kalmış toplumlarda ve adalet sistemlerinde ise, adalet tarafından suçlanan kişi, kendisinin suçsuz olduğunu ispatlamaya zorlanır. Yaşadığımız toplumda, siz önceden suçlanıyor ve suçsuzluğunuzu siz ispatlamaya zorlanıyorsanız bu durumda, biliniz ki çağdışı kalmış bir toplumda ve adalet uygulaması içinde yaşıyorsunuz demektir.
Hukuka ve adalet anlayışına yalnızca bir ceza sistemi olarak değil, insan sevgisi açısından bakıp değerlendiren hukuk hocamız sayın Faruk EREN “Suçlu insanın üzerinden suçu kazıyınız altından İNSAN çıkar” demektedir. Oysa, çağdışı toplumlarda, çağdışı hukukun uygulayıcıları ise “İnsanın üzerinden insanlığı kazıyarak altından zorla suçlu çıkarmaktadırlar.”
İçinde yaşadığınız toplumda uygulanan hukuksal uygulamalara bakınız. Ne görüyorsunuz?
Özetle;
1. İçinde yaşadığınız toplumun kanunlarını inceleyiniz. Kanunlarınızın çıkış tarihleri hangi tarihi taşımaktadır ve hangi ülkenin kanunlarından esinlenerek düzenlenmiştir?
2. Ceza kanunlarınız, hoşgörü, tolerans, bir başka değişle sevgi anlayışına mı, yoksa ceza anlayışına mı daha çok dayanmaktadır?
3. Kanunlarınızı çağdaş adalet anlayışının uygulandığı kanunlarla karşılaştırınız. Hangisi daha çok ceza veya sevgi duygusuna dayanmaktadır. Özellikle hapis cezası hangi tip ülkelerin kanunlarında daha çok yer almaktadır?
Bu ve benzeri araştırmalar sonunda gördükleriniz çağdaş bir toplumda ve çağdaş bir adalet uygulaması içinde yaşadığınız duygusunu ve inancını sizde uyandırıyor mu? Eğer böyle bir duygu içinde iseniz, ne mutlu size, kutlarım sizi.
Yok, bunun aksi bir düşüncede iseniz, ne yapmanız gerekir? Doğrusu bunu tam olarak ben de bilemiyorum. Yalnız bilebildiğim bir tek şey var, o da,”Hiç olmazsa tavuk kadar değer verilmesini istememizin en tabii hakkımız olduğudur.”
Tarihini kesin olarak anımsayamıyorum fakat 1987’nin Şubat’ın sonlarında veya Mart ayının başlarında televizyonda yayınlanan bir sabah programında batı ülkelerin birinde, tavuklar üzerinde yapılan bir bilimsel araştırmayı duyurdu. Bu araştırmada, tavukların, yumurtlama zamanlarında, aşağılık kompleksi içine girdiklerini ve yumurtlama devrelerinde bir suçlu gibi gözden uzak, gizlenecek yerler aradıklarını ve oralara sığındıklarını, saklandıklarını saptamışlardır.
Bir tavuğun, yumurtlama devresinde duyabildiği bu aşağılık kompleksini ve tavuk üzerinde yaptığı olumsuz etkileri inceleyen bilim, insanların alınlarına vurulan suçluluk damgasının onlar ve aileleri üzerindeki olumsuz etkilerini neden incelemez ve bunu değerlendirmezler. Bir tavuğun aşağılık kompleksini düşmemesi için gösterilen bilimsel ilginin, insanlar üzerinde de düşünülmesini ve uygulanmasını istemek, haksız bir istek veya hayalperestlik mi olur?
Kısacası, adaleti sağlamak için verilen bir ceza, o insan üzerinde, suç duygusundan daha büyük bunalımlar ve kompleksler yaratılıyorsa, o adalet adaletsizlik yaratmış olur ve bu cezayı verenler, hukuk adına daha büyük suç işlemiş sayılırlar. Adalet ve insanlık adına, hukuk uygulayıcılarımızdan bu durumu dikkatlerinde bulundurmalarını istemek ve talep etmek bilim alanında değer verilen tavuklar kadar hakkımız olsa gerek.
e.Mail :
bşaşal@mynet.com

7 Kasım 2008 Cuma

DİN İSTİSMARCILIĞI, DİNSİZLİĞE HİZMETTİR
Behzat ŞAŞAL
İnsan oğlu var oluşundan bu güne dek huzur ve mutluluğu aramıştır ve aramaktadır. Bunun için de, kendisine aradıklarını vereceğini sandığı bir takım ideolojiler peşinde koşmuştur, koşmaktadır. Özellikle, kapitalizm ve kominizm ideolojileri insanlığı etkilemiş ve etkilemektedir.
İnsanlar bu ideolojiler ve diğer ideolojilerde aradığını bulamamış ve bunun sonucu olarak büyük bir boşluğa, bunalıma düşmüş ve bir arayış içine girmiştir.
Bu arayışta insanlar manevi inançlara ve özellikle de dini inançlara yönelmiştir. Bu yönelişi gören bazı açıkgöz çevreler bu yönelişten kendilerine bazı çıkarlar elde etme gayreti içine girmişlerdir. Bu, ekonominin ve toplum yaşamının genel kuralıdır. Bir yerde talep, yani istek çoğalınca o isteğe göre de arzlar, yani bazı sunuşlar ortaya çıkar. Dünyamızda bu gelişimi gören bazı açıkgöz kişiler, din adamları ve siyasiler toplumun bu arayış ve isteklerinden faydalanma yönüne gittiler ve gidiyorlar. Büyük bir ustalıkla dindarlık kisvesine bürünüp toplumun dini inançlarını, onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda kullanarak, dini ve insanları istismar edip onları sömürmeye başladılar.
Din ve dini inançları kimi çevreler günlük çıkarları, kimi çevreler de siyasi çıkarları için istismar ettiler ve ediyorlar. Hattâ bu alanda dünyada bir çok dini partiler kuruldu. Bu dini partilerde görev alan kişilerin ne kadar din ile ilgisi vardır, ne kadar dindar insanlardır, bu şüphe edilecek bir durumdur. Zaten bu kişiler için din ve dindarlık önemli değildir. Onlar için önemli olan dindar görünüp, toplumun dini duygularını, dini inançlarını dünyevi ve siyasi çıkarları için kullanabilme ustalığını, becerisini gösterebilmeleridir.Bunlar, toplumu kandırmak için, kalıptan kalıba, kılıktan kılığa girmekten çekinmezler.
Örneğin; Bu tipteki insanlar derhal, dini inançları çağrıştıran isimlerle bir takım şirketler, holdingler kurarak insanların dini duygularını istismar ederek, dine ve insanlara hizmet ediyor görüntüsü altında paralarını alılar ve ortadan kaybolurlar. Onlar, bu davranışlarıyla kârlı olduklarını sanırlar amma, insanların dini inançlarını yıkıp, yok ettiklerini düşünmezler, düşünseler de dikkate almazlar.
Örneğin; Bunlardan bazı kişiler de siyasi parti kurarlar, bu yönde faaliyet göstererek icra-i sanat ederler. Soyguncular, dolandırıcılar sanatlarını yürütmek için derhal bu siyasi partilere girerler ve orada en küçüğünden en büyük kademelerine kadar görev alırlar. Bunlar, günün 24 saatinde, fakat özellikle seçim zamanlarında akıl almaz bir çalışmaya girerler. Açık meydanlardan daha çok gizli köşelerde ve gizli bir şekilde çalışmayı severler. Çünkü; Aldatacakları, kandıracakları toplum çoğunlukla burada yaşar. Öylesine dindar ve dini inançlı görünürler ki, dini ve dini inançları yalnız onlar temsil ediyorlar, onlar koruyorlardır. Hafazan Allah, onlar olmazsa bu memlekette ve bu millette ne din kalacak ne iman... Onlar gibi düşünmemek, onlar gibi yaşayıp giyinmemek dine karşı gelmektir, dinsizliktir, imansızlıktır.
Kısacası, dinin ve dini inançların tek temsilcisi onlardır. Bunun için de seçimlerde yalnız onlara oy verilmesi gerekir. Onların dışındaki partilere oy vermek, Allah göstermesin dinsizlikle eşdeğer bir durumdur. Onlar, gerekli yerlerde ve gerekli gördükleri insanlara bir küçük altın veya bazı yardımlar karşılığında inandıkları din kitaplarının üstüne, kendi partilerine oy vereceklerine dair yemin ettirirler. Pek tabiidir ki bunlar hep din adına, Allah adına yapılır. Yoksa hiçbir art niyetleri yoktur !. Çünkü onlar Allah aşkı ile yanan insanlardır !
Bu ve buna benzer aldatmacalar, kandırmacaları ile dini inançlı insanlardan din adına oy isterler. Bunun sonucunda, ya doğrudan doğruya iktidar veya iktidar ortağı olurlar.
İşte, işin iç yüzü o zaman ortaya çıkar. Çünkü, seçimlerden sonra din adına oy almış olanların en azından üçte birinin suçlu kişiler olduğunu, adaletten kurtulmak için bu parti kanalıyla seçilip dokunulmazlık hakkı kazandıklarını, dokunulmazlığın arkasına saklandıklarını görürler. Yani, bazı kişilerin, hırsızların, dolandırıcıların, silâh ve esrar kaçakçılarının, hattâ cani ve katillerin, dini görünümlü bir partiden, dini görünümleri ile seçildiklerini görürler.
Dini görünümlü bu partilerde rüşvetçilik, dalavere, dolandırıcılık gibi işler, fatura ve arsa yolsuzlukları, kısacası burada yazmakla bitmez din adına yapılan bir sürü yalana-dolana dayanan işler ortaya çıkar. Amma onlar, bu işlerde o kadar ustalaşmış, pişmiş kimselerdir ki, halâ kendilerini dindar, namuslu, ahlâk timsali kişiler olarak göstermesini bilirler. Bu işi ustalıkla becerirler. Öylesine ki, kendi suçlarını başkalarının üzerine atarak, karşıt kişileri suçlu göstermesini çok iyi bilirler.
Kısacası, din adına “dini görünümlü” akla hayale gelmedik din dışı işler yaparlar. İşin başında millet bunun farkında olmayabilir amma, eninde sonunda uyanır ve oynanan oyunları ve çevrilen dolapları görmeye başlar.
Görmeye başlar da ne olur ?
Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, onlar yüklerini yüklenmişlerdir.
Burada asıl tehlike ve üzerinde durulması gereken asıl mesele, insanların, aldatılmış olmalarını anlamaları ve bu kişilere bir daha oy vermemeleri değil; Asıl tehlike ve asıl asıl acı sonuç, bu aldatma olayının din adına ve dindar görünümlü insanlar tarafından yapılması ve bunun görülmesidir.
Peki, bu durumda ne olmaktadır ?
İnsanlar, “beni, dini görünümlü sahtekârlar, dolandırıcılar aldattı” demiyorlar. İnsanlar bu gibi durumlarda kendisini aldatan insanları değil, doğrudan doğruya dini ve dini inançları hedef almakta, dine ve dini inançlara karşı inançları zayıflamakta, hattâ yok olmaktadır. İşte bu gibi , yani dini kullanan insanların yaptıkları en büyük kötülük budur.
İnsanların din ve Allah inançlarını yıkmakta ve yok etmektedirler.
Aldatılmanın, dolandırılmanın zararı ve acıları zamanla unutulabilir, fakat yıkılan, yok edilen din ve Allah inancının yeniden var edilmesi imkânsız gibidir. Çünkü, din ve Allah inancı kökünden yıkılıp yok edilmiştir. Bu yıkım, din adına, dindar görünümlü kişiler tarafından yapılmıştır. Bundan sonra onların karşısına gerçek din adamları değil, peygamber çıksa dahi inanmayacaklardır.
Böylece, din ve Allah inancı yok edilmektedir ve yok olmaktadır.
Ne yazık ki bu tehlikeyi görmüyoruz.
Daha açık ve özlü bir sözle; “Din ve dini inançların istismarcılığı, dinsizliğe hizmettir”
Bunu unutmayalım. Çünkü bir çok kişiden; “Eğer bunlar dindar iseler, ben dinsiz olmayı tercih ederim” dediklerini duydum.
Bu çok acı ve çok üzüntü veren bir durumdur.
Halbuki; Söyler’ misiniz, din ve dini inançların istismar edildiği ve din ile aldatılıp kandırılan toplumlarda güvenilir seçim, sağlıklı oy almak mümkün’ müdür ?
Seçim döneminde yapılan konuşmalara ve çalışmalara “seçim kampanyası” deniyor. Oysa, buna “yalan söyleme kampanyası” denilse, bence daha doğrun olur. Çünkü ben, bu güne dek düşündüğüm ve istediğim gibi bir tek “seçim kampanyası” görmedim. Ama, “yalan söyleme kampanyası” çok gördüm.
Aldatılarak, kandırılarak alınan oylar sonucu kurulan iktidar “milli irade” yi temsil edebilir mi?
Eğer, güvenilir seçim ve sağlıklı oylarla bir seçim yapılması, “milli iradenin” oluşması ve temsil edilmesi isteniyorsa, insanların bireysel olsun, toplumsal olsun, din ve dini inançlarının istismar edilerek aldatılması, kandırılması ve sömürülmesi önlenmelidir.
Bunun için de milletçe gerekli bütün tedbirlerin ve önlemlerin alınması zorunlu olmalıdır.
***
BİR ŞEYLER OLUYOR, ANLAYAN VAR MI ?
Behzat ŞAŞAL
Dostlarım, hayvanlar arasında olsun, insanlar arasında olsun, dünyamızda canlılar aleminde bir şeyler oluyor, bunun farkında mısınız bilmiyorum. Bu bir şeyler oluş, insanlar alemi ile hayvanlar alemi arasında bir değişim şeklinde kendini göstermektedir.
Televizyonlarda ve özellikle gazetelerde bilmiyorum dikkatinizi çekiyor mu ?
Gazetede bir resim, güzel bir kedi ve bir fare birlikte yaşıyorlar, fare kedinin üstüne binmiş sırtında oturuyor.
Başka bir gazete de başka bir resim, denize düşen bir kedi yavrusunu bir polis köpeği denize atlayarak onu ağzına alıp, incitmeden sahile çıkarıyor ve ıslanmış kediyi kurutmak için diliyle yalıyor.
Yine başka bir resimde bir köpek, kendi yavruları ile birlikte bir kedi yavrusunu emzirerek besliyor.
Bir kedinin kuşlarla arkadaş olup oynayışını, kuşların kedinin üstüne konduklarını gördünüz mü ?
Ve bir kaplanla ceylan’ın birlikte kardeş kardeş yaşadıklarını gösteren bir başka resim.
Bu ve buna benzer daha bir sürü örnekler.
Bizim bildiğimize göre, tabiatın yaratılış kanununda taban tabana zıt yaratılışlı ve doğal yapıları gereği birbirine düşman oldukları bilinen bu hayvanların sarmaş dolaş, kardeşçe yaşadıklarını görüyoruz.
Buna karşın insan alemine ve yaşamına bir bakalım.
Yine gazetelerde okuyor ve televizyonlarda izliyoruz.
Kolundaki bileziği alabilmek için kesilen, öldürülen insanlar...
Babası 80, annesi 75 yaşlarında, bu yaşlı insanları ağızlarındaki takma dişleri zorla alarak satan bir evlât.
Kendisine para vermiyor diye, yatalak hasta annesini döverek sokağa atan bir başka evlât,
Sakatlar arabasında felçli bir insan, bu felçli insanı hastanelik edecek şekilde döverek o insanın iletişim aracı olan cep telefonunu çalanlar...
Gözleri görmeyen bir insanı, yardım ediyoruz diye ıssız bir yere götürüp orada döverek üstündeki bütün paraları alanlar...
Çantasını almak için insanları yerlerde sürükleyerek öldürenler...
Bunlar niçin, neden yapılmaktadır ?
İnsanlar, bu ve buna benzer daha bir çok kötülükleri PARA için yapmaktadırlar.
İnsanlar için para neyse, köpekler için de kemik aynı şeydir. Köpekler de kemik için birbirleri ile boğuşurlar, ama bir kemik parçası için birbirlerini öldürmemektedirler.
Bundan ders alan var mı ?
Para için öz be öz kızına, nikâhlı karısına fahişelik yaptıran insanlar...
Para için, kutsal kabul edilen vatanını, hattâ dini inançlarını satanlar...
Dostlarım; Hayvanlar alemindeki bu duygusal değişimin ve davranışların farkında mısınız? Buna karşın insanlardaki bu korkunç değişimin, duygusal ve ahlâki değerler bakımından dejenere oluşunu görebiliyor ve izleyebiliyor musunuz ?
Biz insanların ders alması için mi, hayvanlar aleminde böyle bir değişim ve insancıl yardımlaşma oluştuğunu görüyoruz.
Biz insanlara ders olması umuduyla hayvanların böylesine insancıl davranışlara yönelten bu güç nedir ?
Kısacası: Hayvanlarla insanların bazı davranışlarda yer değiştirdiğini görüyor musunuz ?
Bu değişimi; Gören, bilen, anlayan var mı ?
İnsanlık olarak, bunların üzerinde düşünmemiz gerekmez mi ?
Bu gidiş, insanlığın geleceği için büyük bir tehlike değil mi ?
Bu olumsuz gidişi durdurmak, değiştirmek mümkün değil mi ?
Mümkün ise bu nasıl olacak?
e.MAİL: bsasal@mynet.com

1 Kasım 2008 Cumartesi


BİLİM VE DİN ÇEVRELERİNE ÇAĞRI
Birbirinizi yok etmek veya en azından etkisiz hale getirmek için, aranızdaki açık veya gizli zıtlaşmayı, savaşı bırakın artık. Bu zıtlaşma ve savaşta birbirinize değil, bütün insanlığa kötülük ve zarar verdiğinizi görünüz artık.
Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı dünyevi çıkarlardan uzak, açık kalplilikle ortaya koyarsanız, aranızda, birbirinizi yok etmeyi gerektiren bir zıtlığın olmadığını göreceksiniz.
Bilimin amacı da, bütün dinlerin amacı gibi insanlığa hizmet etmek değil midir ?
Öyle ise, aranızdaki bu zıtlaşmanın ve düşmanca görüntünün temel nedeni nedir ?
Bilim çevresinin amacı; Her şeyin bilimselliğe dayanması, bilimin ve akılcılığın insan yaşamına egemen olması ve hükmetmesi değil midir ?
Peki, bütün din kitaplarının da temel emirlerinden olup, aydın din çevrelerinin amacı da, din ve dini inançların akıl ve akılcılığa dayanması değil midir? Çünkü, din kitaplarımız, “Siz hiç düşünmez misiniz ?” , “Siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi insanları düşünmeye ve akılcılığa davet eden ayetlerle dolu değil mi ?
Din kitabımızda
:
“Neden Kuran’ı dikkatle incelemiyorlar ? Yoksa, akılları üzerinde kilitler mi var ?” ayeti ile insanları açıkça araştırmaya, akılcılığa yani bilimselliğe davet etmiyor mu ?
Ayrıca, yine bütün dini inançlarda “Aklı olmayanın dini yoktur” ayeti ile de insanlara ‘akılcılığı’ önermiş, aklı olmayanın dini inancının da akılcı olmayacağını ve Allah tarafından da makbul kabul edilmeyeceğini açıkça belirtmiyor mu ?
Bilim çevresi, bilimsel bulgularının ve bu bulgulara dayanarak yaptıklarının özüne indiğinde o bilimsel bulgularda Kur’an’daki ayetin bilimsel açıklamasını görecektir. Çünkü, “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilâhi kanunlarıdır” demektedir.
Bilim ve din çevrelerine çağrıda bulunuyorum:

Gelin, bütün bilimsel bulguları ve bu bulgulara dayalı teknolojiyi tabiat kanunları ile, Kur’an daki ilgili bazı ayetleri birlikte değerlendiriniz. Bu durumda bilim ve dinin birbirinden ayrı, özellikle de birbirine karşıt olmadığını, tam aksine ÖZ’de bir olduğunu göreceksiniz.
Öyle ise, bu savaş neyin savaşı ve ‘bu savaş’ niçin verilmektedir ?
Her iki taraf da akılcı bir gözlemle değerlendirmede bulunursa, bazı yanlış anlamalar ve yanılgılar içinde bulunduklarını göreceklerdir.
Bazı bilim çevreleri,‘din ve Allah inancına’ neden karşıdırlar ?
Din ve Allah inancında insanlık için zararlı gördükleri olumsuzlukları lütfen açık kalplilikle ortaya koysunlar.
Din çevreleri de lütfen, bilim çevrelerinin din ve Allah inancına karşı oldukları konular üzerinde akılcı olarak düşünmeli ve bu alanda gerekli bilimsel araştırmaları yapmalıdırlar.
Öyle sanıyorum ki, şu gerçekler ortaya çıkacaktır:
* Bilim çevrelerinin din ve Allah inancında ve bazı dini uygulamalarda karşı oldukları bir çok şeye aydın din çevrelerinin de karşı olduğu görülecektir.
* Din çevreleri de gerekli bilimsel araştırmalarda bulunurlarsa, din ve dini inançlar içinde bilimle ve akılcılıkla bağdaşmayan ve kabul edilemeyecek bir çok hurafe ve batıl inançların varlığını ve uygulamalarını göreceklerdir.
* Din ve dini inançlara karşı olan çevreler de, dini inançlar ve uygulamalar içine karışmış hurafe ve batıl inançları din olarak düşünüp değerlendirme yanılgısından kendilerini ve insanlığı kurtarmalıdırlar.
* Çalışmayı ve bilimsel düşünmeyi ibadet kabul eden dinleri, insanları geri bırakmakla suçlamak yanılgısından kendilerini ve dinleri kurtarmalıdırlar.
* Din, “Din Ahlâktır” diye tanımlanırken, dinleri ahlâk anlayışını bozmakla suçlamak yanılgısından kendinizi de dinleri de kurtarınız.
* Hurafeler ve batıl inançlara karşı savaş açmış olan dinler ne gariptir ki, hurafelik ve batıl inançlılıkla suçlanmaktadır. Bu yanılgıyı görelim artık.
* “Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” bu deyiş dinlerin ortak görüşü ve ortak emridir.
Kısacası; Allah’ın, din ve dini kurallarındaki arzu ve amacının, hurafe ve batıl inançlardan arındırarak, dinlerin gerçek felsefesini ortaya çıkarma zamanı gelmiştir.
Allah’ın, akıl ve akılcılığa dayandırdığı din ve dini inançlar ile, dini, akıl ve akılcılığın dışında gösterenleri ayırt ediniz ve dini, akılcılığın dışında gösterenlere karşı olunuz. Ama, Allah’a ve akılcılığa dayanan din ve dini inançlara karşı olmayınız.
Allah’ın, din ve dini inançlarla ortaya koyduğu amacı ; “Sana yapılmasını istemediğin kötü şeyleri sen de başkalarına yapma, sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri sen de başkalarına yap” veya “Kendiniz için sevdiğiniz şeyleri başkaları için de sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş sayılmazsınız” değil mi ?
İnsanlık bunu bilmiyor veya bilinmiyorsa, din ve Allah inancını yok etmeye çalışacağımız yerde, dinlerin bu ortak felsefesini insanlığa öğretmemiz, insanlık için çok daha iyi ve faydalı olmaz mı ?
Dine karşı veya dindar olun, bu ortak amaç ve felsefeye karşı olabilir misiniz ?
Bunun için bilimin ve dinin bu ortak amaçlarda el ele vererek insanlığın mutluluğu, huzuru ve buna ulaşılması için çalışmak olmalıdır.
O halde, bilim ve din neden, niçin birbirine karşıt ve düşmanca davranışlar içinde bulunuyorlar ?
En doğrusu, bilim ve din el ele verip, insanlığın mutluluğu için birlikte daha bilinçli, daha akılcı ve daha inançlı olarak çalışmalıdırlar.
İnsanlık, ancak, böyle bir din anlayışı ve yaşam biçimi ile kötülüklerden, savaşlardan kurtulup gerçek mutluluğa ve huzura kavuşacaktır.
Aslında, bilimin de dinin de asli görev ve işlevi budur. Uygulama bu olmalıdır.
Behzat. ŞAŞAL e.Mail; bsasal@mynet.com GSM: 0537.683 95 33
*****************

UNIVERSAL CALL .... COME !..
Let us bring wherever we go
Let us be connectors and unifiers, not sowers of dissent
Let us disseminate
Love where there is hate
Forgiveness where there is injury
Belief where there is doubt
Hope where there is despaır
Light where there is darkness
And joy where there is sorrow
COME!
Let us be
Not of those who see the failure of others,but of who hide their
Not of those who seek consolation, but those who console
Not of those who wish to be understood, but those who understand
Not of those who wish to be loved, but those who love.
COME!
Let us we become
Like the rain, which bestows life without discrimination wherever it flows;
Like the sun, which enlightens all beings everywhere without distinction; like the earth, which though everything steps on it, withholds nothing, and bestows its fruits on everyone.
AND COME!
Be the ones of those hands who give rather than receive
Those who are forgiven because they forgive
Those who are born for Truth, live for Truth,die for Truth,
And let’s be in the stage of the ones who are reborn in the eternal life

Behzat ŞAŞAL

INVITATION TO UNIVERSAL UNION(*)
Starting with the first experiences of the human being, the greatest mistake made is the discrimination among languages, religions and races. However, the scientific diagnosis on DNA proves that all people have the same genetic specialties. So, we are the individuals of the great world family. The discrimination between the religions is the human history. Since there is no different GODS, therefore there is no different religions. If the issue is examined carefully and evaluated with objective rationality, we can see that all the Prophets are God’s Prophets and their mission is to teach and to explain GOD to the people.
Whichever religion we believe in or whatever name we gave a name to those religions, we all pray to and practice for the same GOD that all of us believe in, pray to and practice for.
On the contrary, we have been fighting and killing each other for God along centuries while pretending that there are different GODS and religions.
So, what we are going to say on Doomsday if GOD will ask why we killed each other. Should we reply that we did it for you, how we can give an answer in the case that GOD says: “Did not I create both you and the people you had killed?”
All the religions have common order for the people that:”Do not treat others in a bad way that you do not like to be treated so. Do the others favor that you like to be done so.”
What is the reason that we cannot understand this beautiful comment and do it so?
How can we get rid of those prejudices and evil activities that infuse our personality and subconscious along the centuries?
The only and proper way is criticize us as an individual and a social group for saving ourselves from the adverse impact of the selfish interest. That means we should struggle with our conscious that produces discrimination and wars.
SO…
Come together, in the “Age of the Wisdom” 21 century, let’s get r id of the mistake that has been existing all centuries long.
Come together, perceive that we have the same origin and hug each other frankly, although we have different colors, languages and religious beliefs.
Come together, get the heaven even in this world and in our lives that God promises in the holy boks.
FRIENDLY LOVE…
(*) P.S. ıf you believe in this invitation, please declare this with your signature to all the leaders of the religions, the governments and authorized organizations via all communication tools.
YOUR PAY OFF WOULD BE INFINITE LOVE AND PEACE AND FRATER
NITY
Behzat ŞAŞAL
bsasal@mynet.com // GSM:0537.6839533
P.K. No: 118 [06442] ANKARA/TÜRKİYE

9 Ekim 2008 Perşembe

İNSANLIK İÇİN ÜÇ BÜYÜK TEHLİKE
Behzat ŞAŞAL
Martin Lüter King: “İnsanlar kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendiler; ama kardeşçe yaşamasını öğrenemediler” diyor.
Çok güzel bir görüş, çok güzel bir sözle ortaya konmuş; iyi ama neden, niçin?
Bunun araştırılması ve sebeblerinin ortaya konması gerekiyor.
Bizce insanların kardeşçe yaşamaları için kardeşçe duyguların oluşması, oluşturulması gerekir.
Oysa hayatımızda bunun tam tersi yapılmaktadır.
Bırakın düşmanlar arasında kardeşlik duygusunun oluşturulmasını, öz be öz kardeşler arasında düşmanlık yaratmak için her şey yapılmaktadır.
İnsanlara, insanlık ve insancıl duyguların yok olmasına birçok etkenler sebep olmaktadır.
Biz bu etkenleri genel olarak üç ana madde üzerinde açıklamaya çalışacağız.
1-İnsanların, maddeleştirilmesi, maddileştirilmesi;
İnsana, kendi yapısı yalnızca maddeleştirilerek tanıtıp öğretildi, yani insan, 206 adet iskelet denilen kemikten ve onun etrafını saran adına organ denilen bir takım et parçalarından oluşmuş biyolojik yapılı bir et yığını olarak anlatılıp öğretildi. Oysa insanı insan yapan anatomisini oluşturan o et değil, o et yığınının iç yapısında bulunan ve adına manevi denilen değerlerdir.
İnsan beden yapısının içindeki manevi değerler hiç dikkate alınmadan, insan yalnız madde olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir. İnsana da bu kabul ettirilmiş veya ettirilmeye çalışılmıştır.
Oysa fert olarak insanın ve dolayısı ile bütün insanlığın madde yapısına olduğu kadar, manevi değerlere de ihtiyacı olduğu unutulmakta ve hattâ unutturulmaktadır. İnsanların kardeşçe yaşayabilmesi için, madde yapısı kadar manevi yapısının da korunması ve bunların her ikisi bir ahenk ve bir uyum içinde birbirini bütünleyici, tamamlayıcı şekilde birlikte yaşaması sağlanmalıdır. Ne de tek maddecilik ne tek başına maneviyatçılık mutlu olmasına ve kardeşçe yaşamasına yeterli değildir, tam aksine insanlar manevi inançlardan uzaklaştırılarak yalnızca maddileştirilmeye doğru götürülmektedir.
İnsanlarda manevi inançların ve özellikle sevgi duygusunun yok olmasında en büyük etken, kapitalist ekonomi sisteminin felsefesi ve anlayışı. Çünkü kapitalizmde tek amaç kazanmaktır. Kazan da nasıl kazanırsan kazan. Ticarette amaç elbette kazanmaktır kaybetmek değil. Ama bazı kazanmak anlayışı ve felsefesi insanlığı aldatarak kandırarak kazanmak üzerine inşa edilmiştir. Ne reklamı olursa olsun bütün reklamlara dikkat ediniz, reklamlardaki temel anlayış ve temel yöneliş insanların zayıf taraflarını yakalamak, onların bu zayıf taraflarından faydalanarak mallarını satmaktır. Bunda her türlü aldatmak oyunları oynanmaktadır.
Kazanmak hırsı uğrunda oynanan oyunlar bu uğurda yapılan işlemler insanların manevi i-
özellikle sevgi duygularını yok etmektedir. Hem öylesine ki, bırakın tanımadığı insanları, baba oğul, ağabey kardeş birbirlerini acımasızca aldatma, kandırma oyunları oynamaktadırlar. Bu gibi davranışlar insanlardaki manevi inançları ve sevgi duygusunu yok etmekte, İnsanlarda sevgi duygusu yok olduğu zaman da o insanların bütün insancıl duyguları da yok olmaktadır.
İnsanların kardeşçe yaşaması birbirlerine kardeşçe sevgi duymaları ile mümkündür. Bizce Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV.), bu duruma iki hadisi şerif ile ne güzel ortaya koymuştur -“Kendiniz için sevdiğiniz şeyleri kardeşleriniz için de sevmedikçe tam mümin olamazsınız.” veya; -“İman etmedikçe mümin olamazsınız, insanları sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız.”
Elbette kapitalizm olacaktır ve ticaret yapılacaktır. Unutmayalım ki Peygamberimiz de ticaretle uğraşmış ve ticareti teşvik etmiş bir insandır. Ama bu kapitalizmin işleyişi ve ticaret anlayışı peygamberimizin usulünce ve insanları aldatmak, kandırmak üzerine değil, onları memnun ve mutlu edici tarzda; yani dinî veya insancıl bir anlayışla karşılıklı helallik içinde olmalıdır.
Sosyal veya ticari olsun bütün ilişkilerimiz kardeşçe sevgi duygusuna dayanmalıdır.
Özellikle öğretim ve eğitim sistemimiz kardeşçe sevgi duygusunu öğretici, kazandırıcı şeklinde düzenlenmelidir. İnsanlara kalıplaşmış dini bilgilerden daha çok ve öncelikle “insanlık sevgisi, evrensel kardeşlik sevgisi” verilmeli ve öğretilmelidir. Özellikle insanlara verilen ve verilecek din bilgisi Allah korkusu üzerine değil, Allah sevgisi üzerine olmalıdır.
İnsanda en güçlü ve en kuvvetli duygu sevgi duygusudur. İçinizde ne kadar kuvvetli kıskançlık, kin, intikam gibi benzeri duygular olursa olun ufak bir sevgi duygusu içinizdeki bu ve buna benzer bütün olumsuz duyguları yok eder. Bir bilge kişi “Bir gram sevgi, bin gram bilgiden üstündür.” diyor. İnsanlar ve toplumlar arasındaki bütün kötülükler, kavgalar, savaşlar sevgi duygusu noksanlığından ileri gelmektedir. İnsanlığa yapılacak en büyük hizmet, insanlara karşı kardeşçe sevgi duygusu kazandırılması olacaktır. İnsanlara kardeşçe duyulan evrensel sevgi dışındaki bütün çalışmalar ne kadar iyi niyetli olursa olsun boş çabalardır, “Akıntıya kürek çekmektir.” İnsanlık için, geleceğimiz için bütün çaba ve çalışmalarımız insanlara evrensel kardeşlik duygularının, kardeşçe sevgilerin kazandırılması üzerine olmalıdır.
2-Suni Beslenme;
Suni Uygulamalarla yetiştirilen suni gıdalarla beslenen insan bedenindeki hücrelerin iç yapısında meydana gelen olumsuz etkiler, kalp ve beyin hücreleri üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Bu olumsuz etkilenmeleri kabul etmiyoruz, etmek istemiyor veya bu gibi etkilenme düşüncesini ilmî bulmuyor ve ısrarla diyoruz ki; lütfen insanlar arasında iki grup oluşturunuz, bir grubu yalnızca tabiî besinlerle, ikinci grubu da tamamen suni besinlerle besleyin ve aradaki farkı görünüz. Suni gıdaların insan bedeninde ve dolayısı ile psikolojik yapısında yaptığı değişimleri dikkate alınız. Bunun için diyoruz ki insanlar az yemeli, ancak tabii gıdalarla beslenmelidir.
Suni gıdaların burada yeterince belirtemediğimiz olumsuz etkileri önlenmedikçe insanların kardeşçe, mutlu, huzurlu yaşamaları imkânsız denecek kadar azdır.
3-Haksız Kazanç;
İnsanlar şu veya bu şekilde başkalarını aldatarak kandırarak kazanç peşinde oldukça ve bu haksız daha doğrusu haram kazançla beslendikleri müddetçe söz konusu ettiğimiz olumsuz etkilerden oluşumlardan kurtulamazlar; kurtulmaları da mümkün değildir.
Çünkü bozulma yozlaşma içerden olmaktadır.
Haksız kazanç, haram lokma yedikçe de bunların hücrelerimiz dolayısı ile bedenimizin içyapısında yaptığı biyolojik ve psikolojik olumsuz etkileşimlerden insanoğlu kendini kurtaramaz. Bu olumsuz etkilerden kurtulmadıkça da insanların, sağlıklı, mutlu ve huzurlu olabilme imkânı yok gibidir.
Özet Olarak;
İnsanların yapılarında, tabiatından gelen güzel ve sağlıklı özellikleri ile manevi özellikleri korunmalıdır. Manevi değerler hiçbir zaman maddi çıkarlar uğrunda harcanmamalı, ziyan edilip kaybedilmemelidir. İnsanların tabiî maddi ve manevi değerlerinin olumsuz etkilerle bozulması önlenmelidir. Bu önleme insanların birbirlerine kardeşçe davranışlarını da oluşturacaktır.
Burada yazdıklarımı yalnızca dinî açıdan bakarak değil, ilmî açıdan inceleyip değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme de, söz konusu ettiğim etkileri hücre yapımızın içyapısında meydana gelen değişimleri inceleyerek yapılmalıdır. Bu olumsuz etkileşim ve değişimlerin insanlar üzerinde yaptığı etkiler incelenmelidir.
İnsanların ve insanlığın barış içinde mutlu, huzurlu ve kardeşçe yaşamasını istiyorsak, insanın tabiî yapısının bozulmamasına dikkat etmeliyiz; bozulursa, insanda da birçok şeyin bozulduğunu bilmeliyiz ve bu bozulmaları dikkate almalıyız.
İnsanın, insanlığın sağlığı, mutluluğu ve huzuru tabiat kanunlarına dikkatli bir uyumla mümkündür. Tabiatın verdiğini suni etkileşimlerle bozarsanız, zararını tabiat değil insanlık çekecektir ve çekmektedir. Aklımızı kullanıp, ne tabiata ne de kendimize çektirelim...
Kaynak:
ERCİYES Ekim 2006 Sayı: 346, 21-22. s..
bkey="ilhangul1919.c2d462238c9dbae418db3ee9d1a62f05";

7 Ekim 2008 Salı

AYIP OLMUYOR MU?...
Behzat ŞAŞAL
İçimizdeki bazı çevrelerce akıl almadık yalan ve iftiralarla hakaret edilerek yok edilmek istenen Atatürk için yabancı siyaset ve ilim adamlarının söylediklerine bir bakın ;
İstanbulda bir konferans veren Amerikalı tarih profesorü Justin Mc Carty :“ Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistanda olurdu, ama Trakya ve Anadoluda kalmazdı.100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya ovasından sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz ?
Ne Türk ne de Türkiye kalırdı.
Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı.” diyerek şu açıklamayı yapıyor;“1800-1922 arası çok kötü bir yüzyıl olmuştur.
Bu süreç içinde bir çok müslüman ülkeleri yok edilmiş ve bu dönemde 5 milyon 381 bin müslüman göç etmek zorunda kalmış, 5 milyon 60 bin müslüman öldürülmüştür.
Bu ibret tablosu karşısında sormak gerekiyor.
Mustafa Kemalin itildiği Konya ovasını gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş!
Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı. Atatürk diyebilirdi ki, ben Selanik’e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, o büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu.
O tam tersine, düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusuna telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği “Yurtta barış dünyada barış”sözünü söyledi.” diyor.
Pakistanın kurucularından Muhammed İkbal Atatürk için, “ O yalnızca Türk toplumunun Atası değil, bütün mazlum ülkelerin ve şarkın da atasıdır.” demiştir.Kur’an tercümesini insanlık alemine kazandıran Nezir Ahmet ile Feth Muhammed Han bu büyük eserini Atatürk’e “İslam dünyasının müncisi (Selamete çıkaran, kurtaran) Atatürk hazretlerine yadigardır.” diyerek ithaf etmiştir.
Dünyanın bütün bilim adamları, hatta savaşta yendiği düşmanları bile Atatürk’ ü takdir edip saygı gösterirken, bizde bazı çevrelerin Atatürk düşmanı olmaları doğrusu akıl alacak gibi değil.Bu Atatürk düşmanlığının kökenindeki nedenler nelerdir?Bunun üzerinde bilimsel olarak dikkatle durulması ve bu çelişkinin açıklanması gerekir.
Bu durum incelendiğinde ve bu düşmanlığın özünde, dini inançların savunulmasından daha çok, bazı gizli menfaatlerin, çıkarların etkin rol oynadığı görülecektir.Kısacası, Atatürk bütün dünya aydınları tarafından takdir edilip saygıyla anılırken, bizim (bazı çevrelerce) hakaret edilmesi ayıp olmuyor mu ?

29 Eylül 2008 Pazartesi

27 Eylül 2008 Cumartesi

BİLİM VE DİN ÇEVRELERİNE Ç A Ğ R I
Behzat ŞAŞAL, 24 Eylül 2006
Birbirinizi yok etmek veya en azından etkisiz hale getirmek için, aranızdaki açık veya gizli zıtlaşmayı, savaşı bırakın artık. Bu zıtlaşma ve savaşta birbirinize değil, bütün insanlığa kötülük ve zarar verdiğinizi görünüz artık.
Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı dünyevi çıkarlardan uzak, açık kalplilikle ortaya koyarsanız, aranızda, birbirinizi yok etmeyi gerektiren bir zıtlığın olmadığını göreceksiniz.
Bilimin amacı da, bütün dinlerin amacı gibi insanlığa hizmet etmek değil midir ?
Öyle ise, aranızdaki bu zıtlaşmanın ve düşmanca görüntünün temel nedeni nedir ?
Bilim çevresinin amacı; Her şeyin bilimselliğe dayanması, bilimin ve akılcılığın insan yaşamına egemen olması ve hükmetmesi değil midir ?
Peki, bütün din kitaplarının da temel emirlerinden olup, aydın din çevrelerinin amacı da, din ve dini inançların akıl ve akılcılığa dayanması değil midir? Çünkü, din kitaplarımız, “Siz hiç düşünmez misiniz ?” , “Siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi insanları düşünmeye ve akılcılığa davet eden ayetlerle dolu değil mi ?
Din kitabımızda :
“Neden Kuran’ı dikkatle incelemiyorlar ?
Yoksa, akılları üzerinde kilitler mi var ?” ayeti ile insanları açıkça araştırmaya, akılcılığa yani bilimselliğe davet etmiyor mu ?
Ayrıca, yine bütün dini inançlarda “Aklı olmayanın dini yoktur” ayeti ile de insanlara ‘akılcılığı’ önermiş, aklı olmayanın dini inancının da akılcı olmayacağını ve Allah tarafından da makbul kabul edilmeyeceğini açıkça belirtmiyor mu ?
Bilim çevresi, bilimsel bulgularının ve bu bulgulara dayanarak yaptıklarının özüne indiğinde o bilimsel bulgularda Kur’an’daki ayetin bilimsel açıklamasını görecektir. Çünkü, “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilâhi kanunlarıdır” demektedir.
Bilim ve din çevrelerine çağrıda bulunuyorum:
Gelin, bütün bilimsel bulguları ve bu bulgulara dayalı teknolojiyi tabiat kanunları ile, Kur’an daki ilgili bazı ayetleri birlikte değerlendiriniz. Bu durumda bilim ve dinin birbirinden ayrı, özellikle de birbirine karşıt olmadığını, tam aksine ÖZ’de bir olduğunu göreceksiniz.
Öyle ise, bu savaş neyin savaşı ve ‘bu savaş’ niçin verilmektedir ?
Her iki taraf da akılcı bir gözlemle değerlendirmede bulunursa, bazı yanlış anlamalar ve yanılgılar içinde bulunduklarını göreceklerdir.
Bazı bilim çevreleri,‘din ve Allah inancına’ neden karşıdırlar ?
Din ve Allah inancında insanlık için zararlı gördükleri olumsuzlukları lütfen açık kalplilikle ortaya koysunlar.
Din çevreleri de lütfen, bilim çevrelerinin din ve Allah inancına karşı oldukları konular üzerinde akılcı olarak düşünmeli ve bu alanda gerekli bilimsel araştırmaları yapmalıdırlar.
Öyle sanıyorum ki, şu gerçekler ortaya çıkacaktır:
-->Bilim çevrelerinin din ve Allah inancında ve bazı dini uygulamalarda karşı oldukları bir çok şeye aydın din çevrelerinin de karşı olduğu görülecektir.
-->Din çevreleri de gerekli bilimsel araştırmalarda bulunurlarsa, din ve dini inançlar içinde bilimle ve akılcılıkla bağdaşmayan ve kabul edilemeyecek bir çok hurafe ve batıl inançların varlığını ve uygulamalarını göreceklerdir.
-->Din ve dini inançlara karşı olan çevreler de, dini inançlar ve uygulamalar içine karışmış hurafe ve batıl inançları din olarak düşünüp değerlendirme yanılgısından kendilerini ve insanlığı kurtarmalıdırlar.
-->Çalışmayı ve bilimsel düşünmeyi ibadet kabul eden dinleri, insanları geri bırakmakla suçlamak yanılgısından kendilerini ve dinleri kurtarmalıdırlar.
-->Din, “Din Ahlâktır” diye tanımlanırken, dinleri ahlâk anlayışını bozmakla suçlamak yanılgısından kendinizi de dinleri de kurtarınız.
-->Hurafeler ve batıl inançlara karşı savaş açmış olan dinler ne gariptir ki, hurafelik ve batıl inançlılıkla suçlanmaktadır. Bu yanılgıyı görelim artık.
-->“Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” bu deyiş dinlerin ortak görüşü ve ortak emridir.
Kısacası; Allah’ın, din ve dini kurallarındaki arzu ve amacının, hurafe ve batıl inançlardan arındırarak, dinlerin gerçek felsefesini ortaya çıkarma zamanı gelmiştir.
Allah’ın, akıl ve akılcılığa dayandırdığı din ve dini inançlar ile, dini, akıl ve akılcılığın dışında gösterenleri ayırt ediniz ve dini, akılcılığın dışında gösterenlere karşı olunuz. Ama, Allah’a ve akılcılığa dayanan din ve dini inançlara karşı olmayınız.
Allah’ın, din ve dini inançlarla ortaya koyduğu amacı ; “Sana yapılmasını istemediğin kötü şeyleri sen de başkalarına yapma, sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri sen de başkalarına yap” veya “Kendiniz için sevdiğiniz şeyleri başkaları için de sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş sayılmazsınız” değil mi ?
İnsanlık bunu bilmiyor veya bilinmiyorsa, din ve Allah inancını yok etmeye çalışacağımız yerde, dinlerin bu ortak felsefesini insanlığa öğretmemiz, insanlık için çok daha iyi ve faydalı olmaz mı ?
Dine karşı veya dindar olun, bu ortak amaç ve felsefeye karşı olabilir misiniz ?
Bunun için bilimin ve dinin bu ortak amaçlarda el ele vererek insanlığın mutluluğu, huzuru ve buna ulaşılması için çalışmak olmalıdır.
O halde, bilim ve din neden, niçin birbirine karşıt ve düşmanca davranışlar içinde bulunuyorlar ?
En doğrusu, bilim ve din el ele verip, insanlığın mutluluğu için birlikte daha bilinçli, daha akılcı ve daha inançlı olarak çalışmalıdırlar.
İnsanlık, ancak, böyle bir din anlayışı ve yaşam biçimi ile kötülüklerden, savaşlardan kurtulup gerçek mutluluğa ve huzura kavuşacaktır.
Aslında, bilimin de dinin de asli görev ve işlevi budur. Uygulama bu olmalıdır.
Behzat ŞAŞAL