8 Ocak 2009 Perşembe

BÜYÜK TEHLİKE (UYARI)
Behzat ŞAŞAL
Dünyamız ve dünya insanlığı büyük bir tehlikeye doğru hızla sürüklenmekte, daha doğrusu hızla koşarak gitmektedir.
Nedir bu büyük tehlike?
İnsanları bir arada tutan, birbirine bağlayan ve insanların toplumsal inançlarının, toplumsal yaşamının yıkılması, yok edilmesi.
Lütfen dikkat ediniz, insanları bir arada tutan ve insanlar arasında saygıyı, sevgiyi oluşturan ve insanlarca kutsal kabul edilen her şeyi yıpratma, zayıflatma ve zamanla da yok etme kampanyası çok bilinçli bir şekilde ve çok ustalıkla yürütülmektedir.
Öncelikle insanlardaki milli duyguları, milli inançları ustalıkla yıpratma ve yok etme taktiği uygulanıyor ve başarılı olunuyor.
Örneğin, insanları bir araya toplayan ve onları birleştiren vatan, millet sözcükleri küçümsetilerek alay konusu düzeyine indirgendi. Bunu kendi bünyemizde ve kendi içimizdeki uygulanışına lütfen dikkat ediniz. Nedir bu kendi ülkemizde ve kendi içimizde uygulanan yıpratıcı sözcükler?
Adeta günlük konuşma dilimize ustalıkla sokulan şu sözcüğe veya tekerlemeye bakınız. “Vatan, Millet, Sakarya”
Espri havası içine sokularak söylenilen bu sözcüklerle insanlar arasında kuvvetli bir bağ görevini gören Vatan, Millet sözcükleri alaya alınarak ustalıkla yıpratılmak ve yok edilmek istenilmektedir ve bunda da oldukça başarılı olunmuştur.
Bakınız, kurtuluş savaşımız ve esaretten kurtulup bir devlet, bir millet ve ulus olmamızın sembolü olan Sakarya savaşımız nasıl ustalıkla alaya alınmakta, nasıl ustalıkla yıpratılarak yok edilmektedir?
Örneğin, insanlar arasında bir başka dayanışma ve bağlılık birliği de ailedir. Bazı çevrelerce bu aile birliği, dayanışması yıpratılmak ve yok edilmek istenmektedir. Bunun için de evlilik dışı birlikte yaşam ustalıkla teşvik edilmekte ve bu uygulama da hızla yayılmaktadır.
Evlilik anlayışını yok etmek için bireylerin bağımsız ve özgür olma hakları çok güzel bir şekilde işlenmektedir. “bağımsız ve özgür olarak yaşamak” inancı, düşüncesi, çağdaş bir düşünce akımı gibi yaygınlaştırılmaktadır. Bu düşünce ile, insanların gelişmesini ve mutluluğunu engelleyen en büyük engellerden birinin insanların bağımlı ve özgür olmamalarından kaynaklandığı tezi ortaya atılmaktadır ve bu oldukça da insanlara akılcı ve inandırıcı gelmektedir.
Aile bağlarının, dayanışmasının zayıflaması vee yok olması için ellerinden gelen her türlü kurnazca oyunlar oynanmaktadır. Televizyonlardaki dizilere, filimlere lütfen bir bakın, evlilik dışı ilişki kurulmayan tek bir film var mı? Hele televizyon dizilerinde, öylesine ki, kim kimin karısı, kim kimin kocası belli değil... Dizi de rol alan hemen herkes birbiri ile cinsel ilişki içinde bulunmata ve bu gayet normal bir davranış olarak görülmekte ve gösterilmektedir.
Öylesine ki, “aile sadakati, aile bağlılığı veya ailede namus anlayışı, geri kafalılıkla, çağdışlılıkla suçlayarak bu gibi düşünceler, inançlar alay konusu olmaktadır. Birçok insan ve genellikle yeni yetişen nesiller, böyle bir suçlamanın altında kalmamak ve çağdaş görünümlü olmak için bu gibi fikirleri benimsemekte ve yaşamlarının bir parçası haline getirme çabası içinde bulunmaktadırlar.
Yıpratılmak ve yıkılmak için hedef olarak seçilen bir başka inanç ise DİN inancıdır. Din inancı da insanların birleşmesinde, birlik ve bütünlük içinde yaşamasında çok etkin bir rol oynamaktadır. İnsanları birleştiren, bütünleştiren bu din etkinliği de zayıflatılarak yok edilmek istenmektedir. Dini inançları zayıflatmak ve yok etmek için öne sürülen görüşler, yüzeysel bakılıp değerlendirildiğinde hak vermemek ve bu görüşleri doğru kabul etmemek mümkün değil.
Çünkü, akıl ve mantıksal görünüm altında tamamen insanların hislerine ve duygularına hitap dilmekte, duygularına seslenilmektedir.
İnsanoğlunun da en zayıf olduğu,daha doğrusu insanoğlunu kandırmanın, onu saptırmanın en kolay ve en etkin yolu, onun hislerine, duygularına seslenmektir. Çünkü insanoğlunun her ne kadar akıl ve mantıkla karar verip hareket ettiği zannedilse de, daha çok duyguları ve hisleri ile karar veren bir özeliğe sahiptir. Bunun içindir ki, bütün reklamcılar ve propagandacılar insanın bu zayıf tarafını gayet iyi bilmektedirler. Bunu bildikleri için de bütün reklamlarını ve propagandalarını, akıl ve mantıksal görünümü altında tamamen insanların duygularına, hislerini seslenmektedirler.
İnsanları, inandırmak, kandırmak için onların en zayıf noktaları olan duygu ve hissi taraflarını tahrik ederler. Örneğin, bir şey satmak istiyorlarsa o şeye ihtiyacı olduğunu ve o şeyi aldığı takdirde elde edeceği avantajları, üstünlükleri akıl ve mantık görünümü altında, aslında ise tamamen duygusal ve hissi tarafını tarik ederek, o insanın o şeyi almasını sağlar. Bu satış, bir eşya bir içecek veya bir fikir olabilir. İşte dinsel inançların zayıflatılması ve yok edilmesi hususunda aynı oyunlar, aynı usüller oynanmaktadır.
Din ve dinsel inançları zayıflatmak ve yok etmek için akılcı ve mantıksal görünümlü şu sözlere bir bakalım.
“Dinsel ve dinsel inançlar bir zamanlar için çok güzel ve çok faydalı şeylerdi. İnsanlığa çok faydası oldu ama artık dinlerin ve dinsel inançların devri geçmiştir. Çünkü dinin yerini artık ilim almıştır.
Din bilinmeyen manevi bir inanca dayanırken. İlim tamamen elle tutulan, gözle görülen içinde yaşadığımız madde ve maddesel varlığa dayanmaktadır. Bunun içindir ki artık, din ve dinsel inançları bırakalım daha akılcı olan ilme inanalım, ilme değer verelim” denilmektedir.
Bu sözleri şu sözler izlemektedir.
“Dinlerdeki dua ve ibadetlerin amacı insanların iyi insan” olmalarını sağlamaktır. Eğer ben bazı çalışmalarla bu iyi olmayı elde edebiliyorsa iyi insan olabilmek için ayrıca dua ve ibadet etmeme gerek yoktur. Yani iyi insan olmak için dua ve ibadetlere ihtiyaç yoktur” denilmektedir.
Veya, “Eğer insanlar, dinsel inançlarda amaçlanan hedefe ve mertebeye ulaştı ise bu durumdaki insanların oruç, namaz gibi benzeri dini ibadetleri de yapmasına gerek yoktur” denilmektedir. Ve böylece insanlara o mertebeye eriştikleri, dolayısıyla artık dua ve ibadet etmelerine gerek olmadığı düşüncesi, inancı aşılanmaktadır.
Bu gibi benzeri sözlerle de dua ve ibadet inançları zayıflatılarak yok edilmek istenmektedir.
Şimdi bu ve buna benzer sözleri yüzeysel olarak ele alır değerlendirirseniz bunlara hak vermemek, haklı görmemek mümkün değildir gibi görünmektedir.
Çok sinsice ve çok kurnazca ortaya konulan bu görüş ve düşüncedeki gerçek amacın, din inancının zayıflatılarak yıkılması isteklerinin bulunduğunu görmeye çalışalım. Bu sinsi ve kurnazca yapılan çalışmalara din açısından değil, dini inançların yıkılmasının toplumda ve insanlar üzerindeki olumsuz etkinliğini sosyoloji bilimi açısından ele alarak cevap vermeye çalışalım.
Bu gibi durumlarda, yani duygularımıza ve hislerimize seslenen görüş ve fikirlerle karşılaştığımızda, bunları akıl ve mantığımızla değerlendirmeden, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden, üstlerine balıklama atlayarak benimsememeliyiz. Biz bunları öylesine benimsiyoruz ki, “Kraldan fazla kralcı” kesilircesine bu gibi fikirleri, düşünceleri can siperane savunuyor ve yayıyoruz.
Bizleri bu gibi davranışlara yönelten duygularımızdan biri de, yeni duyulan yeni ortaya konulan fikirleri, düşünceleri, çağdaş fikirli, çağdaş düşünceli görünmek duygularımızdan ve kompleksimizden kaynaklanmaktadır. Yeni fikirler, yeni düşünceler de tıpkı yeni modalar gibi bilinçsizce benimsenmekte ve uygulamaya sokulmaktadır. Bilhassa bu uygulamada entel görünmek akıllı, kültürlü ve çağdaş görünmek kompleksi ağır basmaktadır.
Yeni fikirleri çağdaş görünmek kompleksi ile incelemeden benimsemek ve onu yaymaya çalışmak bize yani insanlığa nelere mâl olmuş ve olmaktadır. Bunun üzerinde hep birlikte düşünelim. Bununla, yeni fikirler benimsemeyin, yeni fikirlere karşı çıkın demek istemiyoruz. İncelenmeden ve özellikle o fikirlerin altında gizlenen veya onların uygulanması ile meydana gelebilecek olumsuz etkilerin neler olabileceğini düşünmeden, araştırmadan kabullenmenin ve yaymanın, toplumumuz için, insanlık için zararlı sonuçlar verebileceğini ve hata verdiğini belirtmeye çalışıyoruz. Biz açıkça şunu belirtiyor ve şunu söylüyoruz, duyduğunuz her fikri peşinen ne red edin ne de kabul edin. O fikirler üzerinde araştırma yapın ve düşünün.
Sağlığımız için aldığımız ve olumsuz yan etkilerini bilmediğimiz ilaçlardan bazılarının faydadan çok zararlı olduklarını veya olabileceklerini dikkate almamız gerektiği gibi, her yeni fikirleri de uygulamadan önce incelememiz gerektiğini belirtmek istiyorum. Bizim duygularımıza ve hislerimize o an için olumlu görünse de içimizde ve toplumda yapacağı tahribatı, yıkımı düşünmemiz gerekir. Kısacası Tevfik Fikret’in “Bilinsel şüphe nura koşmaktır” sözünü yaşamımızın rehberi olarak kabul etmeliyiz.
Bu açıklamalardan sonra yukarıda kısmen de olsa değindiğimiz bazı çağdaş görünümlü düşüncelerin, fikirlerin, insanoğlu ve toplumumuzda yapabileceği olumsuz etkilerin neler olabileceğini ne sonuçlar getirebileceğini ve bunlarla hedeflenen gizli amaçların ne olduğuna birlikte bakalım. Öncelikle yeni bir fikir ve yeni bir öneri ile karşılıaştığımız zaman kendi kendimize şöyle bir soru soralım ve bunun cevabını araştıralım.
Bu fikir ve düşüncelerde amaçlanan ana hedef nedir, ne olabilir?
Elde edilen bu hedef ve amaçtan kimlerin çıkarı ve kimlerin zararı vardır?
Defalarca belirttiğimiz gibi dikkat edersek, insanlar arasında birliği, beraberliği ve dayanışmayı sağlayan her türlü gelenek, görenek ve anlayışlar hedef alınarak zayıflatılmak ve yok edilmek istenmektedir. Bunu sağlamak için de “bireysel bağımsızlık ve özgürlük” fikirleri adeta sloganlaştırılarak kullanılmaktadır.
Çünkü insanlar bireyselleştirildikleri zaman, aralarındaki dayanışma ve danışma bağları zayıflamakta hatta koparak yok olmaktadır.
Bireyselleşen insanlar ise istenilen tuzağa çok daha kolaylıkla düşürülebilmektedir.
Yanlış anlaşılmaması için özür dileyerek hayvanlar aleminden bir örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz ki, hayvanlar aleminde, avcı durumundaki bir hayvan, örneğin bir kurt, aslan, kaplan gibi avcılar, avlamak istedikleri hayvanlar eğer bir sürü yani bir topluluk halinde ilk yaptıkları iş bu topluluğu dağıtmak olmaktadır. Topluluğa değişik yönlerden saldırarak o topluluğu dağıtırlar, gözüne kestirdiği avları yalnız bırakırlar ve yalnız bıraktıkları avlarını da kolaylıkla avlarlar.
Ticari veya başka amaçları için de, tabir yerinde ise, avlamak istedikleri insanları düşünce ve karar vermelerinde yalnız bırakarak onları kolaylıkla amaçladıkları tuzaklarına düşürürler.
Namus, ahlâk konusunda olsun, vatan, millet anlayışı konusunda olsun; insanları birey olarak yalnız bırakmaya uğraşırlar. Yalnız kalan insanı da duygularına hislerine, etkileyerek amaçlarına uygun kullanılır hale getiririler. Kısacası ustalıkla tuzaklarına düşürürler.
Örneğin, aile ilişkilerinde aile birliği, aile bağlılıkları ustalıkla zayıflatılma uygulamaları yapılmaktadır. Aile bağlarının, dayanışma ve zayıflamasından kimler ne gibi faydalanırlar? Eşlerin birlerine, çocukların anne, babalarına bağlılıkları ve dayanışmaları kalmazsa, bu zayıflıktan faydalanabilecek art niyetli çevreleri bir düşün. Bu gibi durumlarda alkol, sigara, uyuşturucu, fuhuş gibi aklınıza gelebilen her türlü olumsuzluklara kolaylıkla kapılabilirler ve kolaylıkla sürüklenebilirler.
Din ve din inancının yok olduğunu bir düşünelim. Din inancının yok olması bireyler ve toplumlar üzerindeki sosyal yaşam açısından olumsuz etkisi ne olur? Dinlerde sık sık belirtilen, “Suçlarınızın hesabını vereceksiniz” inancının yok olduğunu bir düşün neler olabilir? Bu inancın tamamen ve bütün insanlarda kalktığını düşünürseniz, bu kalkıştan doğan boşluğu ve yaygınlaşacak olumsuz hareketleri dünyevi kanunlarla önleyebilir misiniz?
Bu durumda, insanlarda “Öbür dünya diye bir şey yoktur, bütün hayat bu dünyadan ibarettir.”düşüncesi yerleşir ve egemen olursa; insanların yapacakları çılgınlıkları, ahlâksızlıkların önlenmesini bırakın tam aksine teşvik edilmiş olunacaktır.
Bu fikirlerin karşısına çok değişik, akılcı görüşlerle çıkılması mümkündür. Benim burada ki amacım şu veya bu şekilde ileri sürülen olumsuz ve yıkıcı fikirlerle çatışmak olmadığı gibi bütün söylediklerimde ben haklıyım iddiasında değilim. Benim ısrarla belirtmek istediğim ve öyle sanıyorum ki sizlerinde çoğunlukla katılacağınız husus, insanın yalnızlaştırılması, bir başka değişle, toplumsal yaşamdan soyutlaştırılarak bireyselleştirilmesi çalışmalarının insanları zayıflatacağı ve olumsuz sonuçlar getireceği olmasıdır. Derneklerin, kulüplerin ve benzeri toplulukların varlığı, hatta soysal yaşamdaki artışlar bizleri kandırmasın. Bütün bu topluluklara rağmen insan yalnızlaştırılmakta, bireyselleştirilmektedir. Bireysellik, yalnızlaşma demektedir.
Yalnızlaşma ise her türlü tuzağa düşmeye, kandırılmaya, aldatılmaya hazırlıklı durumda olmak demektir.
Bu durumu da bazı çıkar çevreleri çok güzel istismar ederek, insanları akıl almaz çıkarlarına alet edebilirler ve edebilmektedirler.
Yalnızlaşmanın boyutlarını size yaşanılan iki olayla anlatmak istiyorum.
Hangi ülkeden gelmiş olduğu önemli değil, Avrupa’dan bir psikolog Türkiye’yi ziyarete geliyor ve burada üç-beş ay kadar kalıyor. Bilim adamları girdikleri toplulukları bilimsel olarak da incelediklerinden bu psikolog da Türk toplumunu inceliyor ve bu arada oldukça geniş bir dost çevresi elde ediyor. Nihayet Türkiye’den ayılma zamanı geliyor. Ayrılma zamanında da bir Türk dostu bu psikologa “Uzun zaman aramızda kaldın. Biz Türkler hakkında ne düşünüyorsun?” diye soruyor. Tabi ki bizim Türk “Siz çok çalışkan,cesur, misafir sever... insanlarsınız” gibi benzeri övgü sözler bekliyor. Psikolog bu soruyu soran kişinin gözlerinin içine bakarak “Türkiye yalnızlar memleketi” diyor. Soruyu soran Türk şaşırınca da ona “Çünkü” diyor “Türk insanı kendi sorunlarını kendisi çözümleme gayreti içinde. Hiç kimse sorununun çözümü için en yakınına bile anlatmıyor veya anlatamıyor. Örneğin, kadın kocasına, kocası karısına, çocukları anne ve babalarına sorunlarını anlatamıyorlar. Herkes sorunlarını kendisi çözümleye çalışıyor. Çünkü herkes yalnızlık içinde” diyor.
Bilemiyorum siz bu hususta ne düşünüyorsunuz?
Bir başka olay da, bir toplantıda sohbet ediyorduk. Ben o toplantıda yukarıda olayı anlattım. O toplulukta bulunan bir beyefendi bana “Haklısınız” dedikten sonra başından geçen şu olayı anlattı.
“Üniversitede okuyan bir kızım var. Bir gün işten eve geldiğimde kızım karşıma geçerek bana “Baba, ben çok yalnızlık duygusu içindeyim” dedi. Ona , Kızım sen nasıl yalnız olursun, bak senin baban, annen var, ablan, ağabeyin var. Biz burada bir aileyiz. Sen nasıl yalnız olursun?” dedim. Kızım başını kaldırıp gözlerim içine bakarak “Baba sen de yalnızsın” dedi ve “Biliyorum senin de bir çok sorunların var, ama sen bu sorunlarını ne annemle, ne de bizimle konuşuyorsun, sende yalnızsın baba” dedi. Kızım haklı idi. Gerçekten benim de içinden çıkamadığım sorunlarım vardır ve ben bu sorunlarımı ailemle bile konuşamıyordum. Bu sefer ben başımı önüme eydim, kızıma söyleyecek bir söz bulamadım ve yalnızca dudaklarımın arasından “Haklısın kızım sözlerinin çıktığını fark ettim” dedi.
İşte bazı çevrelerce söz konusu ettiğimiz bu yalnızlık duygusunun artması için özel bir gayret sarf edilmektedir.
Çünkü yalnız olan insan, ne kadar bilgili ve kültürlü olursa olsun, karşılaşabileceği, başına gelebilecek her olay karşısında sağlıklı bir akıl yürütüp, sağlıklı kara veremez. Muhakkak bir yerde duygularına ve hislerine kapılır ve dolayısıyla yanlış kararlar verebilir. İşte bazı çıkar çevrelerinin de faydalandığı, insanların bu yalnızlık içinde yanlış karar verme olasılığının fazla olmasıdır.
Yalnız insanlar alkole, uyuşturucuya, kumara, fuhşa ve aklınıza gelebilecek diğer suçlara ve hatalara, yanlış hareketlere daha kolaylıkla sürüklenebilirler, alet edilebilirler. İşte insanları birlik halde tutan, onların arasında bağlantı işlevi gören Vatan, millet, ulus duyguları ile gelenek ve görenekler, aile birliği anlayışı, din ve dinsel inançlar bazı çıkar çevreleri tarafından bu yüzden zayıflatılmak, yıpratılmak ve yok edilmek istenmektedir.
Bu durumdan kimler faydalanıp,kimler çıkar sağlar, bunun değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum.
Gelin bu gibi tuzaklara düşmeyelim, birleşerek, birlik olarak bu tuzakları bozalım.
Saygılarımla....
***
"BEN, OT GİBİ YAŞAMAK İSTEMİYORUM"
Behzat ŞAŞAL
İçinde yaşadığımız yaşam anlayışına şöyle bir baktığımızda ve incelediğimizde ne görüyoruz ve ne gibi durumlarla karşılaşıyoruz?
Çağımız insanının ve toplumların çıkar çevrelerince "Slogan" sözcüklerle bazı amaçlara çok ustalıkla yönlendirildiklerini, kanalize edildiklerini görüyoruz.
Slogan sözcüğü biliyorsunuz ki, kısa ve çarpıcı propaganda amaçlı söylenilen sözlerdir.
Bunun içindir ki slogan tarzında söylenilen bütün sözler karşısında çok dikkatli ve uyanık olmamız gerekmektedir.
"Slogan sözcüklerini kimler, niçin ve ne amaçla kullanırlar" sorusu üzerinde düşündüğümüzde, karşısındaki kişiden, kişilerden ve toplumlardan açık veya gizli bir çıkar, bir menfaat gözeten herkesin bu slogan sözcükleri kullandıklarını görüyoruz. Bunu kullanan ben, sen, o yani herkes, hepimiz olabiliriz. Dikkat edin, karşımızdaki kişiden bir şey isteyeceğimiz zaman o kişiye, onu beğendiğimiz, takdir ettiğimiz, bizim için çok değerli, çok kıymetli bir dost, bir insan olduğunu belirterek, kısacası övgü sözcüklerle konuya girmiyor muyuz? Dostluk, insanlık, sevgi üzerine sloganvari sözcükler söylemiyor muyuz? Bunun tersi gibi görünse de örneğin, birisinden bir şey istediğimizde eğer o kişi dostluk, arkadaşlık, sevgi gibi sözcüklerle konuşmaya başladığı an, bilin ki bizim o istediğimizi vermemek için ustaca bir giriş yapıyor demektir.
Bireyler arasında oynanan bu oyun, bireyler arasında kaldığından etkinliği ve zararları fazla görünmemektedir.
Slogan üslûbunun en etkin ve en zararlı şekilde kullanıldığı yer, ticaret ve siyaset alanıdır.
Devletler arası, devlet ve hükümet başkanlarının protokol konuşmalarına dikkat ediniz genellikle "Dost ve kardeş millet" "Tarihten gelen birlik ve beraberlik" gibi benzeri sloganlarla işe başlarlar. Protokoldeki bütün bu sloganvari konuşmaların özünde, bundan sonra yapılacak olan ticari içerikli anlaşmalarda elde edilmesi düşünülen menfaatleri elde edebilmek için karşı tarafı yumuşatmak ve kandırmakta kolaylık sağlamaktır.
Slogan kullanımının en etkin ve en yaygın kullanıldığı alan ise, ticaret alanı ile gizli amaçlarla kurulmuş olan kuruluş ve örgütlerdir. Ticaret yaşamında yapılan slogan reklamlarına dikkat ediniz. Kısa, öz ve etkileyici sloganlar ve bu sloganlarin etkisinde kalan milyonlarca insan, ticari malların satımı için yapılan reklamlardaki sloganları ve bunların ne kadar aldatıcı ve yanıltıcı oldukları üzerinde lütfen biraz düşünsünler.
Örneğin, içinde kokain ve bol asit gibi insan sağlığına zararlı maddeler bulunan bir meşrubat veya gıda maddelerinin satışında şu slogana bir bakın:
"Hayatın tadı tuzu" olarak tanıtılan bir reklam. Sanki o içilmez veya yenilmezse hayatın hiçbir tadı tuzu olmayacağı imajını, düşüncesini insanlara kazandıran bir slogan.
Sloganların en tehlikelileri ve en gizli olanları, bazı kesimleri özellikle genç kuşağı hedef alan sloganlardır. Bunların genelde en yaygın olanı da dini inançlı olan insanları istismar etmek ve sömürmek isteyenlerin dinsel motifli sloganlar, ikincisi de, özellikle gençleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek, kullanabilmek için "YAŞAM ve YAŞAMAK" üzerine oturtulan sloganlardır.
Biz bu yazımızda daha çok genç kuşağı hedef alan YAŞAM üzerine oynanan oyunlar ve bu alanda öne sürülen sloganlar üzerinde duracağız. Genç kuşağı, sigara, içki, uyuşturucu, kumar gibi benzeri alışkanlıkları kazandırmak, için yapılan açık ve gizli çalışmaları ve sloganları lütfen bir düşünün.
Bir de bunların dışında ve daha büyük boyutlarda, insanları kendi amaçlarına hizmet eden kişiler durumuna düşürmek için onların üzerinde oynanan oyunları bir göz önüne getiriniz. Bunun içinde genellikle yaşamında bir çok özlemler içinde olup ta bunları yaşayamayan gençler seçilmektedir. Birçok gençte de, bu arzular adeta tahrik edilmektedir. Bunda başarılı olmak için de, çevresinde yaşamına özendiği onlar gibi yaşamak istediği kişiler gösterilerek, gencin en hassas olduğu noktalara slogana benzer sözcülerle basılarak etkili olunur.
Örneğin:
"Onlar insan da sen değil misin?"
"Senin onlardan ne eksikliğin var?"
"Senin de insan gibi yaşamak hakkın değil mi?"
"Ot gibi yaşayıp ot gibi gideceksin"
Bu ve buna benzer daha bir sürü sloganlarla gençlerin kafasında, bu sloganlara uygun düşüncelerin, inançların oluşması sağlanır.
Örneğin:
"Benim onlardan ne eksiğim var?"
"Benim en az onlar kadar yaşamaya hakkım var"
"Ben yaşamak istiyorum, yaşamak benim de hakkım"
"Ben sizin gibi olmak ve sizin gibi yaşamak istemiyorum"
"Ben ot olarak gelip, ot olarak gitmek istemiyorum"
"Ben ot gibi yaşamak istemiyorum"
"BEN YAŞAMAK İSTİYORUM"
gibi benzeri sloganlarla genç nesillerin kalpleri ve beyinleri doldurulmakta ve sonunda genç bunlarla, bu sloganlarla yaşar hale gelmektedir. Sonunda da bu tür bir yaşamın özlemi ve arayışı içine giriyorlar.
Zaten karşı tarafın da amacı ve özlemi bu olduğundan, gençleri kendi isteği doğrultusunda yönlendirmekte ve kanalize etmektedirler. Çünkü, belirttiğimiz bu ve benzeri sloganların etkisi altına giren genç veya gençlerde artık hisler ve duygular egemendir. Hisler ve duygular egemen olduğu için de konular ve olaylar üzerinde, bir başka deyişle oluşumlar üzerinde sağlıklı akıl ve mantık yürütmez. Daha doğrusu yürütemezler çünkü aklın ve mantığın yerini hisler ve duygular kaplamıştır. Bu oluşum öylesine güçlenir ki, akıl ve mantığa tamamen egemen olur ve sonunda bunların yerini hisler ve duygular alır. Akıl ve mantıkla, hisler ve duygular birbirinden ayırt edilemez hale gelir. Hisleri ve duygularıyla hareket ettiği halde, akıl ve mantıkla hareket ettiğini zanneder. Çünkü hisler ve duygular, akıl ve mantığın yerini aldığından, hissi ve duygusal hareket ve davranışları ona akıl ve mantıksal hareket ve davranışlar gibi görünmeye başlar. İşte en büyük yanılgı ve aldanış bu noktada başlar.
Slogan üreticilerin de istediği ve beklentisi zaten budur. Bundan sonra o genci veya gençleri istediği gibi yönlendirebilir, kanalize edebilir ve diğer bir deyimle istediği gibi kullanabilir. Çünkü akıl ve mantığın yerini hisler ve duygular almış olan insanlar, çok kolaylıkla hisler ve duygularının tahrik edildiği yöne yönlendirilebilinir, kolaylıkla kanalize edilebilir. Bu durumda olan insanlar, içkiye, sigaraya, kumara, uyuşturucuya, sekse ve benzeri yaşamlara kolaylıkla yönlendirilip, alıştırıla bilinir.
Gizli amaçlara yönelik çalışmaları olan, dernekler, partiler, kuruluşlar ve kişiler amaçlarına hep bu gibi kişileri seçerler veya bu gibi kişileri amaçlarına uygun oluştururlar. Bu gibi kişiler akıl ve mantık yürütmekten öylesine uzaklaştırılır ki, "şeytana tap" derler, şeytana taparlar. "zebaniye tap" deseler zebaniye taparlar. Bu uygulamanın en çarpıcı örneğini sık sık basında adı geçen "Satanist" denilen şeytana tapanlarda görüyoruz.
Düşünebiliyor musunuz? Tapılacak Allah varken, Allah'ı bırakıp şeytana tapıyorlar. Bu nasıl oluyor? Burda akıl ve mantık nasıl yitiriliyor da insanlar Allah'ı bırakıp şeytana tapacak hale geliyorlar?
Basına intikal eden ve basından öğrendiğimize göre şeytana tapan ve bu uğurda cinayet işleyen satanist bir genç, çevresindekilere, anne ve babasına "Ben ot gibi gelip ot gibi yaşamayacağım", "Sizin ottan ne farkınız var, ben sizin gibi ot olarak yaşamak istemiyorum" gibi benzeri sözler söylüyormuş. Bu düşüncelerinin sonucu olarak da cinayet işliyor. Çünkü Allah'ın değil şeytanın emrinde olana, şeytan insana ancak, cinayet işletir, sadistçe insanlık dışı işler yaptırır.
Akıl ve mantık süzgecini yitirip, yalnızca hisleri ve duyguları ile hareket etme durumuna düşen veya düşürülen insanlar, para görünümlü şeytana, uyuşturucu görünümlü şeytana, seks görünümlü şeytana veya doğrudan şeytanın kendisine taparlar, tapar duruma getirilirler.
Akıl ve mantıktan uzaklaşıp yalnızca nefsani arzularıyla hareket edenlerin, peşinden gittikleri şeyler veya kişiler ne görüntü verirse versin, bu görüntü ve yaptırımların özüne indiğimizde ,orada şeytanı veya şeytanca düşünceye sahip insanları göreceksiniz.
Peki, Allah ve melekleri dururken şeytan ve şeytanvari şeylere inanmayı önlemek veya hiç olmazsa en aza indirmek mümkün müdür? Mümkün ise bu nasıl olacaktır?
Bizce bu mümkündür ve bu da ancak insanları bilinçlendiren sağlıklı bir eğitim sisteminin uygulanması ile olabilir.
Peki bu eğitim sistemi nasıl bir eğitim sistemi olmalıdır?
Bizce, bilinçli eğitim üç ana temel öğretinin üzerine oturmalıdır.
1- Eğitim ve öğretimde amaç, not ve diploma kazandırmak değil. İnsanlarda öğrenme ve bilme zevkini kazandırmak olmalıdır. Bir insana, not ve diploma kaygısı ve düşüncesi dışında ona öğrenme ve bilme duygusunu, arzusunu bir zevk olarak bir hobi olarak kazandırabilirseniz, o insan yaşamda kendisi için gerekli olan her şeyi isteyerek zevkle öğrenir. Arar araştırır; sorar soruşturur;kısacası, ne yapar yapar öğrenir ve bunu büyük bir zevk ve istekle yapar. İşte eğitim ve öğretimin ilk felsefesi ve uygulaması bu inançla yapılmalıdır. Öylesine ki bu eğitim insanlarda, susadığı zaman suya, acıktığı zaman karnını doyurmaya karşı duyulan arzu gibi, öğrenme arzusu duyurmalıdır.
2- Eğitim ve öğretim, insanlarda akıl ve mantık yürütme kabiliyet ve yeteneğini kazandırmalıdır. Eğitim ve öğretim, insanlara doğru ile yanlışı, yalan ile doğruyu, çirkin ile güzelliği birbirinden ayırma yeteneğini kazandırılmalıdır. Bu yeteneği kazanan insan kolay kolay kandırılamaz, aldatılamaz, yanlış yollara saptırılamaz. Çünkü insanları aldatmak, onları yanlış yollara yönlendirip kandırmak için yapılan kurallar, taktikler insanlara hep güzel gösterilerek yapılmaktadır. Bizde bunu "Zehir, altın kapta sunulur" diye belirten güzel bir de ata sözü vardır.
Bu alandaki düşüncelerimizi belirtecek güzel sözlerden biri de NİETZSCHE'in söylemiş olduğu "GİZLENEN GERÇEKLER ZEHİRLİ OLUR" sözüdür.
Eğitim ve öğretimde akıl ve mantık yürütme, yani söylenen sözlerin, hareket ve davranışların tahlil ve muhakemesi yapılması öğretilirse, söylenen güzel görünümlü sözlerin, sloganların altında gizlenen gerçek amaçların, yani zehirlerin görünmesi de sağlanmış olur. Böyle bir eğitimin verilmesinden kimlerin rahatsız olabileceğini ve böyle bir eğitimin verilmesini kimler tarafından istenmeyeceğini ve engelleneceğini sizlerin takdirine bırakıyorum.
Bunu kolaylıkla teşhis edebilmeniz için size basit bir ip ucu vereyim.
Toplumun veya insanın bilinçsiz oluşundan en çok faydalanan, çıkar sağlayan kimler, hangi kuruluşlardır? Bu soruyu kendi kendinize sorunuz ve cevabını araştırınız?
3- Eğitim ve öğretim insanlara kişilik, şahsiyet kazandırmalıdır. İnsanlara kişilik kazandırmayan bir eğitim ve öğretim sistemi, şahsiyetsiz, kişiliksiz ve dolayısıyla kendilerine güven duygusu olmayan insanlar yetiştirir.
Adını bilemediğim bir eğitimcinin bu alanda söylediği çok güzel bir sözü vardır. Der ki "Bir insanı öldürmek istiyorsanız, bıçak, tabanca gibi silah kullanmanıza gerek yoktur. Öldürmek istediğimiz insana, güvensizlik duygusu kazandırın yeter, onu öldürmüş sayılırsınız." Haksız mı? Bu sözü dikkate alırsak, öğretmenler, yöneticiler anne ve babalar başta olmak üzere, bu tür bir cinayet işlememiş, acaba kaç kişi vardır?
İnsanların yanlış yollara sapmalarının en büyük etkenlerden biri de, kendilerine güvensizliklerinden ve dolayısıyla zayıf kişiliğe sahip olmalarından meydana gelmiyor mu? Kendine güvenen, kişilik sahibi insanlar kolay kolay aldatıla bilinir mi?
Zaafı olan insanlar kişilik bakımından zayıf, kendilerine güveni olmayan insanlardır. Bunlar, yaşamları boyunca kendilerine güven duygusu kazanabilmek ve bunu kanıtlamak ihtiyacı içinde bulunurlar. Bu ihtiyaç duygusu da onları birçok yanlışlıklara, yani akıl ve mantık dışı davranışların içine düşmelerine neden olur.
Kısacası, insanların,özellikle gençlerimizin yanlışlıklara ve kötülüklere sürüklenmemesini istiyorsak, söz konusu ettiğimiz üç ana maddenin eğitim ve öğretim sisteminde uygulaması gerektiği inancındayız..
Eğer insanlarımız ve gençlerimiz yanlış ve kötü yollara sürükleniyorlar, birçok yanlışlıklar ve kötülükler yapıyorlarsa, suçu bu kişilerde bulmadan önce, onlara verilen eğitim ve öğretim sistemi incelenmeli ve sanık sandalyesine öncelikle o oturtulmalıdır. Eğer bir suçlu bulup mahkum edeceksek öncelikle bu insanlara ve gençlere verdiğimiz eğitim ve öğretim sistemini suçlu bulmalı ve onu mahkum etmeliyiz. Daha doğrusu böyle bir eğitim sistemini uygulayan ve uygulatanları suçlu sandalyesine oturtmalıyız.
Çünkü, eğitim ve öğretim sisteminde yapılan en büyük yanlışlık ve hatalarımızdan biri de, gençlerimize, insanlarımıza maddi ve manevi ilimlerin birlikte ve dengeli bir şekilde verilmemesidir.
Evrende varolan, gözle görülemeyen en küçük varlıktan, düşünebildiğimiz en büyük varlığa kadar ve bunların başında insan olmak üzere bütün varlıklar maddi ve manevi yöntem içinde oluşmuş varlıklardır. Tıpkı bir kuşun iki kanadı gibi. Kuşları uçuran kanatlarından biri maddiyat ise diğer kanadı maneviyattır. Kanatlardan biri eksik olursa o kuş uçamaz. Uçmaya gayret etse de ya sağa ya sola çarpar ve sonuçta uçamaz hale gelir. Yani başarısız olur. Görünüşte, o yine kuştur ama, kuş olmanın ve var olmanın vasfını, niteliğini, özelliklerini kaybeder.
Eğer insana da maddi ve manevi ilimler dengeli bir şekilde verilmez öğretilmezse, o yine insan görünümündedir ama, o insanı insan yapan temel vasıflarından eksik olur. Bu eksiklik onu birçok yanlışlara, hatalara götürür.
Çağımızın büyük bilginlerinden Albert EINSTEIN' "İmansız bir ilim adamının var olduğuna inanmıyorum. Zira dinsiz bir ilim sakat, fakat ilimsiz din kördür" demektedir.
Bu sözdeki ilim sözcüğü yerine İNSAN sözcüğünü koyarak ve biraz değiştirerek söylerseniz, aynı sonucu elde edersiniz.
"İmansız bir insanın var olduğuna inanmıyorum. Zira maddi ilmi olmayan insan sakat, fakat imansız bir insan ise kördür" şeklinde söylenebilir.
Yine Ahmet KAYHAN(dede) adındaki büyük bir bilge kişi, "HALK'A HİZMET EDERKEN HAK'TAN, HAK'KA HİZMET EDERKEN HALK'TAN UZAKLAŞMAYIN" demektedirler.
İşte eğitim ve öğretimin ana amacı ana felsefesi bu olmalıdır. Bizler, gençlerimize ve insanımıza maddi ilimlerle birlikte manevi ilmi, yani Allah'ın varlığı ilmini de birlikte dengeli ve bilinçli bir şekilde vermezsek, öğretmezsek, şeytanı öğretecek kişiler ortaya çıkar. Sonra da, şeytanı öğrenip, şeytana inanan gençleri ve insanları suçlamayalım.
Buradaki şeytan sözcüğü ile yalnızca şeytanlara inanan satanistler kastedilmemiştir. Şeytan sözcüğü ile şeytanvari her türlü inanışlar, hareket ve davranışlar anlatılmak istenmiştir. Bununla, yani burada şeytanla anlatılmak istenen, insanları kendi çıkarları için kullanmak isteyen politikacılar, sapık dernekler, tarikatlar, mezhepler, kuruluşlar, kişiler, kısacası şeytan vari davranışlarda bulunan, bulunmaya çalışan, her kuruluş, her insan, anlatılmak istenmiştir.
Gençlerimize ve insanımıza ne veriyoruz ki onlardan ne istiyor, ne bekliyoruz?
"Ne ekerseniz onu biçersiniz" diyen ve durumumuzu bize çok güzel açıklayan bu ata sözünü dikkatimizden uzak tutmayalım. Ve ot ektiğimiz bahçeden gül toplayamayacağımızı bilelim.
Açıkçası ve kısacası, verdiğimiz eğitim ve öğretimle insanımıza ve gençliğimize maddi ve manevi eğitimi dengeli, ölçülü bir şekilde veremezsek, özellikle yeni yetişen gençlere Allah'ı öğretemezsek, onlara şeytanı öğretenlerin çıkacağını bilmeliyiz. Biz Allah'ı öğretmiyoruz diye, şeytanı öğretenlere ve şeytanı öğrenenlere kızmayalım. Bu alanda işlenen her suçta suçlu olarak, o suçu işleyen insanı yetiştiren eğitimi uygulayan bizler kendimizi suçlu görmeliyiz.
Eğer işlenen her suçta politikacı, devlet adamı, yönetici, öğretmen, anne ve baba olarak kısacası gençlerin yetişmesinde, açık veya gizli etkili olan bizlerde kendimizi bir parça suçlu görür ve bu suçluluğu meydana getiren oluşumları, olumsuz etkinlikleri yok etmeye çalışırsak ancak o zaman suçu ve suçluları önlemiş oluruz.
Çünkü büyük düşünür GEOTHE’nin dediği gibi
“SORUNUN ÇÖZÜMÜNDE GÖREV ALMAYANLAR, O SORUNUN BİR PARÇASI OLURLAR.” 27-Ocak-2000
***
MÜZİĞİN KOZMİK ETKİSİ
BEHZAT ŞAŞAL
***
GÖNÜL BORCUM
Değerli Okurum; Eğer bu kitabı hiçbir ücret almadan felçli arabasında hasta hali ile bilgisayarında yazma fedakârlığını gösteren değerli dost Mustafa Samet BEŞLER ve Burak ASLAN olmasa idi bu kitap bu gün elimizde olmayabilirdi.
Hastalığına şifa, hakkını hel­âl etmesini diler, değerli dostlarıma en içten gönül borcumu sunarım.
Bu kitabımızın hiçbir telif hakkı yoktur.
Aslına sadık kalmak koşulu ile herkes tarafından basılır, çoğaltılır, yayınlanır ve tercüme edilebilir.
Allah ilmine sınırlama ve karşılık olmaz.
BEHZAT ŞAŞAL
***
İÇİNDEKİLER
Giriş
Sesin ve Müziğin Canlılar Üzerindeki Etkisi
Sesin Biyopsikolojik Etkisi
Ses ve Sesin Titreşim Dalgaları
Evrendeki Gizli Güç
Sesin ve Müziğin Psikolojik Etkinliği
Maddenin ve Hücrenin Özündeki Titreşimlerİnsan Yapısı ve Müzik
Temel Yapı, Atom ve Hücre Ruhsal Yapımız ve Müzik Müzik Üzerine
Nasıl Bir Müzik?
Yedi Nota ve Yedi Sayısı
Din ve Müzik
Hastalık Tedavisi ve Müzik
Manevi Sevgi ve Müzik
Barış ve Müzik
Müzik ve Mantık
Müziğin Gücü, Tedavi ve Zihin Gelişmesinde Müzik
Anne Rahminde Başlayan Eğitim
Müzik Eğitimi ve Çok Boyutlu Düşünebime Kabiliyeti
Müziğin Sistem Üzerindeki Genel Tesirleri
Vücudumuz Müziğe Nasıl Cevap Verir?
Evren-İnsan-Müzik İlişkisi
O’nun Sesi Bizim Sesimiz,Bizim Sesimiz O’nun Sesi
***
MÜZİĞİN KOZMİK ETKİSİ // GİRİŞ, BEHZAT ŞAŞAL
Sesin bir titreşim hareketi olduğunu biliyoruz. Evrenin yapısını oluşturan atom ve hücrenin de bir titreşim hareketi içinde olduğunu, yani titreşim yayınladığını biliyoruz. Öyle ise biz, duyalım veya duymayalım, evrenimizde atomundan hücresine kadar her varlığın kendine özgü bir titreşimi ve dolayısıyla kendine özgü bir sesi bulunmaktadır. Öylesine ki, ses çıkaran bir canlıyı kendisini görmediğimiz halde bile, çıkardığı seslerden onu tanımaktayız. İleride yapılacak elektronik araçlarla, gözle görünmeyecek kadar küçük canlı ve cansız varlıkların yayınladıkları biomanyetik ve manyetik dalgaları algılayarak ve değerlendirerek onları görmeden varlıklarını ve ne olduklarını bilebileceğiz. Yarasaların ve radarların, kendilerine çarpan titreşim dalgalarından o varlığın ne olduğunu anlamaları gibi.
Varlıkların, atom ve hücresel yapılarından yayınlanan bu titreşim dalgaları, yalnızca bir titreşimsel dalga veya yalnızca bir manyetik dalga olmayıp, bunlar o varlığın rengini, kokusunu, sertliği ve yumuşaklığı ile birlikte sağlık durumunu, hatta düşüncelerini yansıtmaktadırlar. Böyle olduğu içindir ki, klorveyn yeteneğine sahip kişiler, karşısındaki kişilerin bedenlerinden yayınladıkları titreşimlerdeki renk farklılığını görebilmekte ve renk farklılıklarından o kişinin hangi organında rahatsızlık olduğunu saptayabilmektedirler. Eğer bu kişi alanında uzman biri ise, hastalıklara da kolaylıkla teşhis koyabilmektedir. Bizim, bazı sesleri, kokuları ve renkleri algılamayışımıza karşın, bazı hayvanların bunları algılaması bu titreşim dalgalarının varlığına en güzel kanıttır. Bu algılama olayını atom ve hücresel yapılara kadar indirgeyebiliriz. Özellikle, titreşim olgusu ile sesin varlığını birleştirip, bütünleştirirsek, evrende atom ve hücreden başlayarak her varlığın titreşimle birlikte bir ses yayınladığını kabul etmemiz gerekmektedir.
Özellikle; ses ve titreşim, evrendeki her varlığı oluşturan atom ve hücresel yapıdan kaynaklanan, bir başka değişle yapısında var olan bir özelliktir.
Sesle müzik arasında bir birleştirme, bütünleştirme yaparsak, müzik ve ritmin, varlıkların doğal yapısından kaynaklandığını görüyoruz. Bir başka değişle müzik ve ritim, evrensel varlıklarla iç içe ve onunla bütünleşmiş durumdadır. Bu doğal yapının bir sonucudur ki insan, sese, yani müziksel ritme karşı ilgisiz kalamamaktadır. İnsanlar ve diğer varlıklar, algıladığı titreşimlere, yani seslere ya yaklaşır veya ondan uzaklaşırlar. Yine insan başta olmak üzere bütün varlıklar, içsel bir dürtüyle, devamlı olarak kendisine etkileyecek sesi arama cabası içindedir.
İşte, insanoğlunu müziğe iten güç, bu içgüdüsel dediğimiz biyolojik, yani doğasal yapısından kaynaklanmaktadır.
Ses, koku ve renk, bir titreşim – ritim hareketi olduğundan, bunları sevip sevmeyişimiz, o anda bedenimizden yayınladığımız titreşimlerle, yani manyetik dalgalarımızla yakından ilgilidir. Bir başka değişle, yayınlanan bir sesten etkileşim, yani onu sevip sevmeme olayı, karşımızdaki varlığın yayınladığı titreşim dalgalarıyla bizim yayınladığımız titreşim dalgaları frekansının birbirleriyle uyuşup uyuşmaması veya bağdaşıp bağdaşmaması ile ilgilidir.
Aynı özellikteki ses, koku ve renklerdeki titreşimler değişken olmadığına göre, bunlara karşı duygularımızın bazı zamanlar değişikler göstermesinin nedeni, yani aynı kokuyu, sesi ve rengi bazen sevip bazen sevmememizin nedeni, bizim o anda yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızın titreşim dalgalarıyla yakından ilgilidir. Çünkü değişken olan, bizim o an içinde bulunduğumuz ruhsal halimizi yansıtan titreşim dalgalarımızın frekansıdır. İnsanlar ve hayvanlarla olan ilişkilerimizde de meydana gelen değişimler de aynı kökenlidir. Yani duygularımızın değişkenliğinden kaynaklanan biomanyetik dalgalarımızın frekansı söz konusudur.
Öncelikle, biotitreşim dalgaların, bio psikolojik açıdan yaşamımızdaki etkisini inceleyelim.
Örneğin ; kırlara çıktığımızda doğanın yeşilliği, biyolojik ve psikolojik olarak dinlenmemizi sağlamaktadır. Burada etkin olan, doğanın yeşilliği, denizin maviliği midir? Yoksa bu renklerin yayınladıkları manyetik dalgalar mıdır? Bu etkinliklerin, bu renkler tarafından yayınlanan kendilerine özgü manyetik dalgalardan kaynaklandığını belirtmeliyiz. Çünkü, doğayı oluşturan her varlığın-atom ve hücreye kadar-kendine özgü bir manyetik dalga yayınladığını ve bu manyetik dalgaların da birbirlerine olumlu veya olumsuz bir şekilde etkilediğini biliyoruz. Çevremizdeki bu manyetik dalgaların varlığını ve etkinliğini kabul edelim veya etmeyelim, bilerek veya bilmeyerek onları algılamaktayız ve dolayısıyla onlardan etkilenmekteyiz. Bu manyetik dalgalar kişilerin düşünsel yapısına bağımlı olduğundan devamlı değişkenlik göstermektedir. Bunun içindir ki insanlar çevresindeki bu manyetik dalgaları algıladıkları ve bunlardan etkilendikleri için büyük değişkenlikler gösterirler. Bu, o anda içinde bulunduğumuz duygu ve düşüncelerimizle paralellik, yani uyum gösterirler. Bunun içindir ki bizler, bu değişik duygusal durumlarımızın nedenini o andaki psikolojik durumumuza bağlamaktayız. Gerçi bunda bir doğruluk payı bulunmaktadır, fakat dikkatimizden kaçan husus, o anda yayınladığımız dalgaların etkinliğidir. Kısacası, çevremizdeki doğanın veya oluşan olayların bize etkilemesi veya etkilememesi, bizim o anda yayınladığımız biomanyetik dalgalar frekansıyla uyuşması veya uyuşmaması ile ilgili bir olaydır. Bunun içindir ki, çevremizde işimize gelmeyen olumsuz olayları tenkit etmeden önce, o anda içinde bulunduğumuz duygu ve düşüncelerimizin, bir başka değişle, yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızın bir öz eleştirisini yapmamız daha doğru olur, Çevremizde ki olayların olumsuz oluşumunda, bizim yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızın etkinliği söz konusu olabilir.
Bu durumda şöyle bir soru ile karşılaşabiliriz. Bizim duygu ve düşüncelerimizin dışında bize etkileyen başka duygu ve düşünceler, bir başka manyetik dalgalar olamaz mı? Olmaktadır ve bu etkileme genel olarak iki şekilde olmaktadır.
1- Bu etkileşim genellikle bizim “boş bulunduğum” dediğimiz anlar için söz konusudur. Hani bazı zamanlar gerçekten de çok boş bulunduğumuz zamanlar vardır ya, gevşek, zayıf ve umursamaz durumda olduğumuz zamanlar. İşte böyle zamanlarda ruhsal ve bedensel olarak büyük bir gevşeklik ve rehavet içinde bulunuruz. Çevremizde oluşan olayların ve dolayısıyla manyetik dalgaların en etkili olduğu anlar bu gibi anlardır. Çünkü, bir başka değişle, bu gibi anlar en zayıf olduğumuz anlardır.
2- Normal, hatta dikkatli bulunsak bile, çevremizde olan bazı olaylar ve dolayısıyla yayınlanan manyetik dalgalar öylesine kuvvetli ve şiddetli olabilirler ki, bizim biomanyetik dalgalarımızı yenerek bizi etkileyebilirler. Tıpkı teknolojide kuvvetli manyetik dalgaların zayıf dalgaları yenmesi gibi. İşte parapsikolojik olayların oluşumu, bu tür etkileşimler sonucu oluşmaktadır.
Şimdi de, sese dönüşen titreşim ve biomanyetik dalgaların yaşamımızdaki etkisini inceleyelim.
Fizik biliminde sesin bir titreşim hareketi olduğunu biliyoruz. Biz de burada, atom ve hücrelerden başlamak üzere doğada var olan bütün varlıkların kendilerine özgü bir titreşimleri olduğunu, dolayısıyla bir ses yaydıklarını belirtmiştik. Örneğin ; taşın, demirin, bakırın, ağacın ve benzeri bütün maddelerin, dokunulduğunda kendilerine özgü ses çıkarmalarının ve bu seslerin başka başka oluşlarının nedeni, yayınladıkları titreşim dalgalarının değişik olmasıdır. Aksi halde, titreşim dalgaları aynı olsaydı bütün maddelerin aynı sesi vermesi gerekirdi. Bu ses değişimi de, maddelerde atom, canlılarda hücre değişikliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, aynı atom ve aynı hücre yapısı aynı sesi verir. Bugün için bu titreşimlerin seslerini doğal olarak duyamıyor ve algılayamıyorsak bunlar yok demek değildir. Fakat ileride elektronik teknolojisinin gelişmesi ile atom ve hücrenin çıkardığı o muazzam senfonik sesler saptanacak ve duyulacaktır. Bu senfonik seslerin saptanması ve duyulması ile bilmediğimiz bir çok madeni ve maddeyi de bulacağız. Nitekim buna benzer uygulamalar bugün de yapılabilmektedir. Yalnız bugünkü uygulamalar ses olarak değil, titreşim dalgalarının yansımasıyla yapılmaktadır. Bu yönteme Radyestezi denmektedir.
Şimdi de en ilkel görünümlü canlı olarak kabul edilen bitkileri ele alalım.
Bitkilerin, kendilerine karşı beslenilen duygu ve düşünceleri algıladıkları bilinmektedir. Bundan ayrı olarak bitkiler, ses olarak da onlara seslendiğimizi algılayabilmektedirler. Örneğin ; bazı kişiler, evlerindeki çiçek ve bitkilerle bir insanla konuşur gibi konuşmaktadırlar. Peter Tompkins ve Christopher Bird’ ün yazmış oldukları “Bitkilerin Gizli Yaşamı” adlı kitapta bu alanda pek çok örnek verilmektedir.
Örneğin ; biyolojik ve psikolojik bakımdan çok hassas ve duyarlı bazı kişiler vardır. Bu kişiler zengin bir doğa içinde kaldıklarında ne yapacaklarını, daha doğrusu ne yaptıklarını bilmeden, adeta bir arı gibi, bir bitkiden bir bitkiye koşup dururlar. Sanki her bitki veya çiçek, tarafından çağrılıyormuşçasına birini bırakıp diğerine koşarlar. Gerçekten de burada olan olay, biopsikolojik bir algılama olayıdır. Çünkü çevredeki bitki ve çiçekler, bu kişinin yayınladığı sevgi dolu manyetik dalgaları algılamaktadırlar. Dolayısıyla bu bitki ve çiçekler de sevgi dolu bu manyetik dalgalara ilgisiz kalmamakta, onlar da buna karşılık olarak davetkâr manyetik dalgalar yayınlamaktadırlar.
Bu karşılıklı algılama ve etkileşme sonucudur ki, bu insan, bir arı gibi o çiçekten bu çiçeğe sevgi dolu biomanyetik titreşimler yayınlayarak koşup durmaktadır. O insanı çiçekten çiçeğe koşturan, çiçeklerle karşılıklı olarak yayınlanan ve algılanan sevgi dolu manyetik dalgalardır. Bu sevgi dolu manyetik dalgaları o insan, adeta kendisini davet eden bir ses gibi algılamaktadır. Şüphesiz bu algılama kulak yolu ile değil, biomanyetik dalgalar arcılığı ile olmaktadır.
Böyle bir olay veya oluşum ara sıra sizde de oluşuyorsa, inanınız ki o an, sizin de en saf, en sevecen duygular içinde bulunduğunuz andır.
Bitki ve çiçeklerin, çalınan bir müziği algıladıkları ve bundan etkilendikleri bilimsel deneylerle kanıtlanmıştır.
Örneğin ; çiçeklerin seralarda çalınan bir müziği algıladıkları ve bu müzikten etkilendikleri saptanmıştır. Çiçeklerin bazı müzikten hoşlandıkları ve bu tür müzik çaldığında çiçeklerin daha çok canlandıkları ve geliştikleri görülmüştür. Örneğin ; çiçeklerin fazla gürültülü ve hareketli müzikten hoşlanmadıkları, buna karşılık Bach, Schumann, Beethoven gibi müzisyenlerin müziğinden hoşlandıkları saptanmıştır.
SESİN VE MÜZİĞİN CANLILAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Sesin ve müziğin şimdi de canlılar üzerindeki etkisini ele alalım.
Hayvanlarda ses ve ses titreşimlerinin algılanmasında, tek hücreliden çok hücreliye doğru bir gelişim gösterdiği görülmektedir.
Örneğin ; tek veya birkaç hücrecikten oluşan bazı yaratıkların sesleri veya ses titreşimlerini algıladıkları saptanmıştır. Bu ilkel canlıların hoşlanmadıkları seslerde ise toparlanıp büzüldükleri görülmüştür.
Sesin ve müziğin etkinliğini gelişmiş canlılarda daha açık bir şekilde görmekteyiz. Örneğin ; hindi ve tavuk gibi kümes hayvanları üzerindeki deneylerini İsrail’deki Hebrew ve ABD’deki Cornell üniversitelerinde gerçekleştiren Dr. Gvaryahu,doğumlarından itibaren civcivlere klasik müzik dinletmiştir. Yalnız klasik müziğin 75 desibeli aşmayan, alçak sesle dinletilmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü civcivler, çok inişli çıkışlı olmayan, sakinleştirici türden klasik müziği tercih ediyorlarmış. Bu tür müzik, hayvanların endişelerini azaltıyor ve iştahlarını artırıyormuş. Örneğin ; inek, koyun gibi hayvanlar üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar sonucunda, bu hayvanların hoşlandıkları müzik onlara dinletildiğinde, süt verimlerinin ve bedensel gelişimlerinin arttığı saptanmıştır. Beğenilen müzik türünün sakinleştirici, rahatlatıcı, etkisi görülmüştür.
Atom ve hücresel yapıdan başlayarak, evrendeki bütün varlıkların evrimleşmesi, manyetik veya biomanyetik dalgaları algılama alanında da kendisini göstermektedir. Bazı canlılarda bu evrim sırasının bozulduğu, bu sıraya uyulmadığı izlenimi görülmektedir. Oysa doğa, çevresel yaşam koşullarına uyum göstermesi bakımından o canlıda, o yönde gerekli algılama ve özelliği oluşmuş ve gelmiştir. Örneğin ; bazı canlılarda koku alma, duyma veya görme özellikleri, yetenekleri daha üstün şekilde gelişmiştir. Bu durum, onların doğadaki yaşam koşullarının gereğinden kaynaklanmaktadır.
Sesleri, daha doğrusu müziksel sesleri algılama ve etkilenmede insanoğlu doruk noktaya ulaşmıştır.
Yalnız burada bizi yanılgıya düşüren önemli bir husus bulunmaktadır. Bitkilerde olsun, hayvan ve insanlarda olsun, etkili olan sesin kendisi değil, o sesi oluşturan titreşim dalgaları ve titreşim frekanslarıdır. Eğer bir ses, olumlu veya olumsuz bir şekilde bizi etkiliyorsa, bu etkileme, o anda bizim yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızla, sesi oluşturan frekansların birbirleriyle uyuşması veya uyuşmaması ile ilgilidir. Eğer böyle bir uyum etkisi olmasaydı, hoşumuza giden bir sesin her zaman hoşumuza giden ses olması gerekirdi. Oysa bazı zamanlar aynı ses hoşumuza gitmeyen, beğenmediğimiz, hatta bizi rahatsız eden bir ses olabilmektedir. Neden? Çünkü, bir ses veya müziğin hoşumuza gittiği zamanlar o sesi oluşturan titreşimlerin frekansları ile bizim yayınladığımız biomanyetik dalgaların frekansının bir ahenk ve uyum içinde olmaları, yani bağdaşmalarıdır. Aynı sesin hoşumuza gitmediği ve ondan rahatsız olduğumuz zamanlarda ise, onun frekans dalgaları ile bizim biomanyetik dalga frekanslarımızın o an birbirinden farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
Biz bu durumu o andaki duygu ve düşüncelerimize, yani ruhsal durumumuza bağlıyoruz. Zaten bizim anlatmak istediğimiz de, yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızla içinde bulunduğumuz ruhsal durumumuzun birbirleriyle yakından bağlantısı ve ilişkisi olduğudur. “Canım sıkılıyor” dediğimiz anlardaki olay, bedenimizden yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızın çevremizdeki olumsuz manyetik dalgalardan etkilenmesi sonucu oluşabilir. Öylesine ki, o anda dünyanın en güzel sesini ve müziğini dinlesek bile o ses ve müziği beğenmez ve belki de ondan rahatsız oluruz.
Bazı kişilerden hoşlanmayız “yıldızım bağdaşmadı” deriz, bazı kişiler için ise “yıldızım bağdaştı” der, sevdiğimizi belirtiriz. Burada yıldızımızın bağdaşması veya bağdaşmaması ile, duygu ve düşüncelerimizin o kişi ile bağdaşıp veya bağdaşmadığı anlatılmak istenmektedir. Oysa duygu ve düşüncelerimizi yansıtan biomanyetik dalgalarımızdır. Esasında burada anlatılmak istenen biomanyetik dalgalarımız frekanslarının çevremizdeki frekanslarla uyuşup uyuşmaması meselesidir. İnsanlar arasında bağdaşma veya bağdaşmama dediğimiz olayların kaynağı da budur.
Duygu ve düşüncelerimizle biomanyetik dalgalarımız nasıl iç içe ve birbirinden ayrılmaz görünümde ise, ses ve titreşim dalgaları da öylesine aynı oranda iç içe durumdadır. Kısacası, ses ve titreşim dalgaları birbiri ile kaynaşmış, birbirini bütünleyen, tamamlayan bir birleşimdir. Bir başka değişle, titreşim olduğu yerde ses, sesin olduğu yerde titreşim vardır. Çünkü bunlar birbirini oluşturan aynı etkendir.
Zaten evrendeki bütün varlıların temel yapısı biomanyetik dalgalardan ibaret bir oluşum değil midir?
Kulak yapımız belirli desibeldeki sesleri duyabilecek özellikte olduğundan, bu belirli desibelin altındaki veya üstündeki sesleri duyamaz. (Desibel ; ses şiddeti ölçümünde kullanılan logaritmik bir orandır). Biz burada yalnızca kulak yapımız tarafından algılanan seslerden söz edeceğiz. Fakat, kulağımız algılamıyor diye kulak yapımızın duyabildiği sesler dışında ses olmadığı düşünülmemelidir. Örneğin ; bizim göremediğimizi görebilen, algılayamadığımız kokuları algılayabilen varlıkların olması gibi, algılayamadığımız sesleri de duyabilen canlılar bulunmaktadır.
SESİN BİYOPSKOLOJİK ETKİSİ
Şimdi de biopsikolojik açıdan, bu ses dalgalarının evrensel yaşamımızdaki etkisini inceleyelim.
Burada şöyle bir soru ile karşılaşabiliriz. Bitki, hayvan ve insanları etkileyen sesin kendisi midir, yoksa o sesi meydana getiren titreşimler midir? Ses ve titreşim, her ne kadar birbiri içine girmiş bir oluşum ise de, biz burada titreşim dalgalarına biraz üstünlük ve öncelik vereceğiz. Fizik biliminde de tanımlaması yapıldığı gibi ses, titreşim olayından kaynaklanan bir oluşumdur. Çünkü, titreşimin olmadığı yerde ses de olmaz. Aynı zamanda bu oluşum bir enerji olayıdır. Çünkü, yayılan madde değil, titreşim hareketinin enerjisidir. Titreşim olgusunu oluşturan enerji ise varlıkları oluşturan moleküllerin atom ve hücresel yapılarından kaynaklanmaktadır.
Bu ikiliyi, yani titreşim ve sesi birbirinden ayırmak, onları ayrı ayrı değerlendirmek doğru bir değerlendirme olmaz. Böyle bir ayrıma ve değerlendirmeye girişmek bizi yanılgılara ve yanlış sonuçlara götürebilir. Bunun için, burada yapacağımız anlatımlarda “ses” dediğimiz zaman o sesi meydana getiren titreşimler, “titreşim” dediğimiz zaman da, o titreşimi meydana getiren sesler, aklımıza gelmelidir. Burada anlatılmak istenen öncelikle titreşim dalgalarının oluşması ve sonra sesin duyulmasıdır. Bunu, bir şimşek çakma olayında ki önce ışığın sonra sesin duyulma olayına da benzetebiliriz. Bu oluşumların öz yapısında da etkin bir tür “enerji” oluşturmaktadır.
“Yeni Ufuklara Doğru” adlı belgesel programda Peter Üstünov, bir müzik ustasının bir çalgıda ses araştırması yaparken öylesine bir ses çıkartıyor ki,bu sesin veya titreşimin etkisiyle çevrede ne kadar karınca ve karafatma denilen hamam böceği varsa yuvalarından dışarı fırladıklarını anlatmıştı. Şimdi aynı müzik ustası, fareleri yuvalarından dışarı fırlatan sesi bulmaya çalışıyormuş. Tabi ki burada bu hayvanları etkileyen sesin kendisi midir, yoksa o sesi meydana getiren titreşim dalgaları mıdır? Bunun burada tartışmasına gerek olmadığı kanısındayım, çünkü bu tartışma bu ikili etkileşimden oluşan girdaba girmek demek olur. Burada şunu görmüş oluyoruz, bütün varlıkları etkileyen ve etkileyebilecek bir ses veya titreşim dalgası bulunmaktadır. Demek ki bütün mesele, canlıları ve insanları etkileyen bu sesi veya titreşim dalgalarını bulmaktan ibarettir. Türkçe’miz de atasözü haline gelmiş “Bam teline basmak” diye bir deyiş vardır. Bu deyişin doğruluğu da böylece bilimsel olarak kanıtlanmış oluyor. Burada ki, “Bam teli” nedir? İnsanı çileden çıkarıp ne yaptığını bilmez, kendini kontrol edemez hale getiren bir durum. Bu olayı meydana getiren şey, bir söz, bir davranış olduğu gibi pek hâlâ bir ses, bir titreşim dalgası da olabilmektedir.
Örneğin ; “Tasavvufi Hakikatler” kitabından aldığımız bir olayı burada yazmadan geçemeyeceğim.
Hz. Ömer, Sariye’yi ordu kumandanı olarak Fars tarafına göndermişti. Sariye’nin kuşattığı Nihavend kapılarında ordu usanç getirmeye başlamıştı. Neredeyse mağlup olmak üzereydiler. Hz. Ömer ise Medine mescidinde Cuma hutbesini veriyordu. Hutbe esnasında birden konuyu değiştirerek yüksek sesle “Ey Sariye, dağa doğru yönel” diye seslendi ve ordunun tümü Ömer’in bu sözünü duyarak dağa sığındı ve zafere ulaştılar.
Bu olayın bilimsel nitelikli olup olmamasından kuşku duyabilir, hatta gülüp geçebilirsiniz, fakat böyle bir olayın varsayım olarak düşünülmüş olmasının üzerinde düşünülmesi gereken bir husus olduğu inancındayım.
Burada, bu görüşümüzü doğrulayan dikkate değer bir açıklama daha yapmak istiyorum.
Din kitabımız Kur’ anda kıyametin kopması anlatılırken, hem de bir çok ayette mealen şöyle denmektedir. “Kıyamet günü bir seda(ses) duyacaksınız. O zaman taş taş üstünde kalmayacak, dağlar bir pamuk yığını gibi atılacaklardır” denmektedir.
“NİHAYET SÜR’A(İsrafil Aleyhisselamın çalacağı boru) ÜFÜRÜLECEK. BİR DE BAKARSIN Kİ ONLAR KABİRLERİNDEN KOŞARAK RABLERİNE GİDERLER”
Yasin sur 36/51
“OLAN MÜTHİŞ BİR SESTEN İBARETTİR...” Yasin sur 36/53
Ses dalgası ile;kristal bardakların, kristal avizelerin kırılabildiği, karınca ve hamam böceklerinin yuvalarından fırlatıldığı sesle, Kur’ anda anlatılmak istenilen ses arasında lütfen bir bağlantı kurunuz ve benzerliğe dikkat ediniz.
SES VE SESİN TİTREŞİM DALGALARI
Bunları dikkate alarak ses ve titreşim dalgaları ile neler yapılabileceğini bir düşünelim.
Örneğin ; bugün tıpta kullanılan titreşim dalgaları ile böbrekteki taşlar parçalanmaktadır. Öyle ise, aynı titreşimi bir lazer ışını gibi kullanabiliriz. Bu titreşim dalgasını belirli bir hedefe göndererek o hedefi tahrip edebilir, duvarsa delebilir veya yıkabiliriz. Titreşim dalgasını bir kurşun gibi kullanabiliriz. Öyle bir ses ve titreşim bulunabilir ki, savaşlarda bu ses veya titreşimle karşı tarafın ordusu felce uğratılarak perişan edilebilir. Aklımızın alamayacağı kadar uzakları güdümlü füze gönderir gibi ses ve titreşim dalgaları göndererek o hedefleri yok edebiliriz. Bu günkü teknolojide, özellikle uzay teknolojisinde, haberleşmede kullanılan elektromanyetik ve radyomanyetik iletişim ve teknolojisi üzerinde düşününüz.
Bütün mesele evrende var olan bütün bitkilere, insan başta olmak üzere bütün canlılara olumlu veya olumsuz etkileyebilecek titreşim dalgasını bulabilmektir. Bir başka değişle, her varlığın “Bam telini” bulabilmek.
Kısacası, bulunacak ses ve titreşim dalgaları ile insanlara mutluluk verilebileceği gibi, onların yok edilmesinde de kullanılabilir.
Ses ve titreşim dalgaları yoğunlaştırılarak bir ültraviyole, bir lazer ışını şeklinde belirli hedeflere yönlendirilip, gönderilebilir. Bu işlemler başarıldığında neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Doğrusu bunu düşünmek bile istemiyorum !
Aklımıza şöyle bir soru takılıyor.
Atomundan hücresine dek evrende var olan her varlığın yayınladığı bu manyetik dalgalar, nasıl oluyor da dengesini, sistemini kaybedip birbirine karışmıyor? Bu nasıl bir denge, nasıl akıl almaz bir sistemdir ki, milyonlarca, milyarlarca yıldan beri hiç şaşmadan, karışmadan bir uyum ve bir denge içinde devam edip gitmektedir?
Bu akıl almaz dengenin, uyum ve sistemin rastgele, tesadüfi bir oluşum olduğunu düşünebilir misiniz? Atom ve hücresel yapılarda ki o akıl almaz oluşumların sırrını hâlâ idrak edemedik. Bir taş parçası atomunda, saniyede on bin devir yapan elektron ve proton ikilisinin gizemine akıl erdiremiyoruz. Atomlardaki bu giz nedir? Ya hücrelerin sistemdeki atomlara eş uyumlu o gizli güç, o gizli sır nedir? Bitki ve canlılardaki telepatik gücün esrarı nedir?
Bütün evrensel yapıyı bırakalım, biz yalnızca insan yapısını ele alalım. Bir insan bedenindeki değişik yapısal özellikleri olan kemik doku, sinirsel sistem, böbrekler, karaciğer, kalp ve beyin gibi organları oluşturan 100 trilyon hücrenin, büyük bir uyum ve denge içinde yayınladıkları bioelektromanyetik dalgaya dönüşmesi üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir husustur.
Bedensel yapımızı oluşturan bu organları birer çalgıya benzetirsek, bütün vücudumuz bir orkestra şefi durumundadır. Belirttiğimiz gibi, bu görünüm bir görüntüden ibarettir. Gerçekte ise beynimizin de üstünde, bütün bunları yöneten daha büyük bir yönetmen bulunmaktadır. Bu, beynimizin hiçbir özerk etkinliği yok demek değildir. Orkestra şefine bir nota verilmekte ve şef de o nota üzerinde bir yorum getirerek orkestrasını yönetmektedir. İşte orkestra şefinin özerkliği buradadır. Önüne konulan notayı istediği gibi yorumlayarak yönetmek. Bu yorumlarda ve çalışmalardaki başarı ve başarısızlık kendine aittir. Bir başka deyişle kendisine verilen notanın yorumundaki sevap ve günahı orkestra şefine, yani beyne benzetebiliriz.
İşte bu orkestra şefi görünümünü, bazı kişilerde her şeyi kendileri tarafından yapıldığı yanılgısını uyandırmaktadır.
Sosyal yaşamımızda olduğu gibi, beynimiz de iyi veya kötü yönetici olabilir. Bir takım sosyal olaylar sonucu, duygu ve düşüncelerimiz her ne kadar olumsuz etkilense de, bir başka değişle beynimiz, ne kadar kötü bir yönetmen durumuna düşse de , bütün bu olumsuz etkilenmeler altında bile biomanyetik dalgalarımızın belirli bir hedef ve amaç yönünde titreşim dalgaları yayınladıklarını hayret ve hayranlıkla görüyoruz. Bu titreşim dalgaları bizleri belirli bir hedefe, amaca doğru adeta itmektedir. Bizim bilincimizin üstünde bir güçtür bu. Bütün sapıklıklar ve bunalımlarımızın içinde bile bu yönelişin veya yönlendirilişin, doğruluk, iyilik ve sevgiye doğru insanı yücelten bir yönde ve amaçta olduğunu görüyor ve hissediyoruz.
Bunun içindir ki, prof. Faruk EREN gibi bir düşünürümüz “Suçlu insanların üzerindeki suçu kazıyınız, altından insan çıkar” demiştir. Bu düşünce, bu oluşumdan kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, her insanın yapısında iyiye, doğruya, sevgiye yönelik titreşim dalgaları bulmak, saptamak mümkündür.
Gen’sel yapımızdan gelen kalıtımlar hariç, çevrenin olumsuz etkilerinden kurtarabilirsek, insanlar iç yapılarından gelen yönelişle daima iyiye, güzele, doğruya, sevgiye doğru giderler. Bir başka değişle insan başta olmak üzere bütün canlı varlıklarda, iyiye, güzele, doğruya iç güdüsel bir dürtü,bir yöneliş vardır.
İnsanların hücresel yapısından kaynaklanan ve belirli bir amaca yönlendirilmiş bu titreşimlerin, bu frekansların belirli bir amacı ve belirli bir hedefi bulunmaktadır. Bu amaç ve hedefin var olduğunu da, parmak izlerimiz gibi, bu titreşim ve frekansların kişiye özel olmasından anlıyoruz.
Sevabı ve günahı ile her kişiyi ele veren bu kendine özgü titreşimlerin ve frekansların varlığını nedenini, bunların ilahi bir merkezden var edilmesinde, yönlendirilmesinde, idare edilmesinde buluyoruz.
EVRENDEKİ GİZLİ GÜÇ
Peki, evrendeki bütün varlıkları belirli bir amaca, belirli bir hedefe yönlendiren BİLİNMEYEN bu gizli güç nedir? Bu gizli kudretin varlığını ve kaynağını nerede ve nasıl bulabiliriz?
Dinsel inançlarda ALLAH dediğimiz bu sonsuz kudretin varlığını ve kaynağını dışarılarda, yedi kat göklerde,veya kaf dağının tepesi gibi efsanevi yerlerde aramaya gerek yok. Biz onu O’nun tarafından yönlendirilmiş bizi O’na götüren iç yapımızdaki atom ve hücresel titreşimlerimizde, frekanslarımızdan bulabiliriz. Yeter ki, bu titreşim ve frekanslarımızı doğal yapısında bırakalım, basit çıkarlara dayanan duygu ve düşüncelerimizle onları yönlendirilmiş hedef ve amacından saptırmayalım. Çünkü bu titreşim ve frekanslar bizi, içgüdüsel olarak aradığımız kudrete ve varlığa götürecektir ve götürmektedir.
Din kitabımız Kur'andaki şu ayetlere bakınız.
“Ben size sizden daha yakınım.”
“Ben size şah damarınızdan daha yakınım.”
“Siz açıklasanız da, gizleseniz de biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz.”
“Siz yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz, biz sizin düşündüklerinizi bile biliriz.” Lütfen bir de şu ayeti okuyunuz ve bilimsel olarak üzerinde düşününüz.
“Bitkiler ve ağaçlar onun buyruğuna uyarlar.”
Ne demektir bu ve buna benzer ayetlerin anlamı?
Madensilerin yapı taşı olan atomla, bitki ve canlıların yapı taşı olan hücrelerdeki bu hareketliliğin, bu titreşim ve frekansların kaynağı nedir? Akıl almaz bu uyum ve ritmin bir rastlantı sonucu oluştuğunu kabul edebilir miyiz?
Bir çok din kitaplarında ve Kur’anda insanın, topraktan, bir avuç çamurdan yaratıldığını açıklayan ayetlerle uyum içinde olan Mevlana’nın Mesnevisindeki şu sözüne dikkatinizi çekmek isterim. “Taştan,topraktan çıkıp, bitki oldum” demek ki, bitki başta olmak üzere bütün canlılığın başlangıcı toprak ve topraktan oluşan oluşumlardır.
Atom ve hücrelerdeki bu ritmin bir hedefi ve amacı var mıdır, varsa bu hedef ve amaç nedir?
İşte Kur'andaki ; “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” ve “Biz sizin düşündüklerinizi bile biliriz.” ayetlerindeki gizliliğin açıklanması, atom ve hücrelerin içindeki bu hareketlilikte,bu ritimlerdedir. Her insanın biyolojik yapısının kendine özgü bir hareketliliği bir frekansı, başka bir değişle kendine özgü bir ritmi ve parmak izi niteliğine sahip biomanyetik frekansı bulunmaktadır.
İşte evrenin ve yaşamın gizli gücü, atom ve hücrelerdeki bu hareketlilikte, bu frekans ve ritimlerde bulunmaktadır. Evrenin bir çok gizliliğini ve yaşamdaki bir çok sırları, atom ve hücrelerdeki bu hareketlerde, frekans ve ritimlerde bulacağız.
İsterseniz İlah, isterseniz Allah deyin, bu güce kavuşabilmemizin yolu, atom ve hücrelerin yapısındaki bu hareketliliğe, frekansa veya ritme uyumdan geçmektedir.
İşte, dünyamızda bu kadar değişik dinsel inançlardaki değişik dinsel müziğin kökeni ve kaynağı da, bütün müziklerde olduğu gibi, atom ve hücrelerin yapısındaki bu hareketlilikten bu frekans ve ritimden kaynaklanmaktadır.
Afrika’daki, Avustralya’daki ilkel toplumların, tam tam sesleri ile Allah’a dua etmelerin, Hinduizmde, Konfiçyüsde, Budha da, Hıristiyanlıkta ve İslamiyet’te Allah’a ibadet ve dualarda müzik ritminin ağırlıklı olarak yer almasının kaynağı, atom ve hücresel yapımızdan kaynaklanmaktadır. İnsanların Allah’ a karşı yaptıkları dua ve ibadetlerde müziğe ağırlıklı bir yer verilmesinin nedeni, insanlar tarafından sokulma değil, onun doğal yapısından kaynaklanan bir olgudur.
İlkel insanların tam tam seslerinde ve en gelişmiş insanın dinsel müziğindeki o ritimde, insanın Allah’ı ile bütünleşme, ona ulaşma duygusunu bulabiliriz. Bir başka değişle, insanların Allah’sal bir güce ve müziğe yönelişi biyolojik yapısındaki atom ve hücrelerinden kaynaklanan biomanyetik frekansın ritminden onun iç güdüsünden ve kaynaklanmaktadır. Kısacası, Budizm dininde de ve diğer dinlerin dua ve ibadetlerinde de müziğe bu kadar ağırlık ve önem verilmesinin kaynağı bir rastlantı veya insanlardaki sosyal değişimin bir sonucu değil, doğal yapısında varolan o ilâhi ritimden kaynaklanmaktadır.
SES VE MÜZİĞİN PSİKOLOJİK ETKİNLİĞİ
Müziğin din inancında, dua ve ibadetlerde yer alışına eski tarihlere giderek bir göz atalım.
Bu alanda elimizdeki en eski belge, M.Ö. 479 – 551 yılları arasında yaşamış olan Konfiçyüs’ün “Müzik Hakkında Notlar” adlı kitabıdır. Bu kitapta Konfiçyüs müzik hakkında bakın neler diyor.
“Müzik tonların bir verimidir ve beyne olan etkisi değişik algılamalar, etkileşimlere neden olur.”
“Örneğin beynimize kederli algılama yapan sesler, kesin ve sönücüdür.
Neşeli; sesler ince ve yavaştır.
Sevinç dolu sözler; yüksek ve sonra dağılıcıdır.
Hiddetli sesler; korkunç ve kabadır.
Saygı taşıyan sesler; doğru ve mütevazidir.
Sevgi gösteren sesler; yumuşak ve ahenklidir.”
Seslerin beynimiz,dolayısıyla ile bedenimiz üzerindeki etkisini yaklaşık 2500 yıl önce bakın konfiçyüz ne güzel açıklamış.
“Bütün sesler beyinden, bilinçten çıkar, müzik de, bu seslerin farkları ve uygunlukları arasında bir geçittir. (Bir başka değişle) müzik, sesler arasında bir bağ, bir uyumdur.”
“Sesi bilip de ahengi (uyumu) bilmeyenler, kuşlar ve hayvanlardır.”
“Ton’u bilip de müzikten anlamayanlar, insanlardır.”
“Müziği yalnız büyük insanlar (ruh temizliği, ruh yüceliği olanlar) anlar.”
“Müzik vücuda birlik getirir” diyen Konfiçyüs, müziğin insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisini ne güzel belirtmiş. Ayrıca Konfiçyüs’ün şu sözlerine de dikkatinizi çekmek isterim. “Yüksek dereceli bir müzikte, gök ve toprak arasında aynı ahenk vardır”
Kitabın bir başka bölümünde “Müzik, gök ve toprak arasında bir ahenktir. Bu ahenk bütün varlıkların cinsini değiştirir. Müzik gökten meydana gelir. Eğer gök ve toprak arasında bir ahenk, bir uyum varsa orada müzik yükselebilir.”
Konfiçyüs burada “gök” sözcüğünü Allah anlamında kullanmıştır. Konfiçyüs’ün müzikle ilgili tanımlamalarında “gök” sözcüğünün yerine Allah sözcüğünü koyarsak, müziğin kaynağını ve dolayısıyla etkinliğini daha açık ortaya koymuş oluruz.
Özellikle şu sözün üzerinde bilimsel olarak durulması gerekir.
“Müzik, ahenkle (uyumla) süslenir, iyi ruhlar yönetir ve gök (Allah) ile uygunluğu, ilişkisi vardır.”
Bizim de anlatmak istediğimiz bundan başka bir şey değildir.
Konfiçyüs’ün bir de şu sözüne dikkat edelim.
“Müzik gök ve yerin farkından olmuştur.”
Burada “gök” Allah anlamında, “yer” ise dünya küremiz yani taş, toprak, bitki, hayvan ve insanlar olarak bütün varlıklar kastedilmiştir.
Konfiçyüs’ün şu açıklaması üzerinde de önemle durulmalıdır.
“Yerin ruhu yükseğe gider, Göğün ki aşağıya iner. Yin ve Yang ‘da karşılıklı bir temas olursa, gök ve yer de karşılıklı olarak faaliyette bulunur”
Burada “yin” olumsuz, “yang”da olumlu ruhlar ve manyetik dalgalardır. Yani elektrikteki pozitif ve negatif gibi ters elektrik yüklü manyetik dalgalardır.
Bu oluşumu iki şekilde açıklayabiliriz.
Birincisi; burada Yaradanı dikkate almadan, yalnızca yeryüzündeki varlıklar ve gökyüzü olarak ele alabiliriz. Bu durumu da yer küresindeki elektrik ile gökyüzündeki elektrik yükünün birbiri ile çatışması şeklinde değerlendirebiliriz. Bu durumda havada, insanlara ve canlılara, daha doğrusu algılayabilen bütün varlıklar üzerinde olumsuz etkileri görülen bir manyetik dalga oluşur. Bu manyetik dalgaları algılayanlarda, bir takım iç sıkıntıları, bunalımlar, intihar ve cinayet olaylarının arttığı görülür.
İkinci değerlendirmede ise, yeryüzünü canlılar ve insanlar, gök yüzünü de Allah’ın varlığı olarak kabul edersek, yer yüzünde insanlardan Allah’a doğru olumlu manyetik dalgaların Allah’ a ulaşması sonucu çevremizde ve gök yüzünde bizlere mutluluk ve huzur veren manyetik dalgalar oluşur. Bazı zamanlar nedenini bilemediğimiz bir mutluluk ve huzur duyarız. İçimizden gelen bir coşkuyla coşar adeta çocuklar gibi oynamak isteriz. İşte bu anlar yer yüzünden yayınlanan mutluluk titreşimleri ile gök yüzü titreşimlerinin uyuştuğu, birbiri ile bağdaştığı anlardır. Pek tabii ki bunun tam tersi olan oluşumlar ve etkileşimler de mümkündür.
Konfiçyüs bizim bu görüşümüzü doğrularcasına “Böylece müzik, gök ve yerin ahengi için yapılmıştır” demektedir.
Konfiçyüs kitabında müziğin bireyler üzerindeki etkinliği ile, müziğin az veya çok fazla çalınmasının bıraktığı etkiyi de çok güzel anlatmıştır.
Örneğin ; “Müzik çok fazla yapılması, çalınmasında fenalıklar kendini gösterir. Fakat çok azaltılan bir müzik de insanları fazla arzulu yapar”demektedir. Yani, müziğin dinlenmesinin de, icra edilmesinin de ölçülü yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.
Müziğin, bireyler üzerindeki etkisini Konfiçyüs şu açıklamalarla devam ediyor. “Bütün fena notalar(müzik) insanlara tesir eder ve bozuk bir hava yaratır. İyi notalar(müzik) insanlara tesir ederek iyi bir hava yaratır. Karşılıklı şarkı söylemenin ve eğlenmenin birbirine etkisi vardır. Her şey kendi cinsine göre hareket eder”
Burada üzerinde durulması gereken ve dikkatimizi çeken bir açıklama bulunmaktadır. “Yuvarlak ve yassı, eğri ve dik şeylerin bir katogorisi” olduğunu ve her şeyin kendi cinsine göre hareket ettiğini söylüyor.
Konfiçyüs burada, dünyada bulunan her varlığın kendine özgü yapısal bir özelliği olduğunu ve bu yapısal özelliğine göre de müziksel ritimler ve titreşimler yayınladığını mı anlatmak istemiştir? Bir başka değişle Konfiçyüs, varlıkların en küçük parçası olan, yuvarlak, yassı, eğri ve dik tanımlarına uyan, atom ve hücre yapılarını mı anlatmak istemiştir? Eğer böyle ise, bizim anlatmak istediklerimizle ne kadar uyum içinde bulunmaktadır.
MADDENİN VE HÜCRENİN ÖZÜNDEKİ TİTREŞİMLER
Biz de burada ısrarla, evrende var olan her maddenin temel taşı olan, atom ve hücresel yapının yapısına özgü bir titreşimi ve bu titreşime uygun bir sesi ve ritmi bulunduğunu söylüyoruz. Bu ve benzeri maddelerin çıkardıkları seslerin insan üzerinde etkisi olduğunu açıklamaya çalışıyoruz. Örneğin ; taşın, toprağın, demirin, tahtanın, kısacası evrende var olan her şeyin kendine özgü bir titreşimi, bir ritmi ve bir sesi vardır. Dolayısıyla bu ve benzeri maddeler çıkardıkları titreşimler, ritimler veya sesler aracılığı ile çevresine ve insanlara etkili olabilmektedir. Bazı bitkilerin, maddelerin ve taşların insanlar üzerinde değişik etkileri olduğu saptanmıştır.
Örneğin, kıymetli olarak bilinen bazı taşlar çok kuvvetli ve etkin olan frekans yayınlamaktadır. Bu frekansların kişilere olumlu etkileri olduğu gibi son derece sert ve olumsuz etkileri de olabilmektedir.
Örneğin, Akik Taşı: Başımız ağrıdığı zaman yayınladığımız olumsuz frekansları kendi üzerine çekerek baş ağrısının geçmesine neden olmaktadır. Vücuttaki herhangi bir gerginliği gidermek için kullandığımızda, bölgenin üzerine konulur ve taş bölgeye sıcaklık hissi vererek oradaki gerginliği giderir.
Ametist Taşı : Yumuşak etkiye sahip olan bu taş, insanlarda sezgi gücünü güçlendirmektedir. Üzerinizde devamlı taşımak suretiyle hassasiyetinizi artırabilirsiniz.
Bu ve buna benzer bir çok taşın etkinlikleri deneylerle saptanmıştır.
Örneğin, Turkuaz, yakut, safir, yeşim, kuarks, pırlanta, elmas gibi benzeri taşların etkinlikleri bilinmektedir.
Konfiçyüs bu olayı veya oluşumu 2500 sene şöyle açıklamış.
· Taşlar da bir nevi ses çıkarırlar. Bu alet ayrılığı gösterir. Bu ayrılma ölümü hatırımıza getirir.
· Telli aletler, kederli ve ızdıraplı sesleri veriyor. Bu keder saf duyguları doğurur. Bu saf duygular iradeyi yaratır.
· Banbu aletler, geniş ve taşkın sesleri verir. Bunlar bir toplantıyı hatırlatır. Bu toplantı duygusu herkesi bir araya getirir.
· Davul ve tamburlar neşeli seslerdir. Bu sesler bir hareket uyandırır. Bu hareket halkı ilerletir.
Burada şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz. Her insanı değişik sesler etkilediğine göre, etkili olan bu seslerin kaynağı aynı zamanda o insanın temel taşı, temel yapısı hakkında bir ölçek olabilir mi? Örneğin ; insan vücudunda 23 asal maden ve sayısını bildiğimiz madensi maddeler bulunmaktadır. Etkilendiği müzik sesinin kaynağı, o insanın yapısındaki maden veya madensiler hakkında bir ölçek olabilir mi? Örneğin ; Mevlana’ya altın madeninden çıkan sesler etkileyerek onun kendinden geçmesine neden olmuştur. Bu etkileşimde vücudumuzdaki maden ve madenlerin rolü ve etkinliği nedir?
Müzikteki titreşim ve ritimlerle, vücudumuzu oluşturan maden ve madensiler arasında yakın bağlantı olduğu kanısındayım. Vücudumuzda hangi metal ve metalsi madde egemense, o metal ve metalsiden çıkan titreşimlerin, ses ve ritmin bizi daha çok etkileyeceği inancındayım. Bir başka değişle,vücudumuzdaki maden ve madensilerden hangisinin yayınladığı titreşimler, frekanslar veya ritimsel hareketler daha fazla ve daha kuvvetli ise, o maden veya madensiden kaynaklanan müzik seslerini algılamamız, ondan etkilenmemiz çok daha kolay olmaktadır. Yalnız bu alanda yapılacak bilimsel deneylerde kişinin bu alandaki eğitim düzeyi etrafındaki olaylardan etkilenim durumu ve deney sırasında konuya konsantre olup olmama gibi benzeri durumlarının dikkate alınması gerekir. Yani insanı, bu deneylerde mümkün olduğunca, olumsuz dış etkenlerden soyutlamak gerekir. İnsan, deney sırasında bir takım şartlanmışlıklardan, içinde bulunduğu bedensel veya psikolojik rahatsızlıkların etkisinden kurtarılmalıdır. Öylesine ki, bu durum, kişilerin kader dedikleri bir çok durumun değiştirilmesinde etkin olabilecektir.
Örneğin ; genler yolu ile aşılanmış bir çok rahatsızlıklar ve dengesizliklerde, genlerin titreşim dalgaları saptanabilirse, bu titreşimlere verilebilecek karşıt titreşim dalgalarıyla, bedende ve gende meydana gelen hastalıklar tedavi edilebilecektir. Tıbbi tedavisi olamayan hastalıklarda, bazı batıl inançlı kişilerin “bu insanın içine şeytanlar, cinler girmiş” dediği hastalıklar, saptanan bu titreşim dalgalarıyla tedavi edilebilecektir. Yani batıl inançtaki şeytanlar, cinler, o vücuttan karşıtı olan titreşim dalgalarıyla dışarı atılabilecektir. Tabi ki bu durumların terside uygulanarak sağlıklı insanlar bir takım hastalıklara, dengesizliklere düşebilecek veya düşürülebilecektir. Yani bir başka değişle, bu titreşimler, frekanslar ve ritimsel hareketler ikiyüzlü bıçak gibi kullanılabilecektir. Onun için bu ve benzeri titreşim dalgalarının çok dikkatli kullanılması, özellikle bu dalgaların resmi bilimsel kurullar tarafından araştırılıp saptanması ve yine ancak bu resmi bilimsel kurallar tarafından kullanılması gerekmektedir. Bu titreşim dalgalarının kullanılmasını ele geçiren art niyetli kişi ve kuruluşların yapabilecekleri kötülüklerin sınırı yoktur. Bizim amacımız, bu alanda yapılacak buluşların insanlığın mutluluğuna ve yararına kullanılmasıdır.
Her atom ve hücrenin yapısında var olan titreşimsel hareket, o atomun ve hücrenin kendine özgü müziğini oluşturmaktadır. Dolayısıyla her atom ve hücre kendine özgü bir müzik yayınlar ve kendi özgü yapısındaki müziği de algılar.
Müzik aletlerinin yapıldıkları maddeleri ve madenleri lütfen bir düşünün. Taş, seramik, demir, bakır, pirinç, tahta, hayvan kılı ve derisi, daha buna benzer değişik birçok malzemeler.
İnsanın biyolojik yapısında da var olan bütün bu maddeler ve madenler de aynı müzikal titreşimleri yayınlar ve algılar. Dolayısıyla her müziksel titreşimi o müziksel titreşime en uygun madde ve madenler algılar. Bu duruma göre evren üzerinde müziksel titreşimleri algılamayan ve etkilenmeyen hiçbir varlık yok demektir.
Örneğin ; çiçek, meyve ve sebze gibi benzeri bütün bitki türlerini müzikten etkilendikleri bilimsel araştırmalar sonucu kanıtlanmıştır ve bitkilerin de ses çıkardıkları elektronik aletlerle saptanmıştır.
Örneğin ; çocuk kitapları arasında yayınlanan “Bir Köyün Kavalcısı” adlı masalımsı olay, bir gerçeği anlatmaktadır.
Örneğin ; karafatma ve bazı böcekleri yuvalarından dışarı çıkaran müzik olduğu gibi, ev hayvanları üzerinde etkili olarak o hayvanların bedensel gelişmeleri ve süt verimleri üzerinde etkili müzikler olduğu saptanmıştır.
Örneğin, kümes hayvanlarında tavukları müzikle etkileyerek daha fazla et ve yumurta artışı sağlanmıştır.
Örneğin ; balinaların, balıkların, kurbağaların, kuşların ve diğer hayvanların çiftleşme zamanında çıkardıkları o müzikal seslere ne demeli.
Bitkilerin ve hayvanların pop türü, hızlı, hareketli, gürültülü ve yüksek sesli müziklerden hoşlanmadıkları, bu tür müziklerde hırçınlaştıkları, huysuzlaştıkları ve verimlerinin düştüğü saptanmıştır. Buna karşılık Bach,Beethoven, Schhuman türü müziklerden hoşlandıkları ve bu müziklerde sakinleşip huzur buldukları, dolayısıyla verimlerinin arttığı bilimsel olarak saptanmıştır.
İNSAN YAPISI VE MÜZİK
Belirtilen bu müzik türlerinin insanlar üzerinde de aynı etkiyi yaptığı yine bilimsel araştırmalar sonucu saptanmış durumdadır.
Ve yine bilimsel araştırmalar sonucu, belli desibelin üzerindeki seslerin, insanın beyin hücrelerini öldürecek kadar olumsuz etki yaptığı bilimsel olarak bilinmektedir. Buna karşın, hafif tonda çalınan müziğin sakinleştirici, huzur verici etkisi olduğu yine bilimsel olarak saptanmıştır. Yeni yetişen genç kuşağın, hırçın, huysuz, kavgacı oluşunun nedenlerinden biri de, aşırı yüksek sesli müzik dinlemesinin sonucu olabileceği inancındayız.
Konfiçyüs, müziğin insanlar üzerinde etkisi hakkındaki görüşlerimizin doğruluğunu, 2500 sene önce bakın ne güzel açıklamış.
“Fena ve karışıklık yapan notalar (müzik ve ya müziksel titreşimler) aklı koruyamazlar. Bozuk bir müzik (titreşim) beyni çalıştıramaz. Tembel ve kayıtsız bir ruh, kendi varlığını (kendi kişiliğini veya kendi gücünü) meydana getirmez. Kulaklar, gözler, burun ve ağız, kısacası bütün varlığımız doğru yolu takip etmek (bulabilmek) için onun (yani müziğin) prensiplerine göre hareket eder. Duygular, tonlar ve notalarla meydana çıkar.” demektedir. Duygularımızın, ses tonları ve notalarla olan yakın ilişkisini Konfiçyüs bu şekilde belirtmiştir. Yine Konfiçyüs kitabında “ Müzik yapıldığı zaman, insani münasebetler (ilişkiler) saf olur, gözler parlak, kulaklar keskin olur. Kanın hareketi sakindir. Adetler (huylar ve uygulamalar) değişir ve dünyada her şey sükun(sakin) olur.”
Konfiçyüs:
“Fazilet (erdem) insan yaradılışının bir temelidir. Müzik ise faziletin bir süsüdür” demektedir,.
Biz de, insanoğlunun yapısından kaynaklanan bir dürtüyle ve içgüdüleriyle daima iyiye, doğruya, güzele, bir başka değişle, devamlı olarak fazilete, erdeme doğru yöneldiğini veya yöneltildiğini açıklıyoruz. Ve bu yönelişin veya yönlendirilişin insanın yapı taşı olan atom ve hücre yapısından kaynaklandığını ısrarlarla belirtmeye, açıklamaya çalışıyoruz. Buna, o varlığın biomanyetik dalgaları veya müziği de diyebiliriz.
İnsanın yapısını oluşturan atom ve hücre birleşmesi, kendi içinde ayrı ayrı görülmesine karşın, sonuçta duygu ve düşüncelerimizle, bir başka değişle beyin gücümüzle birleşip, bütünleşerek ortak bir biomanyetik dalga oluşturmaktadır ve bu biomanyetik dalgalar o kişiye özel özelliklere sahip bulunmaktadır. Tıpkı her kişinin kendine özgü parmak izi oluşu gibi. Bu biomanyetik dalgalar, bazı olaylar ve oluşumlarda değişkenlik gösterse de temelde bir değişmezliği vardır. O değişken görünüm geçici veya yanıltıcı bir değişim olabilir. İnsanın yapısındaki bu biomanyetik dalgaların değişip yepyeni bir biomanyetik dalga olabilmesi için, insan bünyesini oluşturan atom ve hücreler dahil, genlerin tamamen değişmesi gerekir. Bu da en azından şimdilik mümkün olmadığından, bunun değişmezliği demektir.
Konfiçyüs 2500 sene önce bunu görmüş, beyin dalgalarımızın, çağdaş değişle biomanyetik dalgalarımızın biyolojik yapımızla olan ilişkisini ve etkinliğini bakın nasıl açıklamıştır.
“Duygular gelişirse kültür olgunlaşır. Ahenkli bir uygunluk içte toplanır, fakat onun verimi alışta belli olur. Bunun için müzik, aldatıcı bir şey olarak kabul edilmez. Müzik, dimağın (beynin ve biomanyetik dalgalarımızın) hareketinden doğar. Notalar onun şekilleridir”
Konfiçyüs duygu ve düşüncelerimizi yansıtan beyin dalgalarımızın, müziksel bir ritim, bir ahenk halini aldığında bedensel yapımız üzerinde ki etkinliğini 2500 sene önce bakın ne güzel açıklamış.
Esas müziğin, öncelikle beyinde ve biomanyetik dalgalarımızda oluştuğu, ancak bundan sonradır ki notaların şekillendiği ortaya çıkmaktadır. Bazı bestekârlarımız da “İçimden gelen ani bir duyguyla bu besteyi notaya döküm, bunu nasıl olduğunu bile anlayamadım” gibi sözleriyle bunu doğrulamıyor mu? Bu bir bakıma “İLHAM” dediğimiz oluşum değil mi?
Konfiçyüs müzik dinlemenin üzerimizdeki etkisini bakın nasıl açıklıyor.
“Müzik sona erdiği zaman fazilet (erdem) yükseğe ermiş bulunur. Büyük adamlar (ruhsal olarak büyük olan kişiler) onu sevgi ile iyiye, doğruya götürür. Basit insanlar da onda kendi yanlışlarını görür” demektedir.
“Eğer kalbin içinde ahenk ve müzik olmazsa, o zaman iç’e(kalbe) hile yalancılık girer.”
“Müziğin yolunu,kalitesini yükseltirsek, dünyada güç bir şey kalmaz.”
“Saygı dolu sözler saygıyı, ahenkli sözler ahengi gösterir. Bu saygı ile ahenk birleştiği zaman, dünyada yapılmayan, yapılmayacak bir şey yoktur.”
Konfiçyüs, toplum yaşamımızda yöneticilerle yönetilenlerin, sosyal yaşamı ile müzik arasındaki yakın ilişki ve etkileşimi de şu şekilde açıklamaktadır.
· Hükümdarların (yöneticilerin) idaresi zayıf ise; notalar ölgün ve halk keder içindedir.
· Hükümdar (yönetim) yüce, makûl ve uysal ise; müzikteki tonlar değişik ve güzeldir.
· Hükümdar (yönetim) kaba, haşin ve zalim ise; notalar şiddetli ve sonra halk dağınıktır ve halk azimkâr ve kuvvetlidir.
· Hükümdar (yönetim) saf, kuvvetli ve doğru olduğu zaman; notalar ciddi ve samimidir. Halk saygılıdır.
· Hükümdar (yönetim) ulu ve iyi olursa; tonlar eksiksiz ve ahenklidir. Halk da sevgi dolu ve iyimserdir.
· Hükümdar (yönetim) fena, fesat dolu, müsrif olursa; notalar sıkıcı ve kabadır, halk da ahlâksızdır.
“Bunun için ilk Hükümdarlar (yöneticiler) müziğin temelini, insanların karakter ve duygularına göre yaptılar” demektedir.
Konfiçyüs, müziğin toplumsal etkinliğini ne güzel anlatmış değil mi?
Yine Konfiçyüs müziğin toplumsal etkisini bir başka yerde “Dünyada karışıklık olduğu zaman, müzik bozulur” diyerek müziğin insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisini özet bir şekilde açıklamıştır.
Konfiçyüs’un müzik hakkındaki görüşlerini genel anlamı ile kaplayan ve özetleyen şu sözlerini alarak bitirmek istiyorum.
TEMEL YAPI : ATOM VE HÜCRE
“Temeli aramak ve değişikliği bilmek bir müzik olayıdır.”
Burada “Temeli aramak ve değişikliği bilmek” sözcüğü üzerinde önemle durmamız gerekir.
Burada “Temel” sözcüğü ile insan dahil, evrendeki bütün nesnelerin temel yapısını oluşturan atom ve hücrelerde meydana gelen değişimler anlatılmak istendiği kanısındayım. Burada anlatılmak istenen temel yapı, varlıkların ve insanın temel yapısını oluşturan atom ve hücrelerin oluşturduğu biomanyetik dalgalardır. Aynı sözcük içindeki “değişimler sözcüğü ile de bu biomanyetik dalgalarda meydana gelen veya gelebilen değişimlerdir.
“Müzik, gök ve yerin karakterine benzer, ilâhların faziletine (erdemine) nüfuz eder. Gökteki ruhları aşağıya indirir, yerdeki ruhları yükseltir.” demektedir Konfüçyüs.
Müzikte etkin olan, müziğin kendisinden çok, müziği meydana getiren titreşimler, frekanslar, ritim ve ahenktir. Bu titreşim ve frekans, ritim ve ahengin oluşturduğu oluşumlar, bizim vücudumuzda oluşan biomanyetik dalgalarımızla bir ahenk içinde birleşip, bütünleşebildiğinde, biz ruhen bir rahatlama ve içimizde Allahsal bir yücelme ile birlikte, adetâ kendimizi Allah’a erişmiş, onan ulaşmış gibi hissederiz. Bunun aksi olarak, müziğin frekansları ile biomanyetik dalgalarımızın frekansları uyuşmadığı zamanlar, rahatsızlık, yalnızlık, acizlik, huzursuzluk ve aşağılık duygusu gibi olumsuz duygular duyarız. Bu olumsuz duyguları içimizde hissederiz.
Bunun için rahatlıkla diyebiliriz ki dinsel müzik veya müziğin dinle bütünleşmesi bir rastlantı sonucu değildir. Bu oluşum varlıkların doğal yapısından, yani atom ve hücresel yapımızdan kaynaklanan bir oluşumdur. Yani insanlar, içten gelen bir yönlendirilişle, bir itilimle, müziğe, ritme ve dolayısıyla dinsel müziğe yönelmiş, daha doğrusu yönlendirilmiş durumdadırlar.
İncelemeye ve dikkate değer başka bir husus; Konfiçyüs’ten de eski Mısır ve Roma medeniyetlerinde de müziğin, dinsel ve günlük yaşamdaki etkinliğini görüyoruz. Özellikle Mısır medeniyetinde 4. sülale devrinden kalan (M.Ö. 2778-2423) müzikle ilgili belge ve kalıntılarda, rahiplerin müzik çaldıkları görülmektedir. Bu konuda prof. Afet İNAN’ ın Eski Mısır Tarihi ve Celal Esat Arseven’ in Sanat Ansiklopedisinin 3. Cilt 1322. Sayfalarında bulabiliriz.
Çok enteresandır, Konfiçyüs’ten yaklaşık 2500 yıl sonra yaşamış olan bir Avustralyalı Yazar Adolf Von Grolman “Musiki ve İnsan Ruhu” adlı kitabında neler yazıyor.
“Gerçek müzik bize zamandan ve ebediyetten gelir ve bizi üç günlük ömrümüz içinde varlıktaki en yüce kudrete, onun Allahsal varlığına yaklaştırır”
“Çünkü insanın kendisi de ahenk ve melodiden yapılmıştır. Yahut ahenk ve melodi, ezelden beri insandır ve insan bütün zamana bağlı şeylerin karmaşıklığı içinde ebediyetten kendisine emanet edilen bu sırları ve hazineleri zamanlar boyunca taşıyacak ve muhafaza edecektir.”
“Yalnız burada iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırmak lazımdır. Birincisi; melodinin bir hayat yolu, ruhi varlığının üstünde kalan bir hayat çizgisi olarak alınması, ikincisi; bir insan hayatının varlığını tayin eden bir kader faktörü olarak ahenginin kabul edilmesi.
Çünkü insan, ya melodilerle dolu bir varlıktır, yahut aksine, böyle bir melodi akışı hayatına hakim değildir.
Hayatındaki melodi akışı zikzaklı insanlar olabildiği gibi, varlıklarına hakim olan ahengin bozuk bulunduğu insanlar da vardır ve buna yalnız o insanın kaderi tayin eder.”
RUHSAL YAPIMIZ VE MÜZİK
“Ondan sonra ruh ve arkasından melodi gelmektedir. Ruh ortadadır. Merkezi teşkil eder. Melodi, vezin ve ahengi temsil eder.” demektedir.
2500 sene önce Konfiçyüs’le çağımız yazarı arasındaki yakın bağlantı ve yakın görüşü belirtmeye gerek var mı? Adolf Von Grolman’le Konfiçyüs’ün 2500 yıl sonra nasıl birleşip adeta bütünleştiklerine dikkat ediniz.
“Musiki aynı kaldığı halde, onu dinleyen kimse, bu musikide kendi içindeki ahengi işitir, kendi hayat akışını yaşar”
“Musiki büyük bir tesir kudretine sahiptir. Yani “İnsanın içine işler” o halde musiki duygularımıza hitap etmektedir.”
“İnsan ruhunda da melodik ve armonik unsurlar birbirine karşıdırlar. Melodi ve armoni birbirinin düşmanı değildir, fakat hayatımızda karşılıklı iki gerginliği temsil eder”
“Çünkü, ya melodik hayat seyri insanın hüviyetini tayin etmekte, yahut ta bunu armonik mukadderat ahengi meydana getirmektedir. Bunlardan biri ötekine daima üstündür. Böylece armoni yahut melodi, insana yaratılıştan ebediyetten verilmiş olmasına rağmen insan bunları iradesini kullanarak gelişmeden alıkoyabilmektedir.”
“En yüce bir musikinin ruhaniyetten kökü olmayan hiçbir şey, insan varlığının derinliklerine kadar işleyemez.”
“Her insan hayatı bu ahengi kendisinde taşır, musiki ve insan ruhu varlığı kuran bu ahengin içinde birleşir birbirlerini bulur.”
Şu söze lütfen dikkat ediniz. “Bir besteci, yaratıcı olarak çalıştığı zamanlar Allah’ın yakınındadır, fakat günlük hayatın içinde çırpınmaya mecbur kalınca zavallı bir hale düşer”
Müziğin insanlar üzerinde biyolojik ve psikolojik etkinliğini belirten birkaç sözü de yazmadan geçemeyeceğim.
Örneğin ; Hıristiyan dininde Protestan mezhebinin kurucusu LÜTHER’ in müzik için söylediğine bakınız. “Allah’ın bizlere en büyük nimeti müziktir” müzikle Allah arasındaki bağlantıyı Luther ne güzel belirtmektedir.
Örneğin ; büyük müzik dehası Richard VAGNER’ in dikkate değer şu sözüne bakınız. “Müziğin ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam” demektedir. Şüphesiz buradaki “aşk” sözcüğü kadın aşkı, para aşkı değil Allahsal bir aşk duygusudur.
Örneğin ; “Estetik veya Güzelliğin Kompozisyonu” adlı eserin yazarı Friedrich Thcodor VİSCHER bu eserinde kalbimizdeki duyguları ve düşünceleri müzik kadar hiçbir şeyin ifade edemeyeceğini belirten sözü üzerinde biraz düşünelim. “Hiçbir şekil, hiçbir kelime, kalbin derinliklerini (Allah’ ın yüceliğini) ve özelliklerini müzik kadar mükemmel ifade edemez.”
Bir başka değişle, doğal yapımızın frekansına uyan müzikler bizi Allah’a ulaştırır, frekansımıza uymayan müzik bizi Allah’tan uzaklaştırır.
Müzik ile ilgili söylenmiş şu sözlere de lütfen dikkat edelim.
“Müzikten etkilenmeyen kimse hastadır, ruh hali bozuktur.” Gazzali
Büyük Türk filozofu Farabi “Kitabı el musiki” adlı eserinde, sesi bilimsel olarak açıkladıktan sonra musiki ayetleri yapmak için gerekli usulleri de tanımlamıştır.
Dini musiki XIII. Asırda Oğuz Türkleri ve Moğollarda da en iyi temsilcisini bulmuştur.
Mevlana, musikinin , insanın Allah’ a karşı olan aşkını kuvvetlendirdiğine inanmış ve bunu telkin etmiştir. Yine Mevlana “Biz, bütün dünya milletlerini ney sesimizde birleştirdik” demiştir.
“Müzik öyle bir denizdir ki, ben paçalarımı sıvadım ama hâlâ içine giremedim”
Dede Efendi
“Müzik beni, bestecinin o besteyi yaptığı andaki ruh yapısına alıp götürür. Ruhumu onun ruhu ile yoğurur ve süren heyecanlarımla onu izlerim. Ama bu niçin böyledir? Onu bilemem”.
Tolstoy
“Müzik dilinin öğretilmesi diğer dillere benzemez , bunu çocukluktan beri öğrenenler ona sahip olabilirler”
Rubinstein
Müzik, karşılıklı olarak olumlu ve olumsuz etkileme ve etkilenme olayıdır. Büyük düşünür Halil CİBRAN bakın bu durumu ne güzel belirtmiş.
“Şarkı söylemenin ve müzik yapmanın sırrı, müziğin titreşimleri ile dinleyenin kalbinin atışları arasında bulunur.”
“Allah,insanı yarattığında ona tüm dillerden farklı bir dil ola müziği verdi”.
1883-1931 yılları arasında yaşamış olan Halil CİBRAN “Sözler” adlı kitabında müzik hakkındaki düşüncelerini de burada belirtmeden geçemiyeceğim
MÜZİK ÜZERİNE
Dostlarım;
Müzik ruhun dilidir.Onun nağmesi,sazın tellerini sevgiyle titreten tatlı melteme benzer.Müziğin zarif parmakları duygularımızın kapısını çaldığında,Geçmiş’in derinliklerine gömülüp kalmış olan anılar uyanır.Müziğin gamla yüklü olan yaslı ve sakin olanı da mutlu anıları getirir bize.Tellerden çıkan ses,sevdiğimiz birinin ayrılışında ağlatır bizi,ya da gülümsetir,Tanrı’nın bağışladığı huzurdan ötürü.
Müziğin ruhu Can’dan,zihni Yürek’tendir.
Tanrı,insanı yarattığında ona tüm dillerden farklı bir dil olan Müziği verdi.İlk insan yabanıl çevresi içinde söyledi onun görkemini ve o.hükümdarların yüreğini oynatıp tahtlarından etti onları.
Ruhlarımız,Yazgı’nın sert rüzgarlarının merhametindeki çiçekler gibidirler.Sabah melteminde titreşir ve gökyüzünden dökülen kırağının altında boyunlarını eğerler.
Kuşların cıvıltısı insanoğlunu uykusundan uyandırır ve onu,kuşların cıvıltısını yaratmış olan Sonsuz Zeka’nın görkemi için söylenen kutsal şarkılara katılmaya çağırır.
Bu tür müzik,kendi kendimize kadim kitaplarda yeralan sırların anlamını sormaya iter bizi.
Kuşlar cıvıldadıkça acaba tarlalardaki çiçeklere mi seslenmektedirler? Yoksa ağaçlarla mı konuşmaktadırlar? Yoksa derelerin mırıltısını mı yansıtmaktadırlar? Çünkü insanoğlu kendi anlayışıyla kuşların ne söylediklerini, derelerin ne mırıldandıklarını ve dalgaların kıyıya usul usul çarparken ne demek istediklerini bilemez.
İnsanoğlu kendi anlayışıyla yağmurun ağacın yapraklarına ya da pençerenin kenarlarına düştüğünde ne dediğini anlayamaz. Bilemez meltemin tarlalardaki çiçeklere ne dediğini.
Ama insanoğlu’nun Yüreği kendi duyguları üstünde oynaşan bu seslerin anlamını duyar ve içinde saklar. Sonsuz Zeka,çoğu kez gizemli bir dille konuşur ona;Ruh ve Doğa kendi aralarında bir söyleşiyi sürdürürken İnsanoğlu dikilip kalmıştır, şaşkın ve suskun,bir kenarda.
Ama insanoğlu bu sesleri hiç mi duymamış ya da ağlamamıştır? O’nun döktüğü gözyaşları eğer bir anlayış değilse nedir?
YÜCE MÜZİK ;
Sevgi’nin Ruhunun kızı
Sevgi’nin ve acının çiçeği
İnsan yüreğinin düşü, eleminin yemişi
Mutluluğun çiçeği, duygunun rahiyası ve tomurcuğu
Sevgililerin dili, sırların açıklayıcısı
Gizli sevdanın gözyaşlarının anası
Şairlerin, bestecilerin, mimarların yaratıcılık kaynağı
Sözcükler çerçevesi içindeki düşüncelerin birliği
Güzel’den sevgiyi çıkarıp resmsden,düşler dünyası içindeki coşkun yüreğin şarabı
Savaşçıların yüreklendiricisi, ruhların güçlendiricisi,merhametin okyanusu ve kayırıcılığın denizi
EY MÜZİK,
İçimizin derinliklerinde yüreklerimizi ve canlarımızı gizleriz.
Sensin öğreten bize
Kulaklarımızla görmeyi
Ve yüreklerimizle işitmeyi.
Kısacası;
Müzik; insanoğlunun keşfettiği, bulduğu, yarattığı bir olgu değildir.
Müzik; belirli notalarla oluşturulan, ses uyumundan ibaret bir olay değildir.
Müzik; yalnızca kulaktan duyma olayı değildir.
Müzik; bir ruhsal hissediş, bir ruhsal algılama olayıdır.
Sonuç olarak, “müzik ruhun gıdasıdır” derler, biz “Hayır, müzik ruhun kendisidir” diyoruz. Müzik ve müziğin etkilerini belirten sözlerle sayfalarımızı doldurmayalım. Buraya aldığımız birkaç örnek, müziğin insan yaşamındaki dinsel ve sosyal etkinliğini anlatmaya ve açıklamaya yeterlidir kanısındayım.
Müzik üzerinde yazılmış bütün yazılanları incelediğimiz zaman, hepsinin de bir ortak noktada birleştiklerini görüyoruz. Bu da müziğin insanın sosyal, biyolojik ve psikolojik yaşamında etkin bir yer tutmasıdır. Burada etkin olan müziğin kendisinden ziyade, onun oluşturduğu titreşim, frekans ve ritimdir. Öylesine ki, hassas yapıya sahip olan bazı kişiler, müziğin sesinden ziyade müzikteki ritimsel titreşimleri algılayarak etkilenir. Bununla birlikte güzel bir ses yaşamımızda daima etkin bir rol oynamıştır. Örneğin ; Muhammed peygamberimiz yolda giderken çirkin ve bozuk bir müzik sesi duyduğunda onu duymamak için kulaklarını tıkayarak geçtiği söylendiği halde, Kur’an ın ve ezanın güzel sesli kişiler tarafından okunmasını istemiştir.
Buraya kadar, müziğin ve müziksel titreşimleri yaşamımız üzerindeki etkinliği gördükten sonra aklımıza takılan şu soruyu soracağız.
NASIL BİR MÜZİK ?
Müzik denilen her melodik parça bizim burada anlatmaya çalıştığımız müzik tanımına girer mi?
Müziği etkileşim bakımından gayet kabaca iki grupta toplayabiliriz.
1. Dinsel veya Manevi Müzik
2. Dünyevi Müzik
Yine de bu iki müziği kesin çizgilerle birbirinden ayırmak çok zordur. Çünkü önemli olan, müziğin insanların duyguları, bir başka değişle ruhsal yapısı üzerinde bıraktığı etkidir.
Bir müziğini dinsel mi, dünyevi müzik mi olup olmadığını çok kabaca şöyle değerlendirebilirsiniz. Bunun için bir müziği dinlediğiniz zaman kendinize şöyle bir soru sorabilirsiniz.
Dinlediğim bu müziğin, benim duygularım ve ruhsal yapım üzerindeki etkisi nedir, bende ne gibi arzular ve istekler uyandırmaktadır?
Eğer dinlediğiniz müzik, duygularınız üzerinde manevi bir duygu uyandırıyor ve sizde yücelme duygusu uyandırıyorsa, içinizde tanımı imkansız gibi gelen manevi bir rahatlama ve manevi bir huzur hissettiriyorsa, o ne tür bir müzik olursa olsun, bir pop müziği de olsa dinlediğiniz müzik dini veya dinsel havalı bir müziktir. Ama dinlediğiniz müzik, sizde yalnızca dünyevi arzular uyandırıyorsa dinlediğiniz müzik bir ilahi de olsa, sizin için o bir dünyevi müziktir veya en azından o an için sizde dünyevi müzik etkisi yapan bir müziktir.
Dikkat edin, sizin için diyorum, çünkü sizin o anda yayınladığınız ve içinde bulunduğunuz biomanyetik dalgalarınız, dünyevi arzu ve duyguları yansıtan frekansları algılayacak durumdadır ve dolayısıyla da yalnızca bu tür frekansları algılamaktasınız.
Müzikte önemli olan, insanın duygu ve hisleri üzerinde bıraktığı veya uyandırdığı etkidir. Bunun içindir ki, peygamberimiz Hz. Muhammed’, Kur'an, ezan ve ilahi gibi, insan ruhunu yücelten, manevi duyguları kuvvetlendiren sözlerin, güzel sesli kişiler tarafından söylenmesini, okunmasını istemiştir. Buna karşılık, insanda dünyevi arzular uyandıran seslere ki, bunlar müzik şeklinde de olsa, kulakları tıkamıştır. Örneğin, önünde kralların, sultanların saygıyla diz çöktükleri büyük din adamı ve bilgini Mevlana, Konya’da birgün kuyumcular çarşısından geçerken dükkanların birinde bir kuyumcu çırağının altın döverken çekicinin çıkardığı seslerin ritmi ve ahengi Mevlana’yı öylesine etkiliyor ki, o ağır başlı koskoca adam kendini kaybedip, caddenin ortasında birden bire çekiç sesinin ritmine kendini kaptırarak dönmeye, sema yapmaya başlıyor.
Şüphesiz Mevlana o güne dek o kuyumcular çarşısından belki de yüzlerce kez geçti ve her geçişinde de oradaki çekiç seslerini duyuyordu. Peki, bu çekiç sesi bir müzik olmadığı halde burada Mevlana’yı etkileyen neydi? Bu ve buna benzer bir çok soruları şöyle cevaplayabiliriz.
Mevlana örs ve çekiç arasında dövülen altından çıkan seslerin titreşimleri ile, kendi vücudundaki biomanyetik dalgaların çıkardıkları titreşimlerin o anda uyuşması, birleşmesi, bütünleşmesi sonucu meydana gelen o ritim koskoca Mevlana’yı kendinden geçirmiştir. O anda Mevlana’nın içindeki güzelliklerle altının içinde ki saflık, güzellik birleşerek bütünleşti ve bütün varlığı ile Mevlana’nın benliğini sardı, onu kendinden geçirircesine etkisi altına aldı. Çünkü bu bütünleşme insanı Allah’a yücelten bir etkinliği taşımaktadır. Bu oluşumun başka türlü bir açıklaması yapılabilir mi bilmiyorum?
Örneğin ; çağının büyük müzik ustalarından Bach’ ın müziğindeki ilham ve güç kaynağı bu güne dek hâlâ açıklanamamıştır. İnsana ilahi bir ilham gibi gelen konularda beste yapan Bach; “Ta göğe yüceldim, oradan geliyorum” adlı eserini meydana getirince, bu temanın üzerinde en ilahi varsiyonlarını yaratmış ve bunların muamması (anlaşılmayan gücü) bu güne kadar hâlâ çözülememiş, hâlâ açıklanamamıştır.
M.Ö. 427-347 yılları arasında yılları arasında yaşamış olan yunan filozofu Platon, bakın ne diyor.
“İnsanlık, musikiyi haz bakımından muhakeme etmelidir, hazdan başka bir maddesi olanını da aramalıdır. Olsa, olsa kendinde güzelin benzerliği bulunan musikiyi aramalıdır.” demektir.
Burada “kendine güzelin benzerliği bulunan musiki” sözcüğüne ve tanımına dikkatinizi çekmek isterim.
İnsanın yapısından kaynaklanan biomanyetik dalgaların, ilahi bir kudret tarafından ve daimi olarak iyiye, güzele, doğruluğa doğru planlanıp, programlandığını bir çok kez belirtmiştik. İşte burada da, Platon, insanın müzikte de, kendi içindeki güzelliğin benzerini araması gerektiğini, ancak böylece o müzikten haz duyulabileceğini anlatmak istemiştir.
Bütün dinlerde, dini musiki Allah aşkına yöneliktir. Güzellik onun cezbesinde saklıdır. Bir başka değişle “Allah’a ulaşmanın hasretini terennüm ediş, dini musikinin özünü teşkil eder.”
Müzik ve müziksel titreşimler, insan yapısı üzerinde öylesine etkilidir ki, yalnızca müzikle insanları mutlu veya mutsuz, başarılı veya başarısız yapabilmek mümkündür. Bunun içindir ki çağımız müzik ustaları büyük bir sorumluluk altındadır. İsterlerse müzikleriyle insanları yüceltebilirler, isterlerse rezil edebilirler.
Bunu da çağımız müziğinde fazlasıyla görüyoruz .
YEDİ NOTA VE YEDİ SAYISI
Şimdi de, müziğin ana yapısındaki bu etkinliği ile birlikte onun 7 notadan oluşmasındaki 7 sayısının kozmik etkisine bir bakalım.
· Müziğin 7 notadan oluşması ile güneş ışınlarının 7 renkten oluşmasındaki kozmik birlik,
· Suyun 7 renge ayrışması veya yansıtması,
· Cennet ve cehennemin 7 kat gökte ve 7 kat yer altında tanımlanması,
· İnsanoğlu, Nuh tufanından bugüne dek 7 kez tufan atlatmış ve 7 kez yeniden var olmuştur.
· Kur'anın ve İslamiyetin anahtarı sayılan FATİHA suresinin 7 ayet olması,
· İnsan vücudunda 7 şakra -manyetik- merkezin bulunması,
· 7 sayısı, semavi dinlere eğilimleri olan mistik görünüşlü kişilerin sayısıdır.
· 7 sayısının etkisi ve kontrolunda bulunan kişiler, genellikle ruhiyatçı bir özelliğe sahiptirler ve yalnızlıktan güç alırlar. İnzivayı severler.
· 7 sayısının etkisinde olan kişiler, derin ve yoğun düşüncelere dalarlar, yaşamın sırlarını çözmeye çalışırlar.
· 7 rakamının etkisi, din adamlarını, düşünürleri, gizemcilerin işaret ettiği gibi aynı zamanda sonsuzluğa açılan bir zekayı da göstermektedir.
· 7 rakamının etkisindeki kişiler, dünya çapında veya evrensel düşüncelere sahiptirler. Bu insanların muhakeme yetenekleri son derece gelişmiş olup, analizci ve sentezci bir zihin yapısına sahiptirler.
· Hacılar Kâbe de hacı olabilmek için 7 defa tavaf ederler. Bunun nedeni Allah’ın yedi sıfatını sembolize etmektir. Bu sıfatlar; hayat,ilim, irade, kudret, semi (işiten), basar (gören), kelam (söz sahibi) sıfatlarıdır.
· Arafat’ta şeytan taşlamak için 7 taş atılır. Bu 7 taş da insanda 7 ilahi sıfatı sembolize etmektedir.
· Umre ve Hacca gidenlerin bu görevlerini tam olarak yapmış olmanın bir farzı da , Mekke’de Safa ve Merve denilen iki tepe arasında 7 defa gidip gelmeleridir.
· Manevi inanca göre Nefs’ten, yani Ben’likten kurtulmanın 7 aşaması vardır.Bunlar;1-Emmare,2- Levvame, 3- Mülhimme, 4- Mutmainne, 5- Raziye, 6- Marziye, 7- Safiye’dir.
· Cehennemin 7 kapısı bulunduğu ve bu kapıların da, 1. Gurur, 2. Hırs, 3. Kıskançlık, 4. Bölücülük, 5. Dedikodu, 6. Şehvet, 7. Öfke isimlerini taşıdıkları kabul edilmektedir.
DİN VE MÜZİK
Şimdi, üzerinde dikkatle durulması ve düşünülmesi gereken bir hususa değinmek istiyorum.
Bir din düşünün ki peygamberi; müzik sesi duyduğunda kulaklarını kapatsın ve şimdi o dinin kitabı olan Kur'an ve ezan bu günün müzik makamlarıyla okunsun.
Kendine Vahiy şeklinde bildirilen Kur'anı peygamberimiz, her halde çevresindekilere bugün okunmakta olan makamlarla okuyarak anlatmadı. Bugün radyo ve televizyonlarımızda müzik makamlarıyla okunan Kur'anın arkasından Türkçe açıklamasını dinleyince, doğrusunu isterseniz şoke oluyoruz. Çünkü Arapça okunan o müziksel havadan sonra yapılan açıklamaların o müziksel havayla hiç, ama hiç ilgisi olmadığını görüyoruz. İnsanın bir anda “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyeceği geliyor. Kur'anda ki okunum ile Türkçe açıklaması arasındaki çelişki veya en azından çelişkili gibi gelen görünümün kaynağı nedir? Bu nasıl olmuştur? Kur'anın bu müziksel okunuşu nerede ve ne zaman başlamıştır?
En önemlisi buna niçin, neden gerek görülmüştür?
Bu sorular bu güne dek cevapsız kalmış veya cevapsız bırakılmıştır. Neden?
Bu soruları aydınlatacak o kadar az kaynak var ki, onlarda çok dağınık ve bölük pörçük durumda. Elimizden geldiğince bu dağınık bilgileri toparlayıp sorularımıza cevap bulmaya çalışalım.
Önce Kur'an hakkında kısa bir bilgi vererek konuya girelim.
Müslümanlığın (İslâmiyetin) kutsal kitabı olarak kabul edilen Kur'an, Muhammed peygambere kırk yaşından ölümüne dek yaklaşık yirmi üç sene vahiy şeklinde indirilmiştir. Kur'an 114 sure ve 6234 ayetten oluşmaktadır. Kur'an peygamberin ölümünden sonra halife Ebubekir tarafından deri üzerine yazdırıldı. Halife Osman da onu tek kitap olarak düzenletti.
Kur'anın düzgün ve kurallara uyularak okunması hususunda ilk yazılı eser veren Ebu Ubeyd Kasım bini Şellam (H.224-M.838) ve Ebu Halim Sicistani’dir. Bu yazarların açıklamasına göre Kur'anın okunmasında dikkat edilecek üç ana şart bulunmaktadır.
1. Okumada Hz. Osman’ın hazırladığı Kur'an değerine, yani anlamına uygun olarak okunmalıdır.
2. Okunuşta Arapça kaidelere ve gramere uyulmalıdır.
3. Eksiksiz ve kusursuz okunmalıdır.
Arap dünyasında, Kur'anın halk arasında söylenilmesi ve okunmasında bu üç kurala uyulması şarttı.
Sonradan yaptığının hatalı olduğunu kabul etmiş olmakla beraber, Kur'anın okunuşunda “Lahin” denilen telâffuz yanlışlıları yapılarak şarkı söyler gibi müziksel bir havada okunmaya başlandı.
Kur'anın müziksel okunuş şekli başlıca 4 şekilde ortaya çıkmıştır.
1. Kur'an okunurken sese, soğuktan titrer gibi bir ifade vermek
2. Kur'an sakin sakin okunurken, Arapça’da hareke denilen ve bir harfin okunuşunu gösteren, üstün, esre, ötre, o, ö, u, ü denilen harflerde zıplar gibi atlayarak geçip okumak. Bu uygulamayı müzikteki vokal işlemine de benzetebiliriz.
3. Arapça dili ve gramerindeki med’leri uzatarak şarkı söyler gibi müziksel bir şekilde okumak.
4. Ses’e ağlar gibi acıklı, hazin bir hava vererek okumak.
Kur'anda ilk Lahin, yani telâffuz değişikliği yaparak okuyan kişi Ubedullah İbni Ebubekre’den, torunu Abdullah bin Ömer bin Ubeydullah bu tarzda okumayı öğrendi. Ondan da Ebazi ve daha sonraları da Said bini Allaf ve kardeşi öğrendiler. Özellikle Said bini Allaf Kur'anı müziksel bir havada okumanın ustası hatta üstadı oldu ve Harun Reşit ile ilişki kurdu.
Harun Reşit (763-809) en ihtişamlı devrinde, Kur'anın bu tarzda okunmasından çok hoşlanıyor ve Kur'anı bu şekilde okuyan Said bini Allaf’a zengin bahşişler ve hediyeler veriyordu. Said bini Allaf zamanında “Emürül-Müminin karii”adını almıştı.(Kur’an-ı Tecvide göre okuyan-emir ve tedbir eden reis)
İslam ülkelerinde zenginlerin ve devlet büyüklerinin saray ve konaklarında özel hafızlar bulundurma geleneği ilk defa böyle başlamıştır. O zamanın Heyşem, Eban ve İbni A’yen gibi tanınmış hafızlar, meclis ve mescitlerde Kur'anı müziksel makamlarda okurlardı.
Bundan önce, yani peygamberimiz zamanında olsun, peygamberimizle arkadaşlık yapmış onun devrindeki kişiler tarafından olsun, Kur'an bugünkü gibi müziksel sesle okunmuyordu.
Oysa bazı fıkıhçılar Kur'anın böyle değişik makamlarla teganni edilmesini, yani şarkı söyler havasında okunmasını uygun görmemişlerdir. O zamanın büyük imamı Sadi b. Müseyyeb, büyük mücahit said b. Cübeyr, bu çağın önde gelen imamlarından Nehai, büyük müfessirlerden (tefsircilerden) İbni Sirin, imam Malik ve imam Ahmed b. Hanbel bunların hepsi aynı ortak görüşteydiler.
Demek ki Kur'anın müziksel hava içinde belirli makamlarla okunuşunun başlangıcını, Said bini Allaf olarak kabul edersek, üç aşağı beş yukarı yanılgılarla yaklaşık olarak Muhammed peygamberin ölümünden 170-180 yıl sonrasından başladığını kabul edebiliriz ve bu başlangıç gününe kadar devam ederek gelmiştir. Biraz daha yanılgıyla, Kur'anın müziksel makamla okunuşunun yaygınlaşmasını ise peygamberimiz ölümünden en az 200 yıl sonrası olarak kabul edebiliriz.
Kur'anın böyle müziksel makamla okunmaya başlanması üzerine, Kur'an başta olmak üzere İslam aleminde okunan bütün ilahi, kaside, mevlit, ezan ve benzeri bütün dinsel dua ve ibadetler de müziksel makamda okunmaya başlanmıştır. Bizim saptayabildiğimiz kadarıyla da bütün bu saydıklarımızın 15 makam üzerinden okunduğu tespit edilmiştir.
Özellikle Mekke’de ezanın makamla okunmasına büyük önem verilmektedir. Örneğin ; yurdumuzda ezanın Türkçe okunduğu uzun bir süre, İzmir’de Hisar Camii imamı iken değerli bestekârımız Rakım Elkutlu tarafından Bayati ve Uşşak makamlarında iki ayrı makamda bestelenmiş ve Türkçe ezan yıllarca bu bestelerle okunmuştur.
Burada, Kur'anın müziksel makamlarla okunuşunu veya uygun makamlarla okunup okunmadığı hususunu eleştirmiyoruz. Kur'anın böyle müzik makamları ile okunuşu iyi mi, kötü mü, doğru mu, yanlış mı, hatalı olup olmadığını da tartışmıyoruz. Bunların tartışılmasını ve eleştirisini daha yetkili kişilere bırakıyorum.
Ayrıca, Kur'anın peygamberimize Vahyinde de Arap veznine uygun bir şekilde vahy edildiğini Ziya Paşa, Yunus suresindeki bir ayetle bizlere göstermektedir.
“Tallahü lakad azere kallahi aleyna” Meali
“Zalimlere bir gün dedirir Hazreti Allah”
Bu ayetin “mefulü mefaili mefaili faulün” veznine göre vahyedildiği görülmektedir.
Görüyorsunuz ki, Kur'anın vahyinde de o müziksel ahengi görmekteyiz. Bunun içindir ki Kur'an bugün, müzik dünyamızda da kullanılan makamlarla okunmaktadır.
Kur'anın okunduğu makamlar;
Genellikle ; Hüseyni, Hüzzam, Irak, Niyaz, Tahir, Segah makamlarında okunmaktadır. Katı ve kesin kurallar yoktur, okuyanın bu alandaki eğitimi ile ilgilidir.
Örneğin ; dinimizde namaza bir çağrı olan ezan şu makamlarda okunmaktadır.
Sabah ezanı; Saba
Öğle ezanı; Hicaz ve Rast
İkindi ezanı; Hicaz, Rast
Akşam ezanı; Hicaz, Segah, Evinç
Yatsı ezanı; Hüzzam, Hüseyni makamlarında okunmaktadır.
Örneğin ; tekbirler, Itri Efendinin IRAK makamında okunmaktadır.
Öyle sanıyorum ki, müziğin ve müzik makamlarının insan üzerinde biyolojik ve psikolojik etkisini ilk inceleyen ve bunu tıp alanında da hastalıkların tedavisinde uygulamaya koyan Türklerdir. Yine bu alandaki incelemelerini kitap halinde yayınlayanlar da Türklerdir.
Örneğin ; müziğin ve makamların insanlar üzerindeki biyolojik ve psikolojik etkisini saptamışlar ve uygulamışlardır. Birkaç örnek,
ACEMEŞIRAN : Sonsuzluk hissi verir.
BUSELİK (Puselik) : Kuvvet, sulh ve barış duyguları etkisi ile birlikte, karın bölgesine bel ağrılarına iyi gelmekte, tansiyonu düzenlemektedir.
BÜZÜRK : Korku hissini veriyor.
HİCAZ : Ürogenital sistemi üzerinde yararlı olmakta, insanlarda alçak gönüllülük hissi vermektedir. Ayrıca sinir sistemine, baş ve göze de iyi gelmektedir. İnsanlarda tevazu, alçak gönüllülük hissi uyandırdığından bu makama Derviş makamı da denilmektedir.
HÜSEYNİ : İç organlara, karaciğer, kalp ve mideye iyi gelmektedir.
ISFEHAN : Hareket kabiliyeti ve güven duygusu vermektedir.
KÜÇEK : Hüzün ve elem duygusunu vermektedir.
NEHAVENT : Huzur, sakinlik ve sükûnet duygusu verdiğinden, kan dolaşımını ve tansiyonu düzenlemekte, karın bölgesindeki organlara iyi gelmektedir.
NEVA : Kuvvet ve ferahlık duygusunu vermektedir.
RAST : İyilik duygusu, gönül ve bedensel rahatlık verir. Baş ve göz ağrısına, felce iyi gelmektedir.
REHAVİ : İnsanlarda sonsuzluk fikrini kazandırır.
SABA VE SEGAH : Kalbe kuvvet ve cesaret verir. Alçak gönüllülük hissi kazandırır.
UŞAK : Gülme, rahatlama ile birlikte rehavet ve uyku verir. Kalp ve ayaklara iyi gelir.
ZİRGÜLE : İnsanlarda uyku hissini vermektedir.
Müzik makamlarının etkinliği hususunda daha geniş bilgi için, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Görevlisi Yardı. Doç. Dr. Rahmi Oruç GÜVENÇ’e baş vurabilir.
4-Mayıs-1998 Tarihli Hürriyet/Meydan gazetesinde yayınlanan yazıyı da bilgi ve ilginize sunarız.
“Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde 15 günde bir yapılan su sesi ve müzikle grup terapide, hastalara orta Asya Türk Müziğinden parçalar ile kazandan taslarla alınan suyun tekrar kazana boşaltılması ile oluşan su sesi dinletiliyor. Grup terapilerinde biraz müzik, biraz da dans var. Önce gruptan bir kişi ortaya çıkarak, müzik eşliğinde dans ediyor. Salondaki hastaların bu müziğe alkışla eşliğiyle devam eden seansta, bir süre sonra hastalarında ortaya çıkarak dansa katıldıkları gözleniyor. Bu arada salonun sol köşesinde duran su dolu bir bakır kazan ve iki hamam tası dikkati çekiyor. Ama seans sırasında anlaşılıyor ki, özellikle dans sırasında bir kişi, kazandan taslarla su alıp tekrar ritmik bir şekilde suyu kazana boşaltıyor.
HASTALIKLARIN TEDAVİSİNDE MÜZİK
Tedavinin Mimarı
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Birimi Başkanı Yrd. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç, eskiden şaman rahiplerin, hem hekim, hem rahip olarak ayinle çeşitli müzikler icra ederek, hastaya şifa verdiklerini belirtmiştir.
MAKAMLARIN ETKİSİ
GÜVENÇ, Türk müziği makamlarının insanlara değişik duygular tattırdığını Rast makamının neşe ve huzur, Rehavi makamının sonsuzluk fikri, Kuçek makamının hüzün ve elem, Büzürk makamının korku, İsfehan makamının hareket kabiliyeti ve güven, Neva makamının lezzet ve ferahlık, Zirgüle makamının uyku, Saba makamının cesaret ve kuvvet, Puselik makamının kuvvet, Hüseyni makamının sükunet ve rahatlık, Hicaz makamının da alçak gönüllülük verdiğini sözlerine ekledi.”
Burada da 3-Mayıs-1998 tarihli Hürriyet gazetesinde “Tıpta müzik tedavisi” başlığı altında verilen bu yazıyı dikkatle okumanızı ve üzerinde düşünmenizi rica edeceğim.
“Eskiden yalnızca ruh hastalıkları müzikle iyileştirilirdi. Günümüzde ise müzik, modern tıbbın başvurduğu tedavi yöntemleri arasına girmeye başladı.
Almanya’da yayınlanan haftalık Stern Dergisi’nin son sayısındaki habere göre ABD’ den sonra Almanya’da da yaygınlaşmaya başlayan bu yöntemle Alzheimer’den felce kadar pek çok hastalık tedavi ediyor.
Doğuştan beyin özürlü Nathalie, henüz üç yaşında bir çocuk. Necthalie’nin soluk alış verişlerini düzenlemek için nefes borusuna bir hortum takılması gerekti. Küçük kız, elleri ve ayakları ile karşı koyarak bu yabancı cismi reddetti. Tabii Nathalie’nin kuvvetli sakinleştiricilerle yatıştırılması mümkündü. Ancak New York’taki Beth İsrail Tıp Merkezi’nde sakinleştirici yerine müzik tercih edildi. Dr. Joanne Loewy, yatağın ayak ucuna monte ettiği trompete birkaç defa vurarak Nathalie’yi sakinleştirmeyi başardı. Dr. Joanne Loewy, trompete vurduğunda küçük kızın kalp ritimleri ve soluk alış verişleri ritme giriyordu.
Nathalie, bu tıp merkezinde, müzikle sakinleştirilen hastalardan sadece biri. Tıp merkezinde ayrıca günde 3 saat müzik yayını yapılarak ritim ve melodilerle AIDS, lösemi, astım ve daha başka ağır hastalıklardan mustarip çocukların müzikle yaşamlarının kolaylaştırılabileceği araştırılıyor.
ABD’den sonra Almanya’da da müzikle tedavi yöntemi yaygınlaşıyor. Erken doğmuş bebekler, kuvözde kulaklarından dinledikleri ninnilerle yaşam savaşı veriyor; dişçi koltuğundan ameliyathaneye kadar, bir çok yerde hasta müzikle yatıştırılıyor; felçliler bile ritim ve nota eşliğinde rehabilite ediliyor. Hatta geçmişi hatırlama zorluğu çeken Alzhimer hastalarının müzikle anılarını tazelemeleri sağlanıyor.
Almanya’nın Leidenscheid kentindeki Hellersen Spor Hastanesi’nde hastalar, müzik eşliğinde ameliyat edilmeye başlandı. Lokal anestezi ile ameliyat olacak hastalar, önceden operasyon sırasında, tekno müzikten orkestra müziğine kadar, hangi şarkıları dinlemek istediklerini seçebiliyorlar. Cerrahlar bile müzikle her şeyin daha iyi gittiğini keşfetmiş durumdadırlar.
Hastanenin anestezi uzmanlarından Ralph Spintge, 4 yıl içinde müziğin gücünü ölçmek için yaptıkları araştırmanın karşılığını almaya başladıklarının söylüyor. Ameliyatlarda hastaya verilen sakinleştirici miktarı kısa sürede yarı yarıya düşerken, müzikle yatışan hastaların daha kısa sürede iyileşerek tedavi olduğu belirtiliyor.
Ralph Spintge’ye göre ritim, müzikle ilaç arasındaki iyileştirici bağın kurulmasını sağlıyor” demektedir.
Benim burada özenle üzerinde durduğum husus, Kur'anın , peygamberimizin ölümünden 200 yıl sonra müziksel makamlarla okunuşunun veya okunmaya yönelişinin biopsikolojik, yani içgüdüsel kaynağıdır. Daha doğrusu, dinlerdeki bu müziksel ibadet ve okuyuşların yanlışlığı veya doğruluğundan daha çok, insanlığı bu yöne iten, bizleri bu yöne yönelten, zorlayan o iç güdüsel kaynağın kendisidir. Nedir bu kaynak?
Buraya kadar birçok kez, evrende varolan bütün varlıkların atomsal ve hücresel yapıları içinde, kendilerine özgü bir hareket ve bir ritim olduğunu belirtmiştik.
Bitki, hayvan ve insanlar arasında, kısacası evrendeki bütün varlıklar arasında, gizli veya açık etkileşimin kökeninde atomsal ve hücresel yapılardan kaynaklanan bu titreşim ve ritimsel hareketler bulunmaktadır. Bitki, canlı ve insanların bu ritim ve titreşim dalgalarıyla, duygu ve düşünceleri arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Özellikle, insanların yapı taşını oluşturan atom ve hücresel yapısındaki titreşim ve ritimsel hareketler, insanlarda, ritimsel hareketlere, seslere doğru içgüdüsel bir yöneliş uyandırmaktadır. Bir başka değişle ritimsel ses ve titreşimler, insanın iç yapısından kaynaklanmaktadır.
Kısacası, bütün dinlerin dua ve ibadetlerine müziğin katılmasının kökeni, kaynağı, bizzat insanın yapı taşını oluşturan atom ve hücresel yapısında bulunmaktadır.
Bunun içindir ki, Kur'anın müziksel makamla okunuşu, yanlış ve hatalı olsa bile, bu konuda eleştiri veya suçlama yapamayız. Biz insanlığın bu hususta, içgüdüsel bir yönelişle en doğruyu, en güzeli bulacağına inanıyoruz.
MANEVİ SEVGİ VE MÜZİK
İşte bu içgüdüsel yöneliş, bütün insanlığı SEVGİ ÇEMBERİ içinde SEVGİ İBADET’ inde buluşturabilir, bizi SEVGİ içinde birleştirip, bütünleştirebilir. Bunu sağlayabilmek için de ALLAH inancımızı SEVGİ inancı ile bütünleştirmemiz, birleştirmemiz gerekir. Bunun da art duygulardan, batıl inançlardan kendimizi kurtarmakla mümkün olabileceği inancındayım.
Sizleri düşmanlığa, ayrıcalığa değil, bütünleşmeye ve SEVGİ’ ye davet ediyorum. Gelin, aynı SEVGİ ÇEMBERİ-SEVGİ İBADETİ içinde buluşalım, birleşelim ve bütünleşelim.
Yalnız burada, bu sevginin şan, şöhret, maddiyat ve cinsel sevgi ile bir ilişki olmadığını, saf ve katkısız İNSAN sevgisi, bir başka değişle evrensel ve Allahsal bir sevgi olduğunu da önemle belirtmeliyim.
Eğer bütün insanlığı bu SEVGİ ÇEMBERİ içinde toplayamazsak sevginin yerini kin, nefret, düşmanlık çemberi kaplayabilir. Bunun da zararını yine insanlık görecektir ve belki de bu insanlığın sonu olacaktır.
Peki, bütün insanlığı “EVRENSEL SEVGİ BİRLİĞİ” içinde bütünleştirmek mümkün olabilir mi? Olursa bu birliği nasıl ve ne ile sağlayabiliriz?
Bu birliği ve bütünleşmeyi temin etmek bence mümkündür. Bunu nasıl oluşacağının cevabı ise yine insanın kendi yapısında bulunmaktadır. Çünkü; din, dil, inanç, milliyet, ırk ve cinsiyet farklılıkları ne olursa olsun bütün insanların ortak bir noktası bulunmaktadır. Bu ortak nokta biomanyetik dalgalarımızdır. Bu ortak biomanyetik dalgalarımızın da ortak bir frekansı, ortak ritmi bulunmaktadır. İşte bütün mesele bu biomanyetik dalgalardaki bu ortak frekansı ve ortak ritmi bulabilmektir.
Bu ortak frekans, ortak ritim ne olabilir?
Bu ortak frekansı ve ortak ritmi müzikte bulamaz mıyız?
Bu ortak müzik ritmi bütün insanlığı birleştirici, bütünleştirici olamaz mı?
Örneğin ; bulunabilecek bu ortak ritim üzerinde ortak bir müzik eğitimi ile bu bütünleşme sağlanamaz mı? Hatta bu insanlara hissettirilmeden içsel bir yönlendirişle yapılamaz mı? Bu ve buna benzer daha birçok soruları ve dolayısıyla çözüm arayışları dizebiliriz.
Bakın bundan yaklaşık 2500 sene önce Aristo bu hususta ne söylemiş.
“Müziğin ahlâk dengesi ve onun bir eğitim aracı olarak kullanılması gereği her çağda kabul edilmiştir. Bundan dolayı müziğin ahlâk gücünü inkâr etmek elde değildir. Ve madem ki bu güç ona tanınmıştır, çocukların ve yetişkinlerin eğitiminde de müzikten yararlanmak gerekir.
Çağımıza biraz daha yakın E.Pecaunt’un müzik için söylediklerine bir bakalım ve gerekli dersimizi alalım.
“Müzik bir eğlence sanatı değildir. İlköğretimin dört elle sarılması gereken ince ve güçlü bir eğitim ve ahlâk aracıdır. Müzik, insan ve özellikle çocuk ruhunun derinliklerinden kendine fışkırır. Müzik kalkınca (yok olunca) eğitimin gerçek yaşantısı ve canlılığı kaybolur”
Dünyamızda birçok hastalıkların ilk kez müzikle tedavi edenlerin de biz Türkler olduğunu unutmayalım. Hasta insanlar üzerinde bu kadar etkili olabilen müzik sağlıklı insanlar üzerinde neden daha etkili olmasın?
Müzik öyle bir derya, öyle evrensel boyuttaki ne yazık ki insanlık bunu farkında değil ve dolayısıyla müzikten gerekli şekilde faydalanamamaktadır.
Müziğin enginliği, bizim müzik dünyamızın temel taşlarından biri olan büyük müzik dehamız Dede Efendi bakın ne diyor.
“Müzik öyle bir denizdir ki, ben paçalarımı sıvadım, hâlâ içine giremedim.”
Konfiçyüs’ün ve diğer müzik ustalarının söylediklerini lütfen bir anımsayalım.
Yapılacak bütün mesele insanların ortak biomanyetik ritmini bulmaktan ibaret. Bir başka değişle önemli olan insanların o “Bam telini” bulabilmektedir.
Her insanın kendine özgü biomanyetik dalgaları olduğuna göre, her insanın kendine özgü bir ritmi, yani “Bam teli” olması gerekir.
Öncelikle her insanın kendi ritmini bulmasıdır. Çünkü her insanın kendi ritmini bulması bireysel mutlulukların da bulunmasını sağlayacaktır.
Bütün insanlığın ortak ritminin de bulunması ise bütün insanlığın EVRENSEL SEVGİ BİRLİĞİ bütünleşmesini sağlayacaktır.
Müzik başta olmak üzere, güzel sanatların insanlar üzerindeki ortak etkisini çok güzel bir şekilde açıklayan şu sözleri de lütfen dikkatle okuyunuz ve üzerinde düşününüz.
“Ruhu, günlük yaşam kirlerinden sanat arındırır.” Pablo Picasso
BARIŞ VE MÜZİK
“Tüm savaşların ve politikaların bir gün kül olup savrulacağına, yok olacağına inanıyorum. Ve ruhumun derinliklerinde sadece gerçek sanatın sonsuza dek süreceğini hissediyorum.” NARSUS Pers Hükümdarı
Bizim görebildiğimiz ve bilebildiğimiz kadarıyla dünyamızda var olan bütün varlıklar arasında 4 ana evrensel birlik ve özdeşlik hali bulunmaktadır.
1- Bütün varlıkların var oluşlarının temel taşını atom ve hücresel yapı oluşturmaktadır.
2- Bütün varlıklar kendi hemcinsleri arasında biyolojik yapı olarak birlik ve özdeşlik halindedir. Yani dünyanın neresinde olunursa olunsun aynı cinsteki varlıklar, biraz ufaklık büyüklük farkı olmakla birlikte aynı fiziksel yapıdadırlar.
Örneğin; koyunu da, keçisi de, kısacası bütün varlıklar kendi yapıları içinde aynı özdeş psikolojik yapıya sahiptirler.
3- Aynı cinsteki bütün varlıklar üreme ve neslini korumada aynı birlik ve özdeş hali içinde bulunmaktadır. Özellikle bu özdeşlik hali analık duygusu üzerinde çok daha yoğun ve açık bir şekilde görünmektedir.
4- İnsanoğlu da dahil olmak üzere aynı cinsteki varlıkların birbirleri ile anlaşmak için kullandıkları dil ve çıkardıkları seslerde de bir birlik ve özdeşlik hali bulunmaktadır.
İşin en hayret edilecek tarafı yeni yapılan bir araştırma sonucu bu birlik ve özdeşlik durumunun insanda da bulunduğu tespit edilmiştir. Bu araştırma sonucu, dünyanın ve hangi dilden olursa olsun bütün bebeklerin bir yaşına kadar yani ana dillerini öğreninceye kadar kullandıkları ve adına bebekçe dediğimiz dillerin aynı olduğu bulunmuştur. Yani, insanoğlunda ve bütün varlıklarda görülen evrensel özellik,yavruların kendi ana dillerini öğreninceye kadar geçen zaman içinde de geçerli olduğunu görüyoruz.
Gazetelerden aldığımız bu haberi lütfen dikkatle okuyunuz ve üzerinde düşününüz.
“Amerikalı dil uzmanları, Afrika’dan Gronland’a kadar uzanan geniş bir araştırma sonucunda, bebeklerin yaklaşık bir yıl süre ile aynı küresel dili konuştuklarını tespit etmişlerdir.
Yeni Zelanda’nın en ücra köşesinde yaşayan Maori yerlilerinin bebekleri de “mama” diyor, Almanya’daki yaşıtları da dilleri henüz dönmeyen bebekler, annelerine hep şu sözle sesleniyorlar “mama” sözcüğü Alman bebekleri için doğru bir seçim sayılabilir, ancak Maori yerlilerin dilinde kesinlikle böyle bir sözcük yoktur. Anne sözcüğünün karşılığı “Art Kokadır.”
Maori yerlisi bebeğin “mama” sözcüğünü kullanması, bebek dilinin evrenselliğinden kaynaklanıyor.
Barbara Davis ve Peter Neilage’nin araştırmalarına göre bebekler, ana dillerine geçmeden önce “mama, dada, gogo, lala” gibi tekrar hecelerle, ikilemelerle konuşmaya başlıyorlar, bebeklere özgü bu küresel dil şöyle ortaya çıkıyor: Bebekler ağızlarını fazla açmadan, ağızlarının içinde geveleyerek konuştukları için, çıkan her sessiz harfi bir sesli harf takip ediyor ve hecelerin tekrarı sonucu bu ortak dil oluşuyor.
Dolayısıyla Afrika’daki stepteki bebekte de, Gronland’daki bebekte de bu fizyolojik olay gerçekleşiyor.
Bebekler, aradan bir yıl geçtikten sonra çevrelerinde duydukları dile uyum göstermeye başlıyor ve “Bebe Dili” ni terk ediyorlar.
Bu ortak dilin kaynağı da genetik.
Bebeklerin ağzından çıkan sözcükler genlerimize işlemiş durumda. İşte bu nedenle işitme engelli çocuklarda aynı konuşma şemasını takip ediyor.
Hamburg’daki Werner-Otto enstitüsü uzmanlarının tespitine göre ortak dili genlerinde barındıran bebeklerin “mama, gaga, lala” demeleri için bu sesleri işitmeleri gerekmiyor.” denilmektedir.
Görüldüğü gibi bütün varlıklarda ve insanlardaki bu ortak birlikteliği yine ortak bir frekansta, yani ortak bir müzikte birleştirmek mümkün olabilir mi? En azından bunun bilimsel bir araştırması yapılamaz mı?
İnanın bu sanıldığı kadar zor ve imkânsız bir şey değildir.
Ve insanlığın bir gün bunu bulacağı inancındayım.
MÜZİK VE MANTIK
Yalçın Çetinkaya’nın
Düşünürlerin müzik düşünceleri başlığı altında (Aksiyon Dergisi-İnternetten verilen yazısını burada nakletmeden kendimi alamadım.
“Bazı İslam düşünürlerinin müzik hakkında ilginç düşünceleri vardır. Bir hükümdarın davetinde bir araya gelen bazı düşünürler, müzisyenlerin coşturucu bir parça çalmalarının ardından, koyu bir müzik sohbetine dalarlar. Biri şunları söyler: "Müziğin, mantığın açıklamaktan aciz kaldığı bir üstünlüğü vardır ve mantık onu ibarelerle ortaya koymaya güç yetiremez. Nefs, onu düzenli bir şarkı olarak ortaya çıkarır. İnsan tabiatı, onu duymakla lezzetlenir, mutlu olur. Siz de nefsin konuşmasını ve münacatını (Allah’a yakarışını) dinleyin. Ve onun güzelliğine tabiatınızı ve düşüncenizi koyun ki sizi saptırmasın." Bu sözleri büyük bir vakarla dinleyen bir başka düşünür de şunları söyler: "Müzik dinlerken nefsin hayvani şehvetlerinin sizi tabiatın yanıltıcı güzelliğine kaptırmasından sakının. Zira bu durum sizi hidayet yolundan saptırır ve yüce nefsin münacaatından, (Allah’a yakarıştan) alıkoyar " Bir diğer müzisyene dönerek; "Nefsin hilm,(ağırbaşlılık) cömertlik, kahramanlık, adalet ve kerem gibi şerefli kuvvetlerine yönel ve tabiatı (insan tabiatı) bırak, onun hayvani isteklerini harekete geçirme" diye nasihat eder. Bir başka düşünür ise şöyle söyler müzik hakkında: "Eğer müzisyen sanatında usta ise nefsleri erdemliliğe doğru yönlendirir, rezillikten korur." Konuşma gittikçe kızışır. Bir diğeri söz alarak bir kıssa anlatır: "Bir filozof, bir çalgı sesi duyar ve öğrencisine, 'Gel şu müzisyene gidelim, belki kendisinden bir fayda görürüz' der. Yanına vardıklarında düzensiz ve çirkin bir nağme işitirler. Bu nağmeleri işiten filozof öğrencisine şunları söyler: "Kehanet ehli, baykuş sesinin insanın ölümüne delalet ettiğini söyler. Eğer bu doğru ise, bu müzisyenin sesi, baykuşların ölümüne delalet eder."
Sızıntı dergisinin Mayıs 2000. Sayı 256’da yayınlanan iki yazıyı bilginize sunmak istiyorum. Birincisi Abdülkadir AKÇAN’ın “Müziğin Gücü” yazısı
MÜZİĞİN GÜCÜ
“İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişe sahip olan ve zamanla değişik boyutlar kazanan müziğin, insanlar üzerine çok çeşitli tesirleri vardır. Bu tesirler hem menfî (olumsuz) hem de müspet (olumlu) olabilmektedir. Müzik, halk arasındaki anlayışa göre ekseriyette bir eğlence vasıtası olarak görülmesine karşın, esasen duygu ve düşünceleri seslerle anlatma veya sesi düzenli ve estetik maksatlara uygun şekilde kullanma sanatıdır. J.J. Rousseau'ya göre müzik, sesleri kulağa hoş gelecek şekilde terkip etmektir. İmam Gazali'ye göre ise müzik, tabiî olan ve insanı hevesâta (dünyevi arzulara) götürmeyen, aksine, ilâhî birliğe davet eden ulvî (yüce) seslerdir. Meselâ, Davudî bir sesle okunan Kur'ân musikisi, bülbül sesi, yağmur ve suların sesleri, deniz dalgalarının nağmeleri.... ve kâinatta Allah'ın varlığını, birliğini terennüm eden kozmik senfoni gibi...
Müziğin sadece bir eğlence aracı olmadığının, insan ruhunun ve vicdanının derinliklerinden zihin ve düşünce dünyasına kadar uzanan bir iletişim yolu olduğunun anlaşılmasıyla, müziğin bu özelliğinden nasıl istifade edebiliriz düşüncesi, çok sayıda ilmî araştırmaya zemin teşkil etmiştir....
Müzik dinlemenin ve müzikle uğraşmanın faydaları çok boyutludur: Öğrencilerin kendini ifade etme kabiliyetlerini geliştirir, estetik ve yapıcı düşünme kapasitelerini artırır. Müzik ile disiplin gibi konular öğrencinin kafasına yavaş yavaş sokulur. Müzik ile daha yüksek akademik performans sağlanır. Okul çağındaki çocukların daha hızlı okumaları; yazma, anlama ve düşünmede öğrenme güçlüğü çeken çocukların eğitimleri, stresin ve sıkıntının azaltılması yine müzik ile başarılabilir.
İnsan beyni, bilim ve teknikteki baş döndürücü ilerlemelere rağmen, hâlâ birçok yönüyle anlaşılamamış, çok kompleks bir sistemdir. Niçin bazı insanlar aynı şartlardaki insanlara göre tahsil hayatında daha başarılıdırlar? Niçin bazı çocuklar daha hızlı öğrenirler? Araştırmacılar şu an bu soruların cevaplarını arıyorlar. Bununla birlikte psikologlar, çocukların öğrenmelerini ve başarılarını artıran faktörlerle ilgili yeni bir keşif yaptılar. Bu yeni tespite göre müzik, öğrenme sürecinin bir parçasıdır. Eski bir çalışmada, Hurwitz, Wolf, Bortnicle ve Kokos adlı dört psikolog, müziğin okuma performansını artırıp artırmadığını araştırırlar. Bunun için öğrenciler iki gruba ayrılır. Birinci gruba haftanın beş günü müzik ile ilgili dersler verilir. Diğer gruba ise bu tip dersler verilmez. Bir yıl sonra iki grup karşılaştırıldığında, ders almayan grubun başarısı % 72 iken, diğer grupta bu başarı % 88'dir. Bu % 16'lık farka göre müzik, öğrenme istidadını (yeteneğini) artırmaktadır. Yeni bir çalışmaya göre daha iyi bir müzik kulağı olanların, daha erken okumaya başladıkları anlaşılmıştır.
Aklınıza şöyle bir soru gelebilir: Müzik dışında aynı tesire sahip başka faaliyetler de yok mudur? Mohanty ve Hejmadi adlarında iki psikolog bu soruyu araştırırlar. Müzikten başka faaliyetlerin eğitim ve öğrenime katkılarını incelerler. Neticede en başarılı olan grup müzik grubu olur. Müziğin şuurla (bilinçle) alâkalı kabiliyetleri artırdığı da bu çalışmada gösterilmiştir.
Harward ve Oxford üniversitelerince yapılan bir çalışmada daha enteresan bir neticeyle karşılaşılır. Müziğe meraklı ve müzik kulağı olanların üniversite burslarını öncelikli olarak kazandığı ve akademik hayatlarında daha başarılı oldukları gözlenmiştir. Bu yüzden bazı üniversiteler öğrenci alırlarken başvuranların müziğe olan ilgilerini de araştırmaktadır.
California Üniversitesi'nden G. Shaw'a göre müzik eğitimi verilen çocuklar, verilmeyenlere göre daha başarılıdırlar. 1993 yılında 12-13 yaşları arasında çocuklar üzerine bir araştırma yapılır. Bu çocuklara müzik ile ilgili çeşitli dersler verilir (piyano çalma, ses kontrolü) ve çocukların başarılarının % 46 arttığı görülür.
Müzik, mücerret (soyut) düşünme kabiliyetini de artırmaktadır. Mücerret düşünme ile müzik arasında güçlü bir münasebet (ilişki) olduğundan, müzik ile uğraşanlarda veya sık müzik dinleyenlerde beyin aktivitesi artmaktadır.
G. Shaw, 36 lise öğrencisine Mozart'ın piyano sonatı K-448 isimli eserini sessiz bir ortamda dinlettirir. Bu çocukların IQ'larında (zekâ katsayısı) bir artış gözlemlenmiştir. Müzik ile mücerret zekâ arasında güçlü bir münasebet (ilişki) olduğu böylece bir kere daha ispatlanmıştır. Shaw'ın çalışma arkadaşlarından F. Rauscher'e göre müzik eğlenceden öte bir şeydir.
Müziğin, öğrenme ve akademik başarıya olan tesirinin yanında bir de tıbbî bir metot olarak hastalıkları tedavi etme yönü vardır. Bu da araştırmacıların ilgisini çeken ayrı bir konudur. Birçok üniversite bu konuyla ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Müzikle tedavi (Music Therapy -MT) birçok sahada kullanılmaktadır. Şuur ve zekâ yönünden öğrenme güçlüğü çeken çocuklar müzikle tedavi edilebilmektedir.
C.L. Edgerton, müziğin otistik çocuklar üzerine tıbbî tesirlerini incelemiştir. 6-9 yaş arası 11 otistik çocuk müzikle tedaviye alınır. Değerlendirme Checklist of Communicative Responses/Acts Score Sheet (CRASS) ile yapılır. Burada çocukların müzikal ve müzikal olmayan iletişim davranışları ölçülür. Bu ölçüm neticelerine göre de müziğin tedavide olumlu tesirler gösterdiği ortaya çıkmıştır.
Müzik, stresi azaltan önemli bir vasıta olarak da kullanılmaktadır. Eğer stres devam ederse, hipertansiyon, ülser, deri hastalıkları baş ağrısı, arterosklerosis (damar sertliği) gibi hayatı tehdit eden problemler ortaya çıkabilir. Amerikan Psikoloji Derneği'nin yaptığı bir ankete göre müzik, stresi azaltmak için kullanılan en yaygın metottur.
Wilkes Üniversitesi'nden Carl Charnetski ve Francis Brennan'ın çalışmalarına göre her müziğin, her nağmenin, her tonun kendine has özellikleri vardır ve ona göre insan vücuduna tesir etmektedir. Mikroplarla savaşan tükürük, ter ve göz yaşı gibi sıvılarda bulunan IgA antikoru (İmmünglobulin A), müziğin çeşidine göre farklı miktarlarda ve tiplerde salgılanmaktadır. Çalışmada dört grup öğrenci ayrılmış ve her gruba farklı müzik dinlettirilip, 30 dakika sonra tükürüklerindeki IgA seviyeleri ölçülmüştür.
Grup Müzik türü IgA 1. Muzak % 14 artış 2. Jazz % 7,2 artış 3. Sessizlik % 1 azalma 4. Yüksek sesli gürültülü müzik % 19,7 azalma
Bu çalışmaya göre disko müziği dediğimiz yüksek sesli, hattâ gürültülü müzik, mikroplarla savaşan askerlerimizin sayısını azaltmaktadır. Buna karşılık bazı müzik türleri de sayıyı artırmaktadır. Ancak bu çalışma tamamen Batı müziğinin nağmeleri ve kültür standartları içinde yapıldığından, bizim immünologlarımız ve müzisyenlerimizin Türk müziğinin değişik makamları açısından bu tip deneyleri insanımızın hizmetine sunulmak üzere tekrarlamasında büyük fayda vardır.
1937 yılında Sir James Jeans'ın kaleme aldığı The Science of Music'de müzik; ilmî olarak ele alınmış, müzik nağmelerinin farklı tonlarının insan ruhuna tesir ettiği, Lydian modu denilen bir makamın insanı karamsarlığa ve acıya ittiği tespit edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'na bir dönem pâyitahtlık (başkentlik) yapmış Edirne'de müzikle tedavi için Dar'uş-Şifa adında özel bir hastahane kurulmuştur. Aynı dönemde, Orta Çağ Avrupa'sında akıl hastaları, içlerinde şeytan var diye diri diri yakılırken, Edirne'deki bu merkezde akıl ve sinir hastaları, psikolojik rahatsızlıkları olanlar, kuş sesleri, su şırıltıları ve ilâhiler ile tedavi ediliyordu.
Müzikle Tedavi Ne Sağlar? 1) Müzik ruhta değişiklikler meydana getirir, 2) Sosyal münasebetlerimizi güçlendirir, 3) Bazı yönleri ilmî olarak bilinen, bazılarının da açıklanmayı beklediği, müziğin vücuda fizikî tesirleri vardır (IgA örneği), 4) Psikolojik tesirleri vardır, 5) Koruyucu hekimlik alanında kullanılır. 6) Doğumda, stres azaltma ve ağrı giderici olarak faydalanılır, 7) Nörolojik hastalıklarda, motor sinir sistemi hastalıklarında, fizik tedavi metodu olarak yararlanılır.
Tedavi Türleri Sözlerle ifade: Konuşma güçlüğü çekenlerde kullanılır. Nefes kontrolünün nasıl sağlandığı öğrenilir. Yaşlılarda hafıza kayıplarının tedavisinde kullanılır. Enstrümanla meşguliyet: Motor sinir sistemi bozukluklarının tedavisinde başvurulur. Bir âlet çalma ve grupla çalışma, kendine güven duygusunu artırır. Ritm: Kas katılığı, eklem rahatsızlığı, denge bozuklukları, motivasyon eksikliği gibi rahatsızlıklara iyi gelmektedir. Dinleme: Zihnî kabiliyetlerimizden olan dikkat ve hafızayı artırır. Kendimizi ve kültürü anlamamıza yardımcı olur. Kendine güven duygusu kazandırır.
Kaynaklar - "Power of Music", Early Childhood News, by F. Ruscher. - Reader's Digest Magazine, 1999. - Music Therapy. ca-Kanada Müzikle Tedavi Merkezi. - tampamusic. com - misci Academi. - www.newsweek.com
İkincisi: Dr. Selim AYDIN’ın “Tedavi ve zihin gelişmesinde müzik” adlı yazıyı lütfen dikkatle okuyunuz.
TEDAVİ VE ZİHİN GELİŞMESİNDE MÜZİK
Her canlı sistem, hayatını ve neslini sürdürmek için çevresinin farkında olacak ve cevap üretecek şekilde programlanmıştır. Yapacakları faaliyetler için, çeşitli duyu organlarını veya alıcı duyu hücrelerini kullanırlar. Ses pek çok canlı tarafından kullanılan önemli bir iletişim vasıtasıdır. Bunun için gelen sesleri algılayan işleyen ve değerlendiren bir işitme sistemi birçok canlıya verilmiş, vazgeçilmez bir nimettir. Seslerin belli bir ritm ve tempo hâlinde melodi olarak çıkarılması veya sözlerin diziliminden oluşan ahenkli sesler, müzik veya musiki kavramıyla ifade edilir. Kâinatta canlı veya cansız sistemlerin çıkardığı sesler, bir ritm, tempo ve ahengi çağrıştırıyorsa veya kişi tarafından bu sesler, böyle algılanıyorsa, buna kâinatın veya tabiatın musikisi denir. Eğer kişi tabiattaki bu seslerdeki motifi, ritmi ve ahengi algılayamıyorsa, bu onun için gürültü olarak değerlendirilebilir. Duyulan seslerin birer melodi mi, yoksa gürültü mü olduğu, hem sesin ritmik özelliklerine, tınısına ve ahengine, hem de kişinin niyetine ve idrak paradigmalarına bağlıdır. Kâinattaki faaliyetlerin bir göstergesi olan sesler (rüzgârın cisimlere vurarak çıkardığı sesler, su sesleri, kuş sesleri vb) inanan bir insan için Yaratıcı'nın güzel isimlerine âyinedârlık (ayna tutan) eden varlık ve süreçlerin birer zikri iken, inanmayan bir kişi için de insanı dinlendiren ve onu tabiatla bütünleştiren tabiî bir hâdisedir.
Müzik ise, sesle iletişimin estetik boyutudur. İletişime katılan bir ahenk ve güzelliktir. Mesajların insan ruhuna tesirli şekilde nüfuz edişinde bir üslûptur. Bu bağlamda müzik, eşyanın tabiî hareketi ile açığa çıkan seslerden oluşabileceği gibi (fıtrî müzik) insan tarafından bizzat şuurlu bir şekilde de üretilebilir. Günümüzde, iletişim aracı olmanın ötesinde eğlendirici, sakinleştirici ve dinlendirici boyutları daha çok ön plâna çıkan müzik, hem bir meslek, hem ticarî bir sektör hâline gelmiştir. İnsanın tabiatında var olan mânâlı, ritmik ve melodik seslere karşı hassasiyetin, ne gibi fonksiyonları olduğuna dair son yıllarda çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Özellikle biyomüzikoloji disiplininde yürütülen araştırmalarla, müziğin canlı sistemler üzerindeki tesirleri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bugün müziğin anne karnındaki çocuğun gelişiminden başlayıp, insanın gelişimine, öğrenmesine ve ruh sağlığına varıncaya kadar yaptığı tesirler, çeşitli araştırma projelerine mevzu olmaktadır.
Müziğin evrensel bir lisanı olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Bütün kültürlerin kendine has bir müziği vardır. Niçin? Biyomüzikoloji araştırmaları, bu konuda müziğin insanın hayatını sürdürmesinde ve neslinin devamında olumlu katkılarda bulunduğunu ortaya koymuştur. İsveç'teki Biyomüzikoloji Enstitüsü'nden Prof. Bjorn Merkur, müziğin menşei (kaynağı) konusunda şunları söyler:
"Müzik, bu âlemdeki canlıların ve cansızların yaşama ve üreme şanslarını artırıcı değerli bir özelliktir. Ayrıca yer yüzündeki hayatı ve dengeyi mümkün kılan nizam ve ahengin seslendirilmesidir. Pek çok canlı, farklı aileleri ve grupları seslerinden ayırt edebilirler. Üreme mevsiminde her iki cinsin birbirini bulmaları kolaylaştırılır. Hattâ birlikte koro hâlinde sesler çıkararak kendilerinin bilinmesini sağlarlar. Bilhassa kuş ve memelilerdeki müzik kabiliyeti biyolojik açıdan fertler arasında bir üreme avantajı sağlar. Bu tabiatın içinden bir parça olmakla beraber birçok bakımdan hususî farklılıklarla donatılmış insan ruhunda da müziğin bir yeri vardır."
Anne Rahminde Başlayan Eğitim
Bebeklerin de çeşitli müzikleri hissetme ve cevap vermede hususî bir kabiliyeti olduğu çok eskilerden beri bilinmektedir. İnsanın hayata gözlerini açtığı ilk yıllardaki müziğe olan bu meyelanı (eğilimi), sinir sisteminin ve beynin, müziği algılama, işleme ve hatırlama yaşının kaç olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Son yıllarda giderek artan deliller ışığında, doğumdan önce ve hamileliğin son üç aylık döneminde, anne rahminin bir konser salonu şeklinde fonksiyon görerek, biyolojik gelişimin ahenkli ilerleyişine belli bir ritm hâlindeki musikinin katkıda bulunduğu bilinmektedir.
Çocukların zihnî kabiliyetlerinin de konuşmayı öğreninceye kadar pek gelişmediği zannediliyordu. Halbuki bebeğin his dünyası oldukça aktif durumdaydı. Bebeğin beyni, âdeta çevredeki seslerin ritmini ve motifini çözmeye çalışan bir dedektif gibiydi. Bebek daha doğumundan önce, âdeta bir müzik âleti gibi çalışıyor ve çevredeki sesleri hem kayıt, hem de analiz ediyordu (Bkz "The Musical Infant", MRN, 1994, I (1), Spring 1994). Bugün biliniyor ki, çocuklar melodik ritimleri algılama ve hatırlama, bir bestedeki yükselen ve alçalan ses tonlarını fark etme ve tempo değişikliklerini algılama hususunda muazzam bir kabiliyete sahiptirler.
Cenin hamilelikten kaç hafta sonra ilk sesleri işitmeye başlar? Dış dünyadan gelen müzik sesleri, ceninin kulaklarına ulaşır mı? Sese ve müziğe anne rahminde bebek tarafından verilen cevaplar nelerdir? Anne rahminin müzikal seslerle uyarılmasının doğum sonrası tesirleri nelerdir? Bu sorulara kısa cevaplar verilecek olursa, beynin işitme sistemi, hamileliğin 26. haftasından itibaren fonksiyon görmeye başlar. Dışarıdan gelen sesler, rahimdeki fetusun kulağına gelemez. (Fetus: ana rahminde bulunan çocuğa, insana benzer şekle gelişle doğuşu arasındaki süreye verilen ad) Çünkü fetusun etrafını saran koruyucu sıvı ve örtüler dışarıdan gelen sesleri bozar. Buna rağmen Beethoven'in beşinci senfonisinin, belirgin şekilde tanımlanabilir bir ses imajı olarak rahme ulaştığı gösterilmiştir. Cenin dış dünyadan kulağına gelen seslere, vücut hareketleri ve kalb atım hızında meydana gelen değişikliklerle cevap vermektedir. Çoğu sesler, embriyonun kalb atımında kısa süreli yavaşlamalara yol açar. (Embriyo: çocuğun ana rahminde iken bir haftalık ile 8 haftalık arasındaki durumuna verilen ad) Çok gürültülü sesler ise, kalb atımını hızlandırır. Sesler ceninde hareket ortaya çıkarmasının yanında, doğum öncesi öğrenmeye de sebep olur. (Cenin: çocuğun ana rahminde, bütün organlarının belirdikten sonra aldığı ad) En temel öğrenme şekli alışkanlık kazanma ve ortama uyum sağlamadır. Can sıkıcı olan veya sürekli tekrarlayan seslere dikkatini vermemeyi öğrenme, buna bir örnektir. Yeni ve bir farklı musiki ritmi gelirse, bebekler ona cevap vererek, değişikliği fark ettiğini gösterirler. Hamileliğin son döneminde cenin, annenin karın bölgesine sürekli yapılan uyarılara alışmıştır. Ancak uyarı şekli değişirse buna cevap verir. Embriyon, nazikçe yapılan titreşimlere cevap vermezken, gürültülü bir ses gönderildiğinde hemen hareket ederek cevap verir. Belli bir süre, gürültülü sesler ile nazik titreşimler birlikte arka arkaya verilirse, birkaç tekrardan sonra cenin, buna cevap vermemektedir. Bütün bunlar yavrunun, doğum öncesinde çevresinden bilgi alabildiğini ve bazı olayları hatırlayabildiğini gösterir.
Doğum öncesi müziğin doğum sonrasındaki hayata tesirlerini anlamak için bebeğin davranış geliştirme hızı ile, doğum öncesi öğrenmeyle irtibat kuran doğum sonrası hafıza ölçekleri kullanılır. Çocuğun doğum öncesi müzik dinlemesinin, gelişimi hızlandırdığı, hattâ bazı çocuklardaki belli gelişim bozukluklarını hafifletebildiği veya iyileştirme yoluna koyduğuna dair çalışmalar vardır. Değişik müzik çeşitlerinin 28-36 haftalık annelere dinletildiği bir çalışmada, kontrol grubuna nazaran anne karnında müzik dinleyen bebeklerin seslere dikkat, göz takibi, motor kontrol ve koordinasyon hareketlerinin gelişiminde dikkati çeken bir hızlanma gözlenmiştir.
Müzik Eğitimi ve Mücerret(soyut) Düşünebilme Kabiliyeti
Çocuk gelişmesinin ilk yıllarındaki bazı hâdiselerin ve musikinin, hangi beyin hücrelerinin hangi beyin hücreleriyle bağlantı kuracağını ve hangi beyin hücrelerinin öleceğini belirlediği tespit edilmiştir. Çünkü zekânın bütün çeşitlerinde, sinir hücreleri olan nöronlar arasındaki bağlantıların büyük bir belirleyiciliği vardır. Çocuğun beyni erken yaşlarda ne kadar çok farklı ve zenginleştirici tecrübelere maruz bırakılırsa, o nispette kendini geliştirebilir. Müzik dinlemenin veya bir müzik âleti çalmayı öğrenmenin, çocuklar üzerine ne gibi tesirler yaptığı üzerinde Kaliforniya Üniversitesi'nden Fizikçi Gordon Shaw ile Wisconsin Üniversitesi'nden psikolog Dr. Frances Rauscher ortaklaşa bir çalışma yapmışlardır. Neticede bilgisayar üzerinde geliştirilen nöral modelle, insan beyninde ve algı mekanizmasında müzik ile ilgili yapının belli yönlerine ait kodlamaların mahiyeti kısmen anlaşılmış ve nöral ağların, mücerret düşünmede ve muhakemede önemli rol oynadığı görülmüştür. Ayrıca orijinal, icatçı, sıra dışı ve analitik düşünmenin, nöronal ateşlenme motiflerini, işitme yoluyla keşfetmek mümkün oldu. Çalışmada, yerleşim birimlerinin hem merkezlerinden hem de çevrelerindeki ortaokullardan 78 çocuk rast gele seçilerek üç gruba ayrıldı. Birinci gruba özel hocalar eşliğinde piyano kullanma ve müzik seslendirme dersleri, ikinci gruba bilgisayar dersleri verildi. Üçüncü gruba ise hiçbir eğitim verilmedi. Altı ay sonra bu öğrencilere uygulanan "mücerret düşünme mahareti" isimli "uzay ve zaman koordinatlarındaki nesneler üzerinde muhakeme yapabilme" testlerinde (bilhassa geometrik ve fizikî problemlerde) piyano kullanımı ve müzik dersleri alan öğrenciler, % 34 daha fazla başarılı oldular. Bundan anlaşılan ise, müzik eğitiminin mücerret düşünebilme ve akıl yürütebilmede kullanılan sinir bağlantılarının teşekkülünü hızlandırması ve erken yaşlarda verilen müzik eğitiminin çocukların muhakeme kabiliyetlerini artırmasıydı. Hattâ erişkinlerde bile günde 10-15 dakika müzik dinlemenin mücerret düşünebilme kabiliyetini olumlu yönde etkilediği bulunmuştur. Belli bir sırada zincirleme muhakeme edebilme kabiliyeti, hem bilimde hem de müzikte önemli bir maharettir (üstünlüktür). Müzik eğitimi alan çocuklar, sinir bağlantıları kolaylıkla organize edebilen esnek beyinlere sahip olmaktadırlar. Sinir bağlantıları beynin korteks bölgesindeki desenlerin oluşması müzik ve eğitim yoluyla doğrudan etkilenmektedir. Müzik dinleme ve piyano çalmayı öğrenme, aynı zamanda çocukların matematik ve fen derslerini kavrama kabiliyetlerini belirgin seviyede artırmıştır. Anaokulu ve ilkokul müfredatlarında verilen müzik eğitimi de matematikî zekâyı ve kişilik gelişimini olumlu yönde etkilemektedir.
Journal of Applied Developmental Psychology (December 1999) dergisinde, erken dönemde çocuklara verilecek müzik eğitiminin faydaları listelendi. Bilhassa ailelerle birlikte müzik eğitimi alan küçük çocuklarda zekânın gelişimi olumlu yönde artmaktadır. Bu ise zekânın, hayattaki kazanılan tecrübelerle geliştirilebileceğini gösterir. Yani zekâ tek başına genetik tarafından belirlenmez. Özellikle ailenin çocuğuyla birlikte geçirdiği dolu dolu zaman diliminin artışına paralel olarak çocuğun zekâ ve uyum gibi kabiliyetlerinde, kontrol grubuna nazaran belirgin artış sağlanmıştır. Ailenin çocuğu ile birlikte zaman harcamamakla yaptığı olumsuz katkı, boşanmış, fakir ve düşük eğitim seviyesine sahip ailelerin veya azınlık psikolojisi gibi faktörlerin olumsuz katkılarından daha önde gelmekteydi. Çocuğun zekâ gelişiminde ve başarısında ailenin çocuğa ayırdığı zaman çok önemli bir faktördü. Bunun fark edilmesi, birlikte verilen müzik eğitiminin yaptığı tesir artırıcı katkıyla fark edildi. Altmış altı çocuk üzerinde yapılan bir başka çalışmada, önce bütün çocuklara Stanford-Binet zekâ testi ile musiki kabiliyet testi uygulandı. Sonra deney grubundaki öğrenciler 30 hafta boyunca haftada 75 dakika müzik eğitimi aldılar. Sonunda müzik eğitimi alan çocukların mücerret düşünme ve üretici-mucit düşünme testlerindeki başarılarında belirgin artış gözlendi. Kelime ile alâkalı zekâ testlerinde ise her iki grupta da önemli bir farklılık bulunmadı. Müzik eğitimi yanında, aileleriyle yakın bir beraberlik geçiren çocuklarda standart zekâ testlerinde başarı nispeti, % 50'den % 87'ye çıkarken, aileleriyle daha az zaman geçiren ve müzik eğitimi alan çocuklarda bu başarı % 78 seviyesinde kalmıştı.
Müziğin Sistem Üzerine Genel Tesirleri
Müzik ve hormonlar arasındaki münasebet yukarıdaki mekanizma üzerinden kurulur. Vücuttan salınan hormonlar veya bedene tesir eden işlemler, beyne de tesir eder. Müzik dinleme, müziğin tarz ve cinsine bağlı olarak stres hormonlarının salınımını artırıcı veya azaltıcı rol oynar. Çeşitli müzikleri dinleme öncesi ve sonrası yapılan kortizol ölçümleriyle bu ispatlanmıştır. Bu çerçevede, stres hormonu üretici durumlarda stresi azaltıcı müzik dinleme, oldukça faydalı olmaktadır. Meselâ; tıpta mide ülserlerini incelemede kullanılan gastroskopi tekniği, uyanık insanlara uygulanırken, kişilerde belli bir seviyenin üstünde stres oluşmaktadır. Bu hastalara gastroskopi esnasında stresi azaltıcı ve hoşlandıkları müzik, bir müzik terapisti kontrolünde dinletildiğinde, kontrol grubuna nazaran bariz derecede kortizol seviyeleri düşük bulunmuştur. Kontrol grubunun kanlarında ise, hem kortizol hem de ACTH yüksek bulunmuştur.
Benzer bir çalışmada, ertesi günü ameliyat olacakları söylenen bir grup hastaya bu haber söylendikten hemen sonra, yaklaşık bir saat kadar stresi azaltıcı müzik dinletildi. Diğer bir gruba ise, haber söylendikten sonra bir şey yapılmadı. Sağlam kişiler de kortizol ölçümleri açısından kontrol grubu olarak kullanıldı. Her iki ameliyat olacak hasta grubunda haber sonrasında 15 dakika içinde kortizol seviyeleri % 50 oranında arttı. Bir saat sonra ise, müzik dinlemeyen ameliyat olacak gruptaki kortizol seviyesi artmaya devam ederken, müzik dinleyen grubun seviyesi, normal seviyesine geri döndü. Bütün bu araştırmalar göstermektedir ki, müzik stresli durumlara verilen kortizol cevabının süresini belirgin şekilde azaltmaktadır. Ayrıca tıbbî teşhis ve tedaviler esnasında üretilecek stres hormon seviyeleri, kişilere müzik dinletilerek belirgin ölçüde azaltılabilir.
Sağlıklı kişilere dinletilen üç farklı müzik cinsinden (düzenli ritme sahip müzik; düzensiz ve gürültülü müzik ile güçlü ritmik özellikleri olmayan sakinleştirici ve dinlendirici müzik) sadece sakinleştirici ve dinlendirici müziği dinleyen kişilerin kortizol ve nöradrenalin seviyeleri belirgin şekilde azalmıştır.
Ancak müziğin bu tesirleri, hem kişilerin genel anatomik yapısına hem de seçilen müziğe bağlı olarak değişmektedir. Meselâ antrenmanlı ve antrenmansız atletlerde hareketli ve hareketsiz parçalar eşliğinde yapılan yoğun egzersiz sonucunda hareketli müziğin, antrenmansız koşucularda kortizol seviyesini artırdığı, ama antrenmanlı koşucularda bir tesire yol açmadığını bulmuşlardır. Bu ise, formda olmayan kişilerin kilo kaybına yol açar. Formunda olan atletlerde ise böyle bir tesir gözlenmemiştir. Müzik bölümü öğrencilerinin, stres hormon seviyeleri, diğer öğrencilerinkinden daha yüksek bulunmuştur. Kesin olarak bilinen bir şey ise beyin, hormonlar ve müzik arasında karşılıklı girift (birbiri içine girmiş) bir münasebetin olduğudur.
Müzik, depresyon geçiren gençlerde beyni rahatlatıcı ve hormonal düzensizlikleri hafifletici rol oynar. Kronik depresyon beynin sağ ön bölgesindeki aktivasyonun artmasıyla da karakteristiktir. Müzik, depresyondaki kişinin ruh hâletini tersine döndürüp, stres hormonlarını azaltır (The Journal Adolescence, 1998, 33, pgs. 109-116). 20 dakika müzik dinleyen kişilerde, beynin faaliyet durumu ve stres hormonları (kortizol salınımı) seviyesi değişmiştir. Müzik eğitiminin mücerret düşünmenin yanında kelime hafızasına da olumlu yönde tesir ettiğine dair tespitler vardır.
Sakinleştirici ritmik müzik dinleme, ayrıca yeni doğan bebeklerde fizyolojik ve davranış bakımından rahatlamayı ve gevşemeyi kolaylaştırır. Müzik dinlemenin uzun süreli tesirlerine gelince, artan stres hormon seviyesi, içinde bulunulan durumu uzun süreli kalıcı olarak kayıt etmesi için beyne mesaj yollar. Bu açıdan müzik, hafızayı güçlendirici bir uyarıcı olarak iş görür. Herhangi bir metin ezberlenecekse bunu bir müzik eşliğinde yapmak çok daha kolay olur. Kur'ân hafızlarının âyetleri ezberlemesinde ilâhî beyanın ruhuna uygun bir musiki ile birlikte telâffuz etmelerindeki hikmet de herhalde bu özellikten kaynaklanmaktadır. Müziğin bu tesirini sağlamak için kişinin bilgi ve idrak seviyesine ve ruh dünyasındaki müziğe verilen cevaba bağlı olarak, özel bir müzik dinleme reçetesi oluşturulmalıdır.
Sağlıklı kişiler genellikle belli bir müziğin kendilerinde nasıl bir tesir yaptığını bilmeden, dinleyecekleri müziği seçerler. Eğer belli bir müzik çeşidi kişide solunumu veya kalb atımını hızlandırıyorsa, bu tür kişiler, kortizol adrenalin gibi stres hormonlarının seviyesini, müziğin süresini ve çeşidini seçerek düzenleyebilirler. Kişi bu şekilde düzenli olarak seçtiği bir müziği dinlerse belli bir süre sonra stres hormonlarının seviyesini yükseltebilir. Ama bunun uzun süreli tesirlerinin neler olabileceği, henüz araştırılması gereken bir konudur.
Herkes kendi fıtratına (yaratılışına) uygun olan müzik çeşitlerindeki ses ve ritmi yakalayabildiğinde, sahip olduğu ruhî güzelliklerinin yansıttığı biyoenerjisinin musiki ile açığa çıkarılmasını kolaylaştırmaktadır. Müzik eğitiminin öğrenme temellerini anlamak, çocuğun beyninin nasıl geliştiğini, anne-çocuk arasındaki bağın hayatî önemini ve çocuğun ruh sağlığı ile öğrenme kabiliyeti ve öğrenmeye hazır olması arasındaki münasebetleri ortaya çıkarmak için önemli bir araştırma disiplini hâline gelmiş bulunmaktadır. İslâm dünyasının bilim adına geçmişte gündeme getirdiği tıbbî mevzular arasında, belli hastalıklar hususunda musiki ile tedavinin ciddi şekilde ele alınması, insan ruhunda musikinin meydana getirdiği değişimlerin çok iyi tespit edildiğini göstermektedir.
Türk musikisinin makamlarının çeşitli psikolojik rahatsızlıklarda nasıl kullanılacağı hususunda bugün kulaktan dolma sahip olduğumuz bilgilerin yeni nörolojik, psikiyatrik ve endokrinolojik bilgilerle birlikte değerlendirilmesi için çok ciddi araştırmalara ihtiyaç vardır.
İnsanın hem psikolojisine, hem ruhî durumuna, hem de bedenine ve zihin aktivitelerine, tesir eden musiki de "Yeni İnsan"ın yeni bakış açısıyla tekrar ele alınmalıdır. Müzik eğitimi, kişiye iş birliğini, dinlemeyi, üreticiliği, koordinasyonu, lisanı düzgün ve faal kullanmayı ve analitik maharetleri kazandırır. Bu tesirlerin olumlu veya olumsuzluğu, büyük ölçüde dinlenilen veya icra edilen müziğin çeşidine, özelliklerine ve kişilerin fizyolojisine, hâlet-i ruhiyesine ve zihnî durumuna bağlı olarak değişebilmektedir. Kişilerin durumlarına ve inanç dünyalarında açacağı ilâhî pencerelere göre seçilerek dinlendiğinde, insanın hem biyolojik yapısına, hem de öğrenmesine ve sosyal başarısına katkıda bulunabilecek bir musikiye ait nağmelerin faydası inkâr edilmemelidir. İnsana düşen görev, her şeyde olduğu gibi, müziği de sadece bir eğlence vasıtası olarak değil, iyiyi, güzeli, doğruyu yakalamada ve inşa etmede kullanabilmek olmalıdır. Bu açıdan, sadece fen ve teknolojik alanlarda değil, musiki sahasında da insanımızın yeni buluşlara, icatlara ve sentezlere ihtiyacı olduğu dikkate alınmalı, iki asırlık Avrupa-Amerika eksenli taklit ve tekrara dayalı müzik icra etme alışkanlığına son verecek, kendi ruh dünyamızın ilâhî kaynaklı terennümlerini bulup ortaya çıkaracak müzisyenler yetiştirilmelidir.
VÜCUDUMUZ MÜZİĞE NASIL CEVAP VERİR?
İnsan bilinci uyanık halinden uyku alemine geçtiğinde, beyindeki elektriki aktiviteler de değişime uğrar. Beyinde çeşitli uyaranlarla uyku motifi aktif hale getirilirse, davranışlarda değişime uğrar. Mesela nikotin ve alkol, insanların algılamalarını, ruh durumlarını ve genel ağrı durumunu değiştirir. ölüm de genelde beyindeki elektriki aktivitelerin durması olarak tanımlanır. Beyin sürekli olarak iç ve dış çevreden duyu organları vasıtasıyla sinyaller alır, bunları işledikten sonra uygun bir cevabı hormonlar salgılayarak üretir. Stresi hisseden ve algılayan beyin, ön hipofiz bezinden ACTH hormonu salınmasını başlatır. Böbrek üstü bezlerine ulaşan ACTH kana adrenalin ve kortizol salınımını uyarır. Bu, hormonlarda hedef dokularda bir çok tesire yol açar. Stres hormonları, sürekli belli dozların üstünde salınır ve öğrenmeyi kolaylaştırıcı ve hafızayı güçlendirici kritik dozları aşarsa, bağışıklık sistemi zayıflar ve beden hastalıklarla mücadele gücünü kaybetmeye başlar. Biyolojik bedenin bu işleyiş tarzı üzerine müziğin bedene ve beyne nasıl tesir ettiğini öğrenebiliriz. Beyin ve beden arasındaki etkileşim geri-beslenme yoluyla yapılır. Böbrek üstü bezinden salınan adrenalin öncelikle beyindeki duygu kontrol merkezi olan amygdala bölgesini etkiler. Amygdala aktif olduğunda, insan yoğun duygusal tecrübeler yaşar. Bu ise aynı zamanda, yaşanan tecrübelerin ve durumların uzun süreli kayıt edilmesini ve unutulmamasını sağlar. Bir başka ifadeyle salınan adrenalin miktarı, bu duyusal boşalmayı tetikleyen olayın ne nispette güçlü şekilde hafızada tutulacağını da belirler. Duyguların tetiklendiği ve öğrenmeye katıldığı öğrenme ortamlarında öğrenilen şeyler, bu noktadan uzun süreli kalıcı öğrenmelerdir.
Son olarak burada sizlere, bütün araştırmama karşın nereden elime geçtiğini ve kime ait olduğunu bulamadığım müzikle ilgili bir yazıyı da dikkatinize sunmak istiyorum.
“Evren insanı, insan evreni yaratır. Bu yaradılış bir müziktir. Atomik bütün bir titreşimler okyanustur. Evrenin ve insanın ana kaynağı da atom olduğuna göre, titreşimlerin dansına müzik denir. Dünya kulağına göre belirli frekanstaki titreşimler müziktir. Halbuki evrende ve insanda hareket eden, titreşen her şey müziği meydana getirir.”
Atomik bütünü, yani kristal Gürzü bir orkestraya benzetmek mümkündür. Ama bu orkestranın çaldığı müziği ancak bu atomik bütünün idarecisi, yani orkestra şefi duyabilir. Çünkü her alet, her evren, her insan kendi müziklerini çalmaktadır. Ama bunlar ortak notalara, ortak planlara göre çalınınca ortaya herkesin anlayacağı bir parça çıkar.
Atomik bütünün içindeki dünyamız, yeni bir realiteye yani orkestraya alınmıştır. Herkese çalacağı parçanın, çalacağı müziğin notaları dağıtılmış ve dağıtılmaktadır. Artık biz de bu güne kadar yapmış olduğumuz ferdi çalışmalarımızı orkestraya dahil etmemiz lazımdır. Çünkü bütünlük birleşim aynı frekanstakilerin müziğidir, titreşimidir.
Bu güne kadar bilinçli veya bilinçsiz çaldığımız, yaydığımız ferdi müziğimizi evrensel müziğe dönüştürme zamanı gelmiştir. Bu evrensel müziği çalacak olanlar, bu evrensel titreşimlerin içine girebilecek olanlar sadece ve sadece lâyık müzisyenler olacaktır. Orkestra şefinin kurallarına uymayanlar, plana uymayanlar değil o orkestrada çalmak ve orkestrayı bile dinlemeyeceklerdir. Onlar kendi müzik anlayışlarıyla baş başa bırakılacaklardır.
Müzik ruhun gıdasıdır. Dersiniz ve bu sözü bilinçsizce kullanırsınız. Bu sözün asıl anlamını hiçbir zaman düşünmedeniz.
Bu lafı açacak olursak;
Titreşimler ruhun aynasıdır. Titreşimler, yani müzik birleşimin, bütünlüğün temel taşıdır. Dersek ne dersiniz.
Bu titreşimlerle ruhunuzu ne kadar parlatırsanız, bu titreşimleri ne kadar alabilirseniz, o kadar yansıtabilirsiniz.
Dikkat ederseniz dünyanızda büyük konserler ne kadar çok insanı aynı çatı altına almakta ve ne kadar çok insan o anda evrensel bir dil olan müziği kullanmaktadır. Orada dostluk, kardeşlik, sevgi vardır. Dünyadaki her insanın hoşlandığı bir müzik, hoşlandığı bir frekans vardır.
Müzik türleri, frekans türleri insanları bir araya toplamaktadır. Ama dünyada veya evrende ne kadar ruh varsa o kadar da müzik vardır. Bu ruhların hepsi müzikle beslenmektedirler. Acaba bütün ruhlara hitap edebilen, veya çoğunluğa hitap edebilen evrensel bir müzik çalmak mümkün müdür. Dünyanın şu anki realitesinde bütün dünyada hitap edebilen bir tek müzik vardır, o da planın, sistemin, realitenin müziğidir. Bu müziği bir tek hitap çalmaktadır. Dünya evrim planının son kitabında ki müziği duymak bir sanattır. O müziği çalmak ise orkestraya dahil olmaktır.
Demek ki sadece dünyadaki bedenli ruhları değil, başka dünyalardaki bedenli ve bedensiz ruhları da frekans ve titreşimlerine göre bir çatı altında toplamak mümkündür. Bu büyük toplanmaları sadece ve sadece planlar gerçekleştirebilir. Var olan bütün varlıklar bu frekanslarla bu titreşimlerle duyulan hissedilen müziklerle plana uyabilirler.
Bu müziklerin doruk noktası ancak orkestra şefinin düşüncesi olan helezoni vibrasyonlardır. Ruhumuzun geldiği yer, helezoni vibrasyonların bulunduğu yer olduğuna göre, ruhlarımızı tekrar oraya götürecek olan tek gıda müzik dediğimiz titreşimlerin dozunun artmasıdır.
Müzik, Yaratanın nefesi desek uygun olur mu dersiniz? Evet müzik sizin anlayış düzeyine göre Yaratanın, yani yoktan Yaratanın Erişilmez ötesi Erişilmez olanın can veren, canlandıran, var eden nefesidir. Bu nefes sizleri ve bizleri var etmiştir.
Şimdi şöyle düşünün; “Sessiz bir gece. ve hiçbir tarafta ne ses var, ne de ışık. Derken, bu sonsuz karanlık, boşluğun hakim olduğu yerlerden bir kıvılcım çakılıyor ve bir ses duyuluyor. Kıvılcım çoğalıp büyüyor. Seste aynı şekilde, bir azalıyor, bir çoğalıyor. Ve bütün evreni doldurmaya başlıyor. Bazı yerlerde bir tınlama, bazı yerlerde hoş bir meltem oluyor. Ve sessizce süzülüp uzanıyor. Bu sözün yayıldığı yerlerde, kıvılcımlar yıldızlaşıyor. Ve ışıklar yansıyor. Her taraf yıldız, yıldız oluyor. İşte bunun müziği var oluşun ilahi hikayesini anlatır.”
İlk varoluşta duyulan ses, hem yaratıyor, hem de çoğaltıyor.
Sonra bu ilahi senfoni gittikçe yayılıyor. Parıldayan her kıvılcım bir gürz oluyor.
İşte bu ilahi müziğin görünüşüdür desek yerinde olur.
Varoluştaki o ilâhî müziği anlayabildiyseniz, o yaratılışı da biliyorsunuz demektir. Çünkü varoluş ve halkedişteki vibrasyonların her biri renk dolu notalardan ibarettir. Her nota ise nüans dolu renk tonları ve bu renklerin sesleri ile kaplıdır.
Dostlarımız, varoluşun esası; ses, nefes yani ilahi müziktir. Bu müzik ise ancak sevenle, sevilenin anlayabileceği melodileri yansıtan bir renk cümbüşüdür. Çünkü, sevgi ve ses vibrasyonları birbirine sarmal olarak sarılmış ezel ve ebedî olan, sonsuz bir haz kaynağıdır, dostlarımız.
Ne yazık ki, yazarını ve kaynağını bulamadığım, güzel ikinci bir yazı ile yazımıza son vermek istiyorum.
“EVREN-İNSAN- MÜZİK İLİŞKİSİ
Müzik ruhun gıdasıdır. Atasözünün içinde bulunduğumuz realiteye göre açıklanması.
Evren nedir? insan nedir? müzik nedir? önce bunları açıklayalım. Evren tüm kainat ve bu kainatın içinde var olan gelmiş, geçmiş yaratılanların oluştuğu bir yer. İnsan bu evrenin bir bölümünde yaşayan belli bir plan ve program sürecinde yaşamlarını idame ettirmek için yaratılmış yaratılanlardır. Bunun da bir sebebi olması gerekir. O sebep de var olmadır. Şimdi ilk varoluşa doğru uzanalım. İlk varoluş biliyoruz ki, ses, ışık ve ateştir. İşte müzik, yani ses ilk varolmada ortaya çıkmıştır. Çünkü varolmanın çekirdeğini ses meydana getirmektedir. Bu bir çağrı ve “Bana gel” sesinden başka bir ses değildir. Bu ses ilk varolmadan öte varolan ve ilk varoluştan bu güne kadar varoluşlara, varolmamızın nedeni ve sebebini duyuran bir sestir. Önemli olan, bu çağrıya kulak vermektir. Daha öncede bu çağrılar yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. Önemli olan kişinin veya toplumların seslerini duyabilme olayıdır. Düşüncede bile bir ses vardır. O öyle bir sestir ki, suskunluğun ötesinde veya sesli düşüncenin çok ötesinde olan bir duyurma biçimidir. Çünkü düşünceler de konuşur. Düşünceler de sesli veya sessiz konuştuğu müddetçe enerji çekecektir. Çektiği enerji oranında da ses tonlarında kalınlık ve incelik kişilere yansıyacaktır. Yedi sayısının ve katmanlarının tüm evrence gerçekliliği bizler tarafından bilinmektedir. Bilim, ilim ve teknolojinin pozitif yönde ilerleme göstergelerinde, yaşamlarımızda ki realite anlayışına göre göstergenin ibrelerinde göre sapmalar olmaktadır. Bir önceki göstergenin realitesi, daha sonra ki göstergenin realitesini mantallaşmadan, astrala indirgememize yardımcı araçlardır. Yani kalınlıktan inceliğe doğru gidilmesini gösteren yardımlar fazlalaşmıştır. Bu da realiteler arasındaki farkı göstermek isteyen, bir sesten başka bir ses değildir. İnsanın mantal sesten, astrâl sese doğru incelmesi bizlerden istenen bir sestir. Notaları şöyle bir düşünelim. Asıl olan yedi nota vardır. Bu notalarında gamları vardır. Kalın sesten ince sese doğru bir iniş söz konusudur. Nedenine gelince önce, yedi kalın sesi beden olarak vermeye çalışalım ki gamları çıkartabilelim. Bunu da ancak ses tellerimizi terbiye etmemizle mümkün olabilecektir. İnsanın terbiyesi önce kendisi ile başlıyor. Ve yine sonuçta kendisi ile bitiyor. Bu tekâmülden başka bir şey değildir. Sesini terbiye eden bir kişi her şeyden önce anlatmak isteyeceklerini daha etkileyici bir şekilde sunacak ve yansıtacaktır. Bu bilinçte olan kişi de ses terbiyesinin ne demek olduğunu bilmekte ve ses tonunun içeresin de bulunan sevgiyi, hoş görüyü, en önemlisi saygıyı yansıtacaktır. Neden evrende yansıyan bir çok müzik türleri bulunmaktadır. Her realitede ve bu realitenin gerçekleri ile yaşayan kişilere etkili olsun ve azda olsa da bu yolla bazı doyumlarını sağlayabilsin diye. Bir insan düşünün; her türlü müziği dinleye, dinleye artık kendi ruhunun realitesine en uygun olan müziği seçecek ve bu yolla iç duygularını çok saf ve temiz şekilde, dillendirmeye bile çekindiği duygularını kendi düşünsel sesiyle, hem kendisine ve dolaylı olarak da yoktan var edenine yansıtacaktır. Mümkün olsa, şu an tüm evrende insanlar konuşmasalar; duygu ve düşüncelerini müzikle yansıtsalar . Ama bazılarımız biliyor ve hissediyoruz ki müzikle duygu ve yaşamlarını sürdüren galaksi ortamları vardır. Çok düşünen bir insanın yansıttığı ve ortaya çıkardığı ve çektiği enerji ile bu sesli müziğin içerisinde diğer müzik ekollerinin nüveleri, 7 notanın inişli ve çıkışlı bütün gamlarının birleşmesi sonucu oluşan bir müzik türüdür. Tıpkı çok yönlü düşünen insan gibi. Bunun sonuncunda da gerek müzik yolu ile gerekse düşünsel müzikle çekeceği enerjilerin yansımalarını görecek ve benliğinde hissederek iletişimde bulunacak, o anlık olsa bile bir arınma ortamına girecektir. Çünkü o arınma ortamında kendi yaşam çizgisinin realitesiyle bilinçli veya bilinçsiz kendi kendisi ile baş başa kalacaktır. Neden bilinçli veya bilinçsiz dedik. Önemli olan her türlü duygu ve düşünce yolunda bilinçlenmek elbette ki en iyisidir. Bilinçli bir şekilde müzik dinleyen insan veya toplumlar, realiteler arasındaki ayrımları yaparlarken çok sesli değişik düşünsel formlarla seslendireceklerdir. Tabi ki bunun sonucunda da yansımaların çıkartacağı ses de çok yönlü olacaktır. Bu da ancak evrensel ve kozmik bilinç kazanmış kişi ve toplumlar için söz konusu olup eninde sonunda kendi yaratılmışlığının sesini bu yolla duyacaktır. Evrende varolan her şey O’nun bizimle olmamız için vardır. Sonuç olarak:
O’NUN SESİ BİZİM SESİMİZ, BİZİM SESİMİZ O’NUN SESİ
Margo Morga’nın yazmış olduğu “ Bir Çift Yürek” adlı kitabında Avusturalya yerlilerinden Aborijinler, müzik,insan ve evrenin özdeş durumda bulunduğunu bakın ne güzel ifade etmişler.
“Bir müzisyenin müzikal ifade araması gibi,evrendeki müzik de ifade edilmeyi bekler”.
Yine aynı kitapta, insanın doğal yapısıyla müziğin bağlantısını da…
“Bir müzüsyen müziğini içinde( biyolojik yapısında) taşır. Bir çalgıya gereksinmesi yoktur,çünkü onun kendisi müziktir” sözleri ile bu bağlantı açıkça ortaya konmuştur.
Müziğin kozmik bir yapıya ve etkinliğe sakip olduğu bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış durumdadır.
Japonya’da yapılan bilimsel araştırmalarda,bilim adamları hücre yapısının içindeki parçacıkların birbiriyle ilişkileri sırasında çıkardıkları titreşimler sonucu oluşan sesleri,teknolojik aparatlarla yükseltetek tespit etmişlerdir. Bu tespitleri sonunda akıl almayacak ve akılla acıklanamayacak müziksel bir ses armonisinin varlığını ortaya koymuşlardır. Yani büzik ve ritim aslında dışarıda yapılan bir olay olmayıp,bizzat bizim iç yapımızda olan ve oluşan bir olay olduğu bilimsel olarak ortaya konmuş bulunmaktadır.
Hücresel yapımızın içindeki bu müziksel ve ritimsel hareketi. Allah’a bağımlı olarak Allah’I terennüm eden bir zikir olayı olarak düşünebilir ve kabul edebilimiyiz? Çünkü Kur’anda birçok ayette belirtilen zikir olayı bu oluşumu ve işlevi açıklar durumdadır.
Dini inancımıza göre, 18 bin alemde insanoğlu başta olmak üzere atomundan hücresine dek varolan bütün varlıklar Allah denilen o yüce varlığı zikretmekte, onu aramaktadır. Bütün varlıkların bir tek hedefi ve bir tek amacı vardır, oda kendilerini yaratan Allah’ı bulmak ve ona ulaşmak, onunla birlikte olmaktır. Bunun için de, iç yapıları gereği durmadan Allah’ı anarlar, onu zikrederler. Bu durum Kur'andaki, ayetlerle de açıkça belirtilmiştir. Örneğin,
“Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) tespih ederler.”
ENBİYA Sur. 21/20
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”
ENAM Sur. 6/38
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tespih eder. O'nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tespihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”
İSRA Sur. 17/44
Atom ve hücrelerin içinde o akıl almaz dönme hareketi bir zikir olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu ve buna benzer bütün hareket ve davranışların özünde Allah’a ibadet ve zikir bulunmaktadır.
O büyük din adamı Mevlana’nın müzik eşliğinde semâ denilen dönme hareketi de atomun içindeki dönme hareketi ile eş değer bir davranış değil midir? Yani Mevlana müzik eşliğinde, müzikle bütünleşerek bir nevi ibadet etmektedir.
Ne şekilde neyin aracılığı ile olursa olsun dil, kalp ve beyin üçlüsünün BİR olarak Allah’a yönelmesi ve Allah’a ulaşma çabası dua ve ibadet yerine geçer. Bu dil, kalp ve beyin üçlüsünü, BİR olmasını sağlayan ve bu birliği Allah’a yönelten ne olursa olsun bu Allah’ın nazarında makbûl olan bir eylemdir. Özellikle insanlarda bu dil, kalp ve beyin üçlüsünün bir olmasını sağlayan en kuvvetli eylem de müziktir. Çünkü müziğin o ritimsel sesi, insanın iç yapısında var olan, iç yapısından gelen bir durumdur.
Yine dinsel inanıştan gelen bir inanca göre, yüce Allah atom ve hücresel yapıdan başlayarak meleklerine ve insanoğluna gelinceye dek yarattığı bütün varlıklarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye seslenmiştir. Üç kez tekrarlanan bu ses, ritimsel bir etkileme ile bütün varlıkların öz yapısı ile özdeşleşmiştir.
İnsanoğlu dahil, evrendeki bütün varlıklar da bu sese karşılık olarak “Sen bizim Rabbimizsin” diyerek seslenmiştir.
İşte bütün varlıklar bu olayın oluşundan sonra, yani bir bakıma varoluşundan bu güne dek insanoğlu başta olmak üzere dua ve ibadetleriyle, zikirleri ile içlerindeki o sesi bulmaya, o sesle birleşip, bütünleşmeye uğraşmaktadır. İnsanoğlu ve diğer varlılar çıkardıkları seslerle, kuşlar o nağmeli ötüşleri ile hep o sesi aramakta, o sesi bulmaya çalışmaktadır.
Çünkü yüce Allah bir kutsi hadis’de “Ben, insanda zahir olduğun kadar hiçbir şeyde zuhur etmedim.” demektedir.
Bununla yüce Allah açıkça “İnsanın varlığında göründüğüm ve varolduğum kadar hiçbir şeyde varolmadım” demektedir.
Bununla Allah’ın varlığını dışarılarda bir yerlerde değil, bizzat kendimizde, kendi içimizde aramamız gerektiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bizzat bu Allah’ın kendi sesi, olabilir. İşte o sesi bulabildiğimiz an “O biz, biz O” olmaktayız.
Ve insanlığın kendi özünde varolan ve arayış içinde olduğu o sesi bir gün bulacağı inancı içindeyim.
İşte o zaman, öbür dünyalarda vaad edilen cenneti bu dünyada bulmuş olacağız.
SAYGILARIMIZLA
BEHZAT ŞAŞAL
FAYDANILAN KAYNAKLAR
1. Kur'an
2. Müzik Ansiklopedisi
3. Müzik Hakkında Notlar-Konfüçyüs
4. Müzik ve İnsan Ruhu-Adolf Von Grolman
5. İslâm’da Mûsikinin Yeri-Yrd. Doç. Dr. Nuri ÖZCAN
6. Tasavvufi Hakikatler
7. Kitab-ı El-Mûsiki-Farabî
8. Diğer kaynaklar yazı içinde belirtilmiştir.