25 Ağustos 2012 Cumartesi

Güncelleme, 25 Ağustos 2012 - Ankara

DİN ÜZERİNDE YAPILAN BÜYÜK YANLIŞLIKLAR
İnsanoğlunun toplumsal yaşama geçişinden bugüne dek olsun, bundan sonraki yaşamımızda olsun, yaşamı üzerindeki en büyük etkenlerden birisi ve belki de birincisi DİN ve DİNİ İNANÇLARdır. Ve yine toplumlar arasındaki birçok savaşların temel kaynağı olarak din faktörü rol oynamıştır veya en azından öyle gösterilmiştir.
İnsanoğlunun DİN üzerinde yaptığı en büyük yanlışlık tek DİNİ çoğul DİNLER haline dönüştürmesidir. Çünkü dünyamızda dinler değil bir TEK din vardır. o din de birliğe yani TEK’liğine inanılan Allah’ın koyduğu, vaaz ettiği dindir.
Bütün insanlar bir Tek Allah varlığına inanmakta ve bütün insanlık hangi din inancı görüntüsü altında olursa olsun, o bir “tek” Allah’a dua ve ibadet etmektedir. Çünkü ortada bir başka Allah yoktur.
Ortada bir Tek Allah olduğuna ve bütün insanlık da bu bir tek Allah’a inandığına göre bu değişik din ve dinler anlayışı nereden çıkmıştır?
Bu, insanoğlunun elle tutup gözle gördüğü şeylere daha fazla değer vermesinden ve ona inanma duygusundan kaynaklanmaktadır. Çok din inancı; insanların, gözle görüp elle tutamadığı Allah’a değil, elle tutup gözle gördüğü onun peygamberlerine daha fazla önem verip ona inanmalarından kaynaklanmıştır. İnsanlar peygamberlerine öylesine inanıp ona öylesine bağlandılar ki, peygamberler inanç dünyasında Allah inancının önüne geçti. İnsanlar savaşları veya toplumları Allah inançlarına göre değerlendirdiler. Ve “senin peygamberin, benim peygamberim” girdabı içine girdiler. Peygamberlerin Allah tarafından görevlendirilmiş bir insan olduğunu unuttular. Peygamberlerini Allah yerine koydular. Yaşamlarını ve savaşlarını Allah’a göre değil Peygamberlerine göre düzenlediler ve değerlendirdiler. Bunun sonucu olarak insanoğlu şu gerçeği gözünden kaçırdı. Bütün peygamberlerin aynı Allah’ı anlatıp öğretmeye çalıştığı gerçeği unutuldu. Nihayetinde peygamberler de bizim gibi birer insandı. Yalnız bizlerden üstün özellikleri olan insanlardı ki Allah onları aramızdan peygamber olarak seçip görevlendirmiştir. Ama ne kadar üstün özellikleri olurlarsa olsunlar nihayet onlar da birer insandı. İnsanda bulunan bütün zaaflar, hatalar, kusurlar az da olsa onlarda da vardı. peygamberimiz Hz. Muhammed bu durumu hadislerinde defalarca ve ısrarla belirtmiştir. Örneğin “Ancak bir kulum (insanım) ben, dininize ait bir şeyi emredersem o emri yerine getirin, fakat kendiliğimden, kendi reyimle dünyanız için bir buyruk verirsem, insanım ancak (yanılabilirim) demiştir. (Celaleyn: C. 1 s. 85).
“Ancak bir kulum ben, bir kul gibi yerim, kul gibi içerim, kul gibi otururum” (Celaleyn: C1 s. 80).
“Ben Kureyş kabilesinden, kurumuş etle geçinen bir kadının oğluyum ancak” (Şifa C. 1 s. 103).
Hz. Muhammed ve diğer bütün peygamberler birer insandı. Ve insanların bir özelliği de sevdiği kişileri kusursuz, eksiksiz görüp onu alabildiğine yüceltmesi, sevmediklerini ise yine olmadık kusurlar hatalar bularak suçlamasıdır. İşte, insanları dinler ve peygamberler arasında oluşturduğu olay budur. İnananlar ve sevenler inandıkları ve sevdikleri peygamberlerini olabildiğince yükseltip yüceltmesi, inanmadıkları ve sevmedikleri peygamberi ise yine olabildiğince aşağılayıp değersizleştirme gayreti ve hatta yarışı içinde bulunmuşlar ve bulunmaktadırlar. İşte dinler arası ayrılıklar, düşmanlıklar ve savaşların kaynağı; insanoğlunun peygamber olarak inandığı, sevdiği kişileri abartılı olarak yükseltmesi, sevmesi, buna karşılık başka peygamberleri de abartılı olarak değersizleştirmesi, aşağılamasından kaynaklanmaktadır.
Bu durumu günlük sosyal yaşamımızda da rahatlıkla görebilirsiniz. Bakınız sosyal yaşamımıza, partiler, dernekler, kulüpler ve benzeri sosyal kuruluşlar genellikle genel başkanları ile birlikte değerlendirilir. Öylesine ki genel başkan kim ise, o kuruluş o kişi ile bütünleştirilir, birleştirilir ve özdeş hale getirilir. Örneğin bir parti, bir kulüp veya dernek tenkit edildiğinde genel başkan, genel başkan tenkit edildiğinde parti, kulüp veya dernek tenkit edilmiş olur. onları birbirinden ayıramazlar, birbirlerine kaynaşmış gibi birlikte değerlendirilirler. İşte din ve dini inançlar alanında da aynı hata, aynı yanlışlık yapılmaktadır. Peygamber denilen kişiler, yaymakla görevlendirildikleri dini ve dini inançlarla öylesine bütünleştirilip özdeş hale getirilmiştir. Sevmediği ve inanmadığı dini ve dini inançları yıpratmak isteyen kişiler, doğrudan doğruya peygamberleri hedef almakta, peygamberleri tenkit edilerek o peygamberin yaydığı din ve dini inançlar yıpratılmaktadır. Ve bu arada yapılan en büyük hata ve yanlışlık, peygamberlerin din adına ortaya koydukları ana felsefe ana amaç gözden kaçırılmakta, dikkate alınmamaktadır.
Örneğin, peygamber olsun veya olmasın, din veya dini inançların temsilcisi kabul edilen kişilerin, yaymak istedikleri dini ve dini inançlarını bakın nasıl ifade etmişler. Lütfen, dinlerin birer anayasası olarak kabul edebileceğimiz bu maddeleri süratle okuyup geçmeyiniz, hepsinin üzerinde teker teker düşününüz, hem de günlerce düşününüz. Yanlışlarınızı, yanılgılarınızı ve hatalarınızı görünüz.

Dinlerin Ortak Noktası
TAOİZM: Komşunun kazancını kendi kazancın gibi, onun zararını kendi zararın gibi kabul et.
(Ta’i Shang Kan Ying Pien)

HİNDUİZM: İşte en yüksek kanun budur. Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma.
(Maha Borate 5 – 1517)

BUDİZM: Sana acı veren şeyle başkalarını incitme.
(Undanavarga: 5 – 18)

KONFİÇYÜSLÜK: Sana başkalarının yapmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma.
(Analeots: 5 -23)

ZERDÜŞLÜK: Yalnız kendisi için kötü olan şeyi komşusuna yapmayan insan iyi insandır.
(Dadistan- I Dimik: 945)

YAHUDİLİK: Sana ıstırap veren şeyi başkalarına yapma. Tevrat’ın esası budur. Gerisi güzel laftan ibarettir.
(Talmud)

HIRİSTİYANLIK: İnsanların senin gibi yapmalarını istediğin her şeyi sen de onlar için yap. Bu peygamberler kanunudur.
(Mata İncili: 7 – 12)

İSLAMİYET: Kendiniz için sevmediğiniz şeyi kardeşiniz için de sevmedikçe hiçbiriniz mümin olamazsınız. (veya)
* İman etmedikçe mümin olamazsınız, insanları sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız.
(Hadis-i Şerif)

Gördüğünüz gibi bütün din ve dini inanç önderleri yaklaşık aynı sözleri söyledikleri halde, din ve dini inançları arasındaki bu farklılıklar, bu düşmanlıklar nereden kaynaklanıyor?
Bu ayrılık ve düşmanlıklar, din ve dini inançların Allah’ın buyrukları olarak değil de, kişilerin din ve dini inançları haline dönüştürmemizden kaynaklanmaktadır. Israrla vurguluyorum, lütfen sözlerimi yanlış değerlendirmeyin, partiler, dernekler, kulüpler gibi kuruluşları ve özellikle din ve dini inançları, peygamber bile olsa, insanlara, kişilere bağımlı hale getirmeyin ve o şekilde değerlendirmeyin. Kuruluşlar, din ve dini inançlar devamlı ve evrenseldir, fakat insanoğlu bireysel ve geçicidir.
Özellikle evrensel ve sonsuzluk özelliğine sahip din ve dini inançlar, bireysel ve geçici olan insanoğluna bağımlı hale getirilmemelidir. Sosyal yaşamınızda çevrenize bir bakın, partilerin, kulüplerin ve dernekler gibi kuruluşların başından kaç genel başkan geldi geçti.
Geçici olan varlıklarla devamlı olan kuruluşları özdeş hale getirme hatası ve yanlışı içinde bulunuyoruz. Bunun sonucu olarak da din ve dini inançlar, Allah ile değil kişilerle bütünleşip özdeş hale gelmektedir. Örneğin, Musevilik Musa peygamberin, Hıristiyanlık Hz. İsa’nın, İslamiyet de Hz. Muhammed’in dini gibi bir görüntü almıştır. Dolayısıyla dinler Allah’ın dini değil, kişilerle özdeşleşen dinler halinde kabullenildi ve değerlendirildi. Bu durumda da insanlar ve toplumlar arasında, “Benim peygamberim senin peygamberinden daha üstün” iddialaşması ve münakaşası ortaya çıktı. Bu zıtlaşma zamanla düşmanlığa dönüştü. Allah’ın dinine değil peygamberlere inanışın getirdiği ayrılık insanlara din savaşları yaptırdı ve ne yazık ki hala yaptırıyor.
Bu durum insanlığın büyük bir yanılgı ve yanlışlara sürüklenmesine neden oldu. Peygamber de olsa kişilere ait din olamaz. Din Allah’a aittir ve Allah o kişileri, o dini duyurmak için görevlendirmiştir. Yani, peygamberler dinlerin sahipleri değiller dinin esas sahibi tarafından görevlendirilmiş kişilerdir. Yani bir başka deyişle Allah’ın görevlendirdiği öğretmenlerdir.
Bu duruma göre biz, dinin asıl sahibi olan Allah’ı bir kenara bırakıyor, Allah’ın dinini peygamberlere mal ediyoruz ve Allah için değil peygamberler için savaşıyoruz.
Çok değil biraz dikkatli düşünürsek bütün peygamberlerin insanlığa aynı Allah’ı anlattığını göreceğiz.

EVRENSEL ÇAĞRI
GELİN!
Gittiğimiz yere barış götürelim. Bölücü değil, bağdaştırıcı, birleştirici olalım.
Nefret olan yere sevgi,
Yaralanma olan yere affedicilik,
Kuşku olan yere inanç,
Ümitsizlik olan yere ümit,
Karanlık olan yere aydınlık,
Ve üzüntü olan yere sevinç saçıcı olalım.
GELİN!
Kusurları gören değil, kusurları örtenlerden,
Teselli arayan değil, teselli edenlerden,
Anlayış bekleyenlerden değil; anlayış gösterenlerden;
Yalnız sevilmeyi isteyenlerden değil, sevenlerden olalım.
GELİN!
Yağmur gibi, hiçbir şeyi ayırt etmeyip; aktığı her yere canlılık bahşedenlerden;
Güneş gibi, hiçbir şeyi ayırt etmeyip; ışığıyla tüm varlıkları aydınlatanlardan;
Toprak gibi, her şey üstüne bastığı halde hiçbir şeyini esirgemeyip, nimetlerini herkese verenlerden,
Alan değil, veren ellerin;
Affedici olduğu için affedenlerin;
Hak ile doğan, hak için yaşayan, hak ile ölenlerin;
VE GELİN!
Sonsuz yaşamda yeniden doğanların safında olalım.
İnsanlığın var oluşundan bu güne dek içine düştüğü en büyük yanılgı; kendi aralarında dil, din ve ırklar bakımından ayrım oluşturmasıdır.
Oysa, çağımız biliminin DNA’lar üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu saptadığı bulgular, bütün insanların aynı genetik özden oluştuğunu ispatlamış durumdadır. Bu nedenle hepimiz, dünyayı kapsayan büyük bir ailenin bireyleriyiz.
İnsanların DİN’ler arası yarattığı, ayrım ise, insanlık tarihinde görünen en büyük yanılgısıdır. Çünkü, ayrı ayrı Allah’lar yok ki ayrı ayrı dinler olsun. eğer biraz dikkat eder ve tarafsız bir akılcılıkla değerlendirirsek, bütün peygamberlerin aynı Allah’ı anlattığını ve öğrettiğini göreceğiz. Hangi dini inançta olursak olalım, bu dini inançlara hangi ismi verirsek verelim, dua ve ibadetlerimizde hepimiz aynı Allah’a dua ve ibadet etmiyor muyuz? Yani, bir TEK ALLAH bulunmakta ve hepimiz o Allah’a inanmakta, O’na dua ve ibadet etmekteyiz. Oysa asırlardan beri yarı ayrı Allah’lar, ayrı ayrı dinler varmış gibi birbirlerimizle Allah adına savaşlar yapıyor ve birbirimizi öldürüyoruz.
Peki din inançlarımızda inandığımız o kıyamet gününde Yüce Allah bize “Siz birbirinizi niçin öldürdünüz?” diye sorulduğunda ne cevap vereceğiz? Eğer “Senin için öldürdük” dediğimizde de “Peki, seni yaratan da, öldürdüğün insanı yaratan da ben değil miyim?” dese ne cevap vereceğiz?
Bütün dinlerin insanlığa verdiği ortak emir ve insanlardan istediği ortak bilinçlenme; “Sana yapılmasını istemediğin kötü bir şeyi başkasına yapma; sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri herkese yap” değil midir?
Bu güzel ortak emri neden göremiyor ve neden yerine getiremiyoruz?
Asırlardan beri sürüp gelen ve bilinç altımıza yerleşerek, Bizim bir ÖZ parçamız haline gelmiş olan bu olumsuz yazgılarımızdan ve etkenlerden kendimizi nasıl kurtaracağız?
Bunun en kısa ve en doğru yolu; toplumlar ve bireyler olarak bizleri dünyevi çıkarların etkisinden kurtaracak şekilde bir “Özeleştiri” yapmamızdır. Bu özeleştiri sonucunda da kendi kendimizle bir iç savaşa girmemizdir.
Gelin, 21. Asır “Akıl Çağı” denilen bu çağda, asırlardır süren bu yanılgıdan kendimizi kurtaralım.
Gelin, rengimiz, dilimiz ve dini inançlarımız ne olursa olsun Öz Kaynakta bir olduğumuzu anlayalım ve birbirimizle kardeşçe kucaklaşalım.
Gelin, Allah’ın bizlere vaat ettiği cenneti bu dünyamızda ve yaşamımızda da elde edelim.
Din ve dini inançlarda yapılan bir büyük yanlışımız ve yanılgımız da din ve dinî tanımlamaları evrensel olması gerektiği halde basit bir isimmiş gibi kullanmamızdır.
Dikkat ediniz Kur’an dinî tanımları ve terimleri isim olarak kullanmamış onları sıfat olarak tanımlamış ve tarif etmiştir. İsim ile sıfat arasında yaşamdaki uygulamada ne gibi bir farklılık oluşmaktadır? Bir tanımı isim olarak kullanırsanız o tanımı kısıtlamış ve belli bir çerçeve içine sokmuş olursunuz, oysa din ve dinî tanımlarla ifade edilmek, istenenler bütün insanlığı kapsayan, kucaklayan evrensel tanımlar olmalıdır ve öyledir. Örneğin, “özlem” tanımını bir isim olarak kullanırsanız belirli sayıda insanın ismi olur “özlem” tanımını sıfat olarak kullanırsanız o bütün insanlarda var olan bir arzuyu bir isteği dile getirir. Örneğin “duygu” tanımı da aynı durumdadır.
Dini alanda buna en güzel örnekler ise din, İslam, Müslüman, mümin gibi tanımlardır. Biz bunları isim olarak kullandığımız zaman özellikle İslam tanımı yalnızca Hz. Muhammed tarafından duyurulan din olarak bilinmektedir. Bu durumda İslam sözcüğü yalnızca Hz. Muhammed’e inananların dini olarak anlaşılmakta ve algılanmaktadır. Oysa Kur’an İslam tanımını isim olarak değil sıfat olarak tanımlamıştır. Örneğin Kur’an’daki ayetlerde de açıkça belirtilmektedir ki, Hz. İbrahim de, Hz. Yakup, Hz. Musa da, Hz. İsa da, Hz. Muhammed de kısacası Adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler İslamdır. Örneğin;
“İslam dinini seçti Allah sizin için oğullarım, dedi Yakup. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün.
Bakara 2 / 132
“İslamı İbrahim de kendi oğullarına Vasiyet etmişti”
Bakara 2 / 132

İslam ol! Dediği zaman Rabbi İbrahime “Alimlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
Bakara 2 / 131
Ve kur’an’da İslamlığın ve İslam olmanın yalnızca Hz Muhammed’e ait olmadığını, İslamın evrensel bir tanım olduğunu ve bütün peygamberleri, bütün insanlığı kapsadığını, yani evrensel boyuta sahip olduğunu defalarca birçok ayetinde açıklamaktadır.
Dinin tanımını en kısa ve en güzel bir şekilde peygamberimiz “Din ahlaki değerler sistemidir” diye tanımlamıştır.

Dini Terimlerin Tanımı
Şimdi din ve dini inançların evrenselliğini dikkate alarak, dinle ilgili bazı tanımları Kur’an’daki açıklamalara göre kısaca yapmaya çalışalım.

DİN: Allah’ın varlığına inanmaktır. Yani Allah’ın varlığına inanan herkes hangi peygambere ve nasıl inanırsa inansın o kişi dini inanca sahip bir kimsedir.

İSLAM: Allah’ın varlığı ile birlikte Allah’ın birliğine inanan ve Allah’a bu inançla teslim olan herkes İslam’dır. Yani, hangi peygambere ve hangi dine inançlı olursa olsun eğer bir kimse Allah’ın varlığına ve birliğine inanır ve Allah’a teslim olursa o kişi İslam’dır.

MÜSLÜMAN: Allah’ın varlığına, birliğine inanan Allah’a inançla teslim olan ve Allah’ın bütün peygamberlerinin peygamberliğine inanan  bütün insanlar Müslüman’dır. Kur’an’da da açıklandığı gibi Adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler Hz. Yakup, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa hem İslam hem de Müslümandır. Buradan da anlaşılıyor ki Müslümanlık yalnızca Hz. Muhammed’e inanmak değildir.

MÜMİN: Allah’ın varlığına, birliğine ve bütün peygamberlerine inanmakla birlikte Allah’ın koyduğu, vaaz ettiği dini görevleri uygulayan yerine getiren her insan Mümin’dir. yani, hangi dine ve hangi peygambere inanırsa inansın eğer bir insan inandığı dinin, dinî emirlerini, vecibelerini yerine getiriyorsa o insan mümin bir insandır.
Bu tanımlardan da açıkça anlaşılıyor ki din ve dini tanımlamalar evrenseldir ve bütün peygamberleri, bütün insanları kapsamaktadır. Din ve dinî inançlar hiçbir peygamberin hiçbir dinî inancın hükmü altında değildir. Din ve dinî inançları bu şekilde bilmemizin ve kabul etmemizin daha faydalı ve daha olumlu sonuçlar vereceği inancındayım.
Elbette Hz. Muhammed son peygamberdir. Ve bütün dinî inançları kucaklayan, kapsayan bir peygamberdir. Bunun içindir ki Hz. Muhammed dini öğretisinde, bütün peygamberlerin peygamber olarak kabul edilmesini istemiş ve emretmiştir. Bu yüzdendir ki bizim Allah katındaki üstünlüğümüzü, diğer dinî inançta olanlar kendi peygamberlerinden başkalarını peygamber olarak kabul edip tanımazlarken, biz bütün peygamberlerin peygamberliğini kabul etmekteyiz.
İşte insanoğlu buradaki yanlışını, yanılgısını görememektedir. Allah’ın peygamber olarak görevlendirdiği kişileri bizim peygamber olarak kabul etmemek gibi bir hakkımız ve yetkimiz yoktur. Bize emredilen Allah’ın bütün peygamberlerinin peygamber olduğunu kabul etmek, içlerinden birisine inanmaktır. Buradaki fark veya eksiklik, son peygamber olan Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerden birisini seçip ona inanmak en tabi hakkınız, fakat o inandığımız peygamberin öğretileri ile son peygamberin öğretileri arasındaki farklardan, gelişmelerden eksik kalır ve bu eksikliğin hesabını ve gerekiyorsa cezasını görmek durumunda olunmasıdır. Bu bilinmeli ve buna göre davranılmalıdır.
Çünkü Allah Kur’an’da görevlendirdiği peygamberler arasında bir ayırım yapmadığını Kur’an’daki bir çok ayetle açıkça belirtilmiştir. Bu ayetlerden bir iki örnek verelim:
“Deyin ki: “Biz Allah’a inanırız ve bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların soyundan gelenlere indirilene; ve Musa’ya, İsa’ya ve Rab’leri tarafından diğer tüm peygamberlere tevdi edilmiş olana inanırız; onların arasında hiçbir ayırım yapmayız. Ve biz O’na teslim olanlarız”
Bakara Suresi 2 / 136
·                                Nuh peygamber “Bana Müslümanlardan olmam emredildi”
Yunus 10 / 104

·                                “Musa peygamber “Bana müminlerden olmam emredilmiştir”
Yunus 10 / 104

·                                “Hz. İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyandı o dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden değildi”
Al’i İmran 3 / 67

·                                “Şüphesiz iman edenler; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiler (din değiştirenler), bunlardan her kim, Allah’a ve ahiret gününe inanır, iyi iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükafat vardır. Onlara korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Bakara 2 / 62

·                                “De ki “Ey kitab ehli (Zebur-Tevrat-İncil-Kur’an) bizim ve sizin aranızda ortak olan ilkeye gelin, yalnız Allah’a ortak olan ilkeye gelin, yalnız Allah’a inanın ve kulluk edin. Allah’a tapın ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Birbirinize Allah’tan başka rehber edinmeyin. Eğer yüz çeviren olursa onlara, şahit olun, biz Müslümanlarız” deyin.
Al’i İmran 3 / 64

“Yahudi yahut Hıristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki; “Doğru iseniz delillerinizi getirin”
Bakara 2 / 111

·                                “Evet, her kim işini güzel yaparak özünü Allah’a teslim ederse onun mükafatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”.
Bakara 2 / 112

·                                “Allah katında din islamdır. Kitab verilmiş olanlar (Zebur, Tevrat, İncil. Kur’an) kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan, kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki Allah, hesabı çabuk görür”.
Al’i İmran 3 / 19

·                                “Biz Allah’ın resulleri arasında ayırım yapmayız, tebliğini işittik ve emrine itaat ettik. Ey rabbimiz bağışlamanı dileriz. Sonuçta yalnızca senin huzuruna varıp hesap vereceğiz” dediler.
Bakara 2 / 285

·                                “Allah, bu Kur’an’dan önceki kitaplardan da, bu Kur’an’da da size Müslüman adını verdi ki, peygamberler size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız”.
Hac 22 / 78

·                                Bütün insanlık sadece tek bir topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. (Ve sonra aralarında anlaşmazlığa düştüler.)
Yunus 10 / 19

NEDEN?
Evet kocaman bir NEDEN?
Kendi dini inancımızda olmayanlara Allah’a giden bütün yolları kapatmaya çalıştık ve çalışıyoruz.
Çünkü, yaşamımızın bütün alanında etkin olan nefis denilen benlik duygumuz, egomuz burada da etkinliğini ve hükmünü yürütmüştür.
İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi din ve dini inançlar alanında da bencilliğini ortaya koymuştur. Öylesine ki inandığı peygamberi ve bu peygambere inananlardan başka kimseyi Allah’ın cennetine sokmamaya hüküm vermiştir. İnsanoğlu, Haşa huzurdan kendini Allah ile özdeş görüp Allah adına hükümler, kararlar vermeye başlamıştır. Allah’ın cennetini de, cehennemini de kendi inhisarı, kendi kontrolü altına alıp, sevdiklerini cennete, sevmediklerini cehenneme atmaya başlamıştır. Eğer onun tarafındaysan, onunla berabersen hiç korkma, ne yaparsan yap cennettesin, yok eğer onun inançları ve düşüncelerinde değilsen sen yine ne yaparsan yap kendini cehennemin en ateşli yerinden kurtaramazsın.
Kısacası, insanlar haddini bilmeden kendilerini adeta Allah yerine koyup Allah adına hükümler ve fetvalar vermeye başladı ve bu haddini bilmezlik yüzünden insanlar topluluklar arasında ayrım ve düşmanlıklar yarattı. Öylesine ki, Allah “Ben peygamberlerim arasında ayrım yapmıyorum” dediği halde, insanlar “Benim peygamberim, senin peygamberinden daha üstün” diyerek, önce peygamberler, sonra da insanlar arasında ayrım yarattı. Bu ayrımlar zamanla düşmanlığa dönüştü.
İnsanlar, inandıkları peygamberleri inandıkları dinleri özdeş hale getirdiler. Daha sonra da Allah’ı unutup veya dışlayıp “din eşittir peygamber” dediler. Bu durum insanlar ve topluluklar arasında akıl almaz bir ayrım ve düşmanlıklar oluşturdu. Hiçbir topluluk kendi dinî inancında olmayan başka bir topluluğu cennete layık topluluk olarak görmedi. Hatta bu alanda öylesine ileri gittiler ki, Allah adına gibi gösterip inandıkları dinleri adına savaşlar çıkardılar. Öylesine ki insanoğlu bu akıl almaz bencilliği, egoizmi yüzünden sanki başka başka dinler oluşturdu. Zaten insanlık da bunun cezasını ağır bir şekilde daha bu dünyamızda iken ödemektedirler. Dinlerin amacı ve felsefesi bütün insanlığın kaynaştırmak, birbirlerini kardeş gibi görerek kardeşçe yaşamalarını sağlamak olduğu ve bu alanda birçok dinî emirleri bulunduğu halde, insanlık kendi bencil duyguları yüzünden bu emirleri görmedi veya görmezlikten geldi. Şüphesiz insanoğlu bu gibi davranışlarıyla Allah’a değil kendisine zarar vermektedir ve ne yazık ki bunun farkında değil, çünkü bu benlik iddiası birçok yanlış ve yanılgılarını görmesini engellemektedir.
İnsanoğlunun din hususunda en büyük yanlış ve yanılgılarından biri de, Allah’ın peygamberlerini ve Kur’an’daki ayetlerini dünyevî kanunlara göre değerlendirmeye kalkışmasıdır. Bir başka deyişle insanoğlunun dinî kanun ve hükümleri birbirine karıştırmasıdır. Dünyevî yaşamımızda bir uygulama için yeni bir kanun çıkarıldığında o uygulamayla ilgili önceki kanunlar geçersiz olup yürürlükten kalkar. Oysa Allah’ın uhrevî kanunları dünyevî kanunlar gibi işlemez. Çünkü uhrevî kanunlar bir önceki kanunları yürürlükten kaldırmaz. Onları geçersiz saymaz. Çünkü uhrevî kanunlar toplumların içinde yaşadıkları ve yaşayacakları koşullara göre vaaz edilmiştir. Çünkü, aynı koşulların var olduğu veya oluştuğu toplumlarda yine o eski ayetin hükümleri geçerlidir.
Peygamberler de dünyevî değerlendirmelerimizden kendilerini kurtaramamaktadır. Dünyevi değerlendirmelerimize göre bir peygamber geldiğinde ondan önceki peygamberin bütün din öğretileri ortadan kalkmakla, hükümsüz ve geçersiz olduğu sanılmaktadır. Bu da yanlış bir değerlendirmedir. Her peygamberin peygamberlik yaptığı koşulların içinde yaşayan ve yaşamakta olan dinî öğretiler geçerliliğini ve hükmünü korumaktadır.  Dünyamızda öyle coğrafi alanlar ve öyle ilkel toplumlar bulunmaktadır ki, çağdaş iletişim araçlarından yoksun ve gelişmiş toplumlardan haberleri bile bulunmamaktadır. Bu kişi ve toplumlarda hiçbir peygamber ve dini öğretinin olmadığını düşünün. Ama bunlar kendilerine göre bir Allah varlığına inanmakta ve ona ibadet etmektedirler. Bu insanlar veya toplumlar nasıl değerlendirilecek ve dini bakımdan nasıl yargılanacaktır? Bu insanların ne Musa’dan, ne İsa’dan ne de Muhammed’den haberleri var. Peki bu durumda bu insanları mı suçlayacağız?
Bu durumdaki insanları ve toplumları suçlayabilir miyiz, suçlarsak neyle suçlayacağız? Eğer suçlamaya kalkarsak suçlamaya hakkımız var mı? Ancak, suçlamaya hakkımız olup olmadığını bilmeden, haddimizi aşarak suçluyoruz. Biz öylesine haddini bilmez varlıklarız ki, Allah’ın dininde Allah’tan daha acımasız, daha merhametsiz davranıyoruz. Allah affedici olduğu halde, biz katı ve kesinlikle affedici olamıyoruz. Aramızda öyle insanlar var ki, “Ben öyle kinci bir insanım ki karşımdaki babam olsa onu affetmem, kinim ve intikamım sonsuza kadar devam eder” diyerek bu yapıları ile adeta övünüyorlar. Buna karşın bu yapımızla övünen bizler hiç utanmadan Allah’tan bizi affetmesini, bağışlamasını istiyoruz. Allah’tan bile acımasız olduğumuzu unutuyor, bununla övünüyor ve sonra da Allah’tan affedilmek istiyoruz. Bu ne haddini bilmezlik, kendini bilmezlik, anlamıyorum.
İnsanoğlunun bireysel ve toplumsal yaşamında olumsuz hareket ve davranışların gittikçe arttığını ve yaygınlaştığını üzülerek görüyor ve yaşıyoruz.
Bu olumsuzluklar neden artıyor, neden yaygınlaşıyor?
Bizim gözlemimize göre, insanlar bireysel olsun, toplumsal olsun birbirlerine karşı kullandıkları sözlerin özüne, anlam ve felsefelerine inmeden kullanıyorlar. Örneğin konuşmalarında “dostluk-dostum” sözcüklerini çok sık kullanırlar ama bu sözcüğün, bu kelimenin ne ifade ettiğini, dost sözcüğünün derin anlamını,felsefesini adeta bilmeden birbirlerine söylerler. Hatta bu güzel sözcüğü bazen ve belki de çoğunlukla, karşısındaki insana karşı düşmanca duygularını, art niyetlerini gizlemek, belli etmemek için sık sık kullanırlar. Karşısındaki insanı dolandırmak, aldatmak, kandırmak isteyenler dost gibi görünmek için bu dost sözcüğünü çok sık kullanırlar. Eğer gerçekte dost sözcüğünün gerçek anlamını beyninde ve kalbinde yani içinde hisseden, duyan bir kimse bu sözcüğü rastgele bir sözcük olarak kullanabilir mi?
Dost ve dostluk sözcüklerini karşısındaki insanları aldatmak, kandırmak, dolandırmak için kullanabilir mi?
Örneğin, ahlak, namus, dürüstlük, edep gibi benzeri sözcüklerin gerçek anlamını kendi içinde hisseden ve onu yaşayan bir insan bu sözcükleri kolay kolay kullanabilir mi?
Psikolojinin insan yapısında çok enteresan bir etkinliği vardır. İnsan içinde bulunduğu ve yaşadığı olumsuz durumu gizlemek için davranışlarında değil ama sözcüklerinde o olumsuzluğu bir erdem, bir fazilet gibi etrafına yansıtmaya çalışır. Örneğin; karşınızdaki insanın konuşmalarına dikkat edin. Bir insan durup dururken, anlamlı anlamsız, yerli yersiz durmadan ahlak sözcüğünü çok sık kullanıyorsa o kişinin ahlakından şüphe edebilirsiniz. Eğer bir insan çok sık olarak, namusluluktan, dürüstlükten söz ediyorsa yine o insanın dürüstlüğünden, namus anlayışından şüphe edebilirsiniz. Çünkü içindeki bu duygular onu rahatsız eder ve o kişi bunları gizleme içgüdüsü içinde bulunur, bunun için elinde olmadan bu sözcüklerden sık sık söz etme gereksinimi duyar. Örneğin; çok geveze bir adam “Ben hiç konuşmasını sevmem” der, yalancı bir insan “Ben hiç yalan söylemem” der, dedikoducu, laf taşıyan bir insan, elinde olmadan sık sık “Ben laf taşımayı, dedikodu yapmayı hiç sevmem” der, insanları arkadan çekiştiren bir kimse de “Ben hiç insanların arkasından konuşmam, ne söyleyeceksem doğrudan doğruya yüzüne söylerim” der.
Artık bundan başkalarını da siz gözlemleyip değerlendiriniz.
Peki bu olumsuz ve çirkin durumdan kurtulmak için ne yapmalıyız?
Öncelikle eğitim sistemimizde kullanılan bu gibi sözcükleri yalnızca dilimizle söylediğimiz, kullandığımız sözcükler olmaktan kurtarmalıyız. Bu gibi sözcüklerin yalnızca birer sözcük olmadığı, onların taşıdığı anlamlar derinlemesine anlatılmalı ve öğretilmelidir. Bu gibi sözcükleri söz olarak değil, anlamları ile insanların içlerinde hissetmelerini ve yaşamalarını da sağlamalıyız.
“Allah” sözcüğünün ifade ettiği derin anlamını, özünü bilmeyen insan ve insanların bu Allah sözcüğünü sırf sözcük olarak kullanmaları Allah’a karşı işlenebilecek en büyük kötülüktür. Çok sık kullanılan Allah sözcüğü insanlarda Allah ismi ile birlikte Allah inancını, Allah sevgisini yıpratıp, insanların Allah inancından uzaklaşmasına neden olabilir. Bunun için anlam taşıyan sözcüklerin sırf sözcük olarak kullanılmaması gerektiği bilinci insanlara öğretilmeli ve kazandırılmalıdır.
Kelimeleri, sözcükleri ifade ettikleri anlamları ile söylesek ve kullansak yaşamımızda ve dünyamızda olabilecek değişimleri düşünebilir muyuz? Örneğin, Hacı Ahmet KAYHAN adında bir büyüğümüzün ‘Dua’ başlığı altında yazdığı sonradan da “Evrensel Çağrı” başlığı ile duyurulan bu çağrıyı lütfen kelimelerin anlamlarını içinizde hissederek ve yaşayarak okuyunuz. Bunu üzerinizde taşıyarak sık sık okuyunuz, okutunuz ve burada ifade edilenleri uygulayınız, uygulatmaya çalışınız.
Dini inancınız ne olursa olsun, hatta dini inancınız hiç olmasın, buraya kadar yazdıklarımızı ve söylemeye çalıştıklarımızı özetlemeye çalışırsak ve bütün bunları bir ifade altında toplamaya çalışırsak, sanıyorum şöyle bir ifade ile karşılaşırız. Bu ifadeyi isterseniz bütün dini inançların, isterseniz bütün insanlığın ortak ifadesi olarak kabul edin. Yeter ki benimseyin, benimsetin ve uygulayın.

BÜTÜN DİNLERİN 
TEK MADDELİK ANAYASASI
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, anlayışlı ve ılımlı davranmayı, komşunuza, yetimlere ve yakınlarınıza karşı cömert olmayı emredip, utanç ve arsızca olanı, gayrı meşru kanun ve ahlak dışı ilişkileri, zinayı, haram kılınan ve kamu vicdanının uygun görmediği şeyleri, haksızlığı, yalanı, hırsızlığı, saldırıyı, baskıyı, zulmü, öldürmeyi, akıl ve sağduyuya aykırı olanı, her türlü taşkınlığı yasaklar.
Size düşünüp, ibret almanıza faydalı olur diye öğüt veriyor ve sorumluluklarınızı hatırlatıp uyarıyor.”
NAHL Suresi 16 / 90
HESAP VERMEK
İnsanoğlunun en hoşlanmadığı şey, dini inançlarında olsun, dünyevi inançlarında olsun, hesap vermek ve sorguya çekilmektir.
Ölümden korkmayan bir general ve imparator bir savaş sonrasında yenilerek esir düşüyor. Kapatıldığı hapishaneden bir gün alınıp götürülürken “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sorduğunda “İdam etmeye” cevabını alınca, derin bir “ohh” çektikten sonra “Ben de beni sorguya götürüyorsunuz diye korkmuştum” demiş.
İnsanoğlunun sorguya çekilip hesap vermekten kaçınmak, kurtulmak için başvurmadığı çare yoktur. Dünyevi yaşamımızda bir suç işlediğinde binbir yollara başvurarak soruşturmalardan, adaletin vereceği ceza ve mahkumiyetten kendini kurtarabilmekte, kurtarabilmenin yollarını bulabilmektedir.
İnsanoğlunun bütün derdi, ahiret denilen o öbür dünyadaki soruşturmadan hesap vermeden nasıl kurtulacağıdır. Kimileri “öbür dünya diye bir şey yok, dolayısı ile de hesap vermek diye bir şey yok” diyerek kendisini aldatmaya veya kendisini buna ikna etmeye, inandırmaya çalışmaktadır.
Böyle bir düşünce insanın kendi kendisini aldatmasından, kandırmasından başka bir şey değildir. Dini inançları ne olursa olsun bu şekilde düşünenler, teknolojik ve özellikle elektronik ve elektromanyetik alandaki son gelişmelere dikkat etmiyorlar mı? Özellikle bu son elektronik ve elektromanyetik dalgalarla çalışan aparatlarla insan ve bedensel yapı ile Kur’an’daki bazı ayetler arasındaki bağıntıyı düşünemiyorlar, göremiyorlar mı?

DİN ÜZERİNDE YAPILAN BÜYÜK YANLIŞLIKLAR
Bir yapı fuarını gezdim. O yapı fuarında yeni teknolojik bulgular sergileniyordu. Bir çelik kapı firması, parmak ucumuzdaki parmak izlerimizle veya parmak uçlarımdan yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızı algılama ve buna cevap verme sistemiyle çalışan bir kapı sergiliyordu. Bu kapı 25 adet parmak izine kadar şifreleniyordu. Yani kapıya konulan aparat 25 kişinin parmak izini veya biomanyetik dalgasını algılamasına göre işlev görüyordu. İçtenlikle inanıyorum ki şimdilik 25 adet parmak izine ve biomanyetik yapıya göre çalışan bu aparat çok kısa bir zaman sonra bilgisayar sistemine göre yüzlerce, binlerce kişinin parmak izlerine ve biomanyetik dalgasına göre çalışır hale getirilecektir. Yani kısa bir zaman sonra insanlar şifre ve tanıtım kartı olarak parmak uçlarını kullanacaklar. Bu durumu teknoloji olarak bilim olarak gayet normal karşılıyoruz değil mi?
Peki Kur’an’da bindörtyüz küsür yıl önce açıklanmış bulunan;
“Evet, kesinlikle insanları parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kudretimiz yeter.”
Kıyamet 75 / 4
Neden, bilimsel bulgularla kullandığımız bazı teknolojik aparatların çalışma sistemlerini ilgili ayetlerle birlikte düşünüp, birlikte değerlendirmiyoruz?
Elektronik ve elektromanyetik dalgalarla çalışan son teknolojik bulgular ve uygulamaları lütfen yakından ve dikkatle takip ediniz, bu bulgular üzerinde, bunların çalışma sistemleri üzerinde bilimsel olarak düşününüz. 
Günlük yaşamımızın vazgeçilmez aparatları olan, radyo, tv, faks makinelerinin ve cep telefonlarının hem de görüntülü cep telefonlarının çalışma sistemleri üzerinde düşününüz.
Hele hele, insanın biyolojik yapısından kaynaklanan ve yayınlanan, adına “Biyoenerji” veya “Biyo elektromanyetik dalga” denilen dalgalarla çalışan, elektronik, elektromanyetik dalgalara göre üretilen sistemler üzerinde çok daha fazla düşünmemiz gerekmektedir. Çünkü, insanın gözlerinden, beyninden, ellerinden ve diğer organlarından yayınladıkları biyo manyetik dalgalara göre çalışan elektro manyetik aparatlar yapılmıştır. Örneğin gözümüzden yayınladığımız manyetik dalgalara veya manyetik frekansları, beynimizden yayınladığımız düşüncelerimizi yansıtan biyo-manyetik frekansları algılayarak işlev gören televizyonların, bilgisayarların yapılmış olması gibi.
Bütün bu ve bundan sonra bulunacak olan elektronik ve elekromanyetik dalgalarla çalışan teknolojik araçlardaki çalışma sistemi, aslı tabiat kanunları dediğimiz konulardır. İşin aslında, tabiat kanunlarını işler hale getiren, tabiatın özünde var olan, değişmeyen ve şaşmayan bir sistemin varlığıdır, böyle bir sistemin var olmasıdır.
Bugün bulunan ve bundan sonra da bulunacak olan bilimsel bulgular ve bu bilimsel bulgulara göre yapılan, üretilen teknolojik yapıların çalışma sistemleri de tabiat kanunlarının işlerliğini sağlayan tabiatı oluşturan özyapının içindeki sistemdir.
Bütün bu bilimsel bulgulara ve bu bulgulara dayanılarak yapılan teknolojiye, tabiat kanunlarının özünde var olan sistem için Kur’an ne diyor?
“Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” diyor
Fetih 8 / 23
Tabiat kanunları, Allah’ın ilahi kanunları ise, tabiat kanunlarına bağımlı olarak bulunan bilimsel açıklamalar ve teknolojik bulgular gerçekte kime ait olur?
Ve yine tabiat kanunlarına ait olan sistemle çalışan radyo, televizyon, faks, cep telefonlarının ifade etmek istediği, daha doğrusu bize anlatmak öğretmek istediği ve bizlere vermek istediği mesaj nedir?
Bütün bu bilimsel bulgular, elektronik ve elektro manyetik sistemle çalışan teknolojiler bize Kur’an’da da açıkça belirtildiği gibi:
* “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”
Sad 38 / 27
* “Bizim sizi boşyere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız?
Mü’minun – 23 / 115
Ayetleri bize bu uyarıları açıkça anlatmaya çalışmıyor mu?
Peki, insanın bedensel yapısı, Kur’an’da açıklanan tabiat kanunlarına bağlı ve bu sistemle uyum içinde ise, insan, belirttiğimiz ve belirteceğimiz ayetlerin dışında olabilir, bu ayetlerin dışında kalabilir mi?
Kesinlikle HAYIR
Peki bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz veya bunun böyle olduğunu nasıl kabul edebiliriz?
Bunu insanın beden yapısı üzerinde bulunan son bilimsel bulgulara ve bu bulguları yansıtan teknolojik yapılara bakarak bulabiliriz ve bu durumu Kur’an ayetleri de açıkça ortaya koymaktadır.
İnsanın beden yapısından, organlarından ve duygularından yayınladığı biyo manyetik dalgalara dayanarak çalışan teknolojik bulguları yazımız içinde belirtmiş bulunuyoruz. Şimdi de Kur’an’da bu durumu açıklayan ayetlere bir bakalım:
Önce dünyada yaşamımız boyunca bütün konuştuklarımızın, sesimizin yok olmadığını belirten ayetler:
* İNCİL: “Dünyada taş üstünde taş kalmayacak fakat sözleriniz (sesiniz) yok olmayacak”
* KUR’AN: “Allah işitendir, her şeyi bilendir” BAKARA 2/56
* “Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir, O, işitendir, bilendir” ENBİYA 21/4
* Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açıkça söylediklerini de biliriz.” YASİN 36/74
Şimdi de diğer uyarılara ve açıklamalara bir bakalım.
* “Biz insanlara ayetlerimizi (delillerimizi) hem ufuklarda (dış dünyaya), hem de kendi içlerinde (biyolojik yapılarında) göstereceğiz ki bunun gerçek olduğu açıkça belli olsun”.
FUSSİLET 41/53
* “Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki, onların yanlarında hiç düşünmeden yüz çevirerek geçerler”
YUNUS 10/ 101
* “Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalp veren O’dur”
MÜLK 67/13
* “Siz yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”
NAHL 16/19
* “Herkes Gözetlenmektedir” veya “Gözetlenmektesiniz”
TAHA 20/135
Kur’an’da bu konularla ilgili pek çok ayetler bulunmaktadır. biz örnek olarak yalnızca bunları aldık.
Peki, ayetlerde belirtilen bu açıklamaların oluşması mümkün müdür, mümkün ise bu nasıl olacaktır?
Kur’an ayetlerinde açıklanan bu olasılıkların, olup olamayacağı üzerinde şüphe etmenize hiç gerek yok. Ayetlerde belirtilen bütün bu oluşumlar bugünün bilimselliği ve bu bilimselliğe dayanarak yapılan teknoloji zaten açıkça uygulanmakta, hatta bizzat kendimiz uygulamaktayız. Elimizde ve evimizde kullandığımız teknolojik araçlara ve onların işlevlerine bakalım. Bu ayetlerde belirtilen işlevleri göreceğiz.
Öncelikle, Kur’an’da parmak uçlarımız ile ilgili ayeti ele alalım. Lütfen bizim burada yazdığımız ve yazamadığımız, parmak uçlarımızı algılayarak uçlarımızı tanıyan bankamatikleri, kişilere özel kartları ve parmak uçlarımızı algılayarak çalışan diğer teknolojik araçların çalışma sistemini Kur’an’daki ayetlerle birleştirerek birlikte düşünüp değerlendirelim. Parmak uçlarımızın bir çok yerde artık şifre olarak kullanıldığını lütfen unutmayın. Bilgisayarlar bu uygulamanın başında geliyor.
Sesimizin, konuşmalarımızın da yok olmadığı ayetlere gelince, yine teknolojideki uygulamalara bir bakınız. Sesimiz, görüntülerimiz kaset, disket, CD’lere alınmakta, sesimizi, görüntülerimizi istediğimiz yerde ve zamanda tekrar tekrar dinleyip seyredebilmekteyiz. Cep telefonlarımız sesimizi ve görüntümüzü dünyanın öbür ucuna gönderebilmekte, görüntümüz seyredilmektedir.
Öylesine ki, cep telefonumuzla arama yaptığımızda karşı tarafa bizim nerede olduğumuzu hatasız bildirmektedir. Biz elimizdeki cep telefonumuzu kandıramıyoruz. Peki Allah’ı nasıl kandıracağız?
Televizyonlarımızda dünyanın öbür ucunda oynanan bir futbol maçını hemen hemen aynı anda seyredebilmekteyiz. Hakemin düdük sesini, topa vurulduğunda topun çıkardığı sesi aynı zamanda dünyanın öbür ucunda duyabilmekteyiz. Bu ve benzeri teknolojiler, doğada da işleyen bir sistemdir. Zaten doğada böyle bir sistem olmasa sesimizi ve görüntümüzü dünyanın öbür ucuna iletebilir, gönderebilir miyiz?
İşte doğanın işlerliğinde var olan bu sistem, doğduğumuz andan ölünceye dek çıkardığımız sesleri, konuşmalarımızı ve her türlü görüntümüzü, frekansları şeklinde algılamakta ve sonsuza dek onların varlığını korumaktadır.
İleride bu alanda gelişecek olan teknoloji ile seslerimiz ve görüntülerimiz uzay içinden saptanıp tespit edilecektir. Öylesine ki, bir CD’ye alınacak olan kendi sesimizi ve görüntümüzü televizyonda seyreder gibi seyredeceğiz.
Bu durumun oluşacağını, Atatürk daha 1936 da Prof. Afet İnan’a yazdırdığı sözleriyle belirtilmiştir. Atatürk 1936 yılı üniversitelerin açılış yıldönümünde Afet İnan’ın tarih derslerinde okuması için yazdırdığı sözleri Afet İnan o günkü koşullar içinde derslerinde okumuyor. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonraki zaman içinde bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar Atatürk’ün sözlerinin ve görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyunca Afet İnan Atatürk’ün Hatıralar ve Belgeler” kitabında özür dileyerek yayınlamıştır. Şimdi Atatürk’ün 1936’da söylediği ve yazdırdığı bu sözleri lütfen defalarca çok dikkatle okuyunuz ve üzerinde düşününüz.
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne de bir hareket. Olduğu çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler. Bu dalgalanmada zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Yani bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözler olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkanına elbette varılacaktır. Tabiatın bugün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak olan insan zekası beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır. Çünkü tarih belgelerinin ilerdeki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi şahsın söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyeceğiz”.
Atatürk’ün bu görüşleri Kur’an’daki bu alandaki ayetleri özetle açıklar durumdadır. Şimdi de bu alanda yazdığımız ayetler ile Atatürk’ün görüşlerini doğrulayan iki ayeti daha dikkatinize sunuyorum.
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhinde ve lehinde şahitlik ettiler.
FUSSİLET 41/20
* “O gün, Biz, onların ağızlarını mühürleyeceğiz, yapmış oldukları her şeyi elleri söyleyecek, ayakları da şahitlik edecektir”.
YASİN 36/65
Bu nasıl olacaktır?
Bütün bu oluşumlar doğduğumuzdan ölünceye dek beden yapımızın yayınladığı biyo manyetik dalgalar, frekanslar sayesinde olacaktır. Özellikle bu biyomanyetik dalgalar, frekanslar, beş duyumuzla birlikte kalbimiz ve beynimizde çok kuvvetli bir durumdadır. Beynimizden yayımlanan bu frekanslar, atmosfer tarafından algılanmakta ve sonsuza dek korunmaktadır. Örneğin, beyin yapımızda beş duyumuz dışında daha bilimin bulamadığı başka duyularımızın merkezleri de bulunmaktadır ve bunların hepsinin merkezi beynimizdedir. Beynimiz kendisine gelen mesajları algılamakta arşivleyip depo etmektedir. Arşivleyip depo etmesinin yanında bunları frekanslar şeklinde uzaya, atmosfer içine yayınlamaktadır. Ve uzay da bunları kendi içinde korumaktadır. İşte Atatürk’ün olsun Kur’an’daki ayetlerde olsun anlatılmak ve açıklanmak istenilen; bedenimizden, organlarımızdan ve özellikle beynimizden yayımlanan bu frekansların uzay içinde tespit edileceği hususudur. Öylesine ki, daha öbür dünya dediğimiz öteki aleme gitmeden, akıl almaz bir hızla gelişen bilim ve teknoloji, yayınladığımız bu frekansları algılayıp görüntüye dönüştürerek bizlere gösterilebilecektir. İleriki zamanlarda insan yaşamında gizli, saklı hiçbir şey kalmayacak, bunları, yani yaptıklarımızı daha bu dünyada iken kendimiz seyredeceğiz.
Bu soruşturma ve hesap verme işlemini çok güzel açıklayan iki ayetle konumuzu bitirelim.
* Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”
SAD Sur 38/27
* Bizim sizi boş yere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğimizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız?
MÜMİNUN Sur 23/115
Dini inancınız ne olursa olsun bu ve buna benzer ayetler üzerinde lütfen düşünün. Yaşamımızın tabiatla olan bağlantısını, ilişkisini görünüz ve değerlendiriniz.

Kur’an Ayetleri Üzerinde Bilimsel Araştırmalar İçin Öneriler
İçinde milyonlarca çeşit türde yaşam bulunan bir dünyanın üzerinde yaşıyoruz. Yalnızca üzerinde yaşadığımız dünyamızın yaklaşık dörtte üçünü kaplayan ve içinde akıl almaz milyonlarca yaşamın bulunduğu denizler. Sonra, üzerinde yaşadığımız ve adına kara parçası dediğimiz o dörtte birlik bölüm. Canlı, cansız diye ikiye ayırdığımız varlıklar kümesi. Gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız mikrop, bakteri, virüs, atom ve hücre dediğimiz varlıklar. Üstünde yaşadığımız şu dünyanın dışına çıkalım. Sayısını bilmediğimiz ve adına yıldız dediğimiz topluluklardan oluşan galaksiler. Bir galakside dört yüz milyondan fazla yıldızın varlığını bir düşünün. Trilyonlarca yıldız ve bu yıldızlar içinde en azından milyonlarca bizim dünyamızdaki gibi yaşam bulunan yıldızlar.
Kainat denilen bu evrenin akıl almaz sistemi üzerinde düşünelim, hem de çok düşünelim.
Binler, hatta milyonlarca yıldan beri sürüp giden bu sistemin düzeni bir tesadüf eseri ve rasgele bir olay olabilir mi? Rastgele, tesadüfen oluşmuş bir olay olsa idi, milyonlarca yıldan beri devamlılığını koruyan bu sistem hiç bozulmadan, şaşmadan kendini koruyabilir devam edebilir miydi? Milyonlarca yıldan beri devamlılığını koruyan bu sistem veya kanun nasıl kurulmuştur ve devamlılığını hiç şaşmadan nasıl korumaktadır? Yıldızlar arasındaki itme ve çekme kanunundaki o şaşmaz ince hesap, nasıl, nereden gelmiş ve nasıl korunmaktadır? Bilemiyorum. Bunlar bir tesadüfün eseri olabilir mi? bu sistemi ve bu kanunları bir kuran, düzenleyen ve koruyan olmasa, tesadüfen oluştuğu iddia edilen bu sistem milyonlarca yıldan beri hiç şaşmadan kendini koruyarak devam edebilir mi?
Bütün bu olaylar ister tesadüfen oluşan bir tabiat olayı, ister adına Allah denilen bir kuvvet tarafından oluşturulmuş olsun. Nasıl inanırsanız inanın, yalnızca unutmamamız ve aklımızdan çıkarmamamız gereken, evrenin bizim dışımızda ve üstümüzde bir sistem içinde bulunduğunu kabul etmeli ve bu sisteme uyum göstermeliyiz. İnsanoğlu bu tabiat kanunlarına ne kadar uyum gösterirse o oranda başarılı, huzurlu ve mutlu olacaktır. İnsanın beden yapısı da, ruhsal yapısı da tabiat kanunları ile özdeş bir yapıdadır. Dolayısıyla insanlar, kendi yapılarını bedensel ve ruhsal olarak ne kadar tabiat kanunları ile özdeş hale getirebilirse, o oranda saf, temiz, arınmış olur ve insanoğlu işte o zaman dünyevi yüceliği elde eder. Bir başka deyişle, din ve dinlerin amaç ve felsefesini anlayabilmek, özüne inebilmek için tabiat kanunlarını çok iyi incelememiz ve anlamamız gerekmektedir.
Öneri 1 : Tabiat kanunlarını ve bu kanunların bir parçası olan insanı anlayabilmek ve değerlendirebilmek için tabiatta var olan bütün varlıkların temel yapısını oluşturan “atom” ve “hücre” yapısını çok iyi bilmemiz gerekir.
Özellikle atom ve hücrelerin kimyasal, fiziksel, biyolojik gibi dış yapıları yanında iç yapısındaki psikolojik yapısının da incelenmesi gerekir. bu iç yapılarının içinde atom ve hücrenin psikolojik dediğimiz ruhsal yapısı da bulunmaktadır. Bu ruhsal yapısını nasıl tespit edeceğiz ve nasıl göreceğiz? Hücrelerin genetik yapıları aynı zamanda onun ruhsal yapısını da mı yansıtıyor? Bunları bugün bilimsel olarak bilemiyoruz. Ama eminim ki elektromanyetik mikroskoplarla yapılacak incelemeler sonucu saptanabilecek manyetik değişimler, o hücrelerin ruhsal yapıları hakkında da bizlere geniş bilgi verecektir.
Hücrelerdeki bu ruhsal yapılarla, o hücrelerin oluşturduğu varlıkların, özellikle insanların geçmişleri ile geleceklerinin saptanması da mümkün olacaktır. Çünkü hücrelerdeki genetik yapılar aynı zamanda o varlığın soy ağacını da oluşturmaktadır.
Soyağaçları bizi o varlığın ilk oluştuğu zamana kadar geriye götürebilecektir. Genetik yapılarda saptanabilecek frekanslar geçmişi olduğu kadar gelecek zamanı da yansıtabilecektir. Araştırınız ve bu sonucu elde edeceğinizi göreceksiniz.
Kur’an da “Yaş ve kuru en küçük zerre Allah’ı zikreder” veya “Yaş ve kuru en küçük zerreden Allah haberdardır” mealindeki ayetlerde, atom ve hücrenin iç yapılarındaki o varlığa özgü frekans ve bu frekanslarla kurulabilecek bağlantı veya iletişim anlatılmış olamaz mı?
Öneri 2: İnsanların el yapısının incelenmesi. Sakın bu öneriyi “yobazca” diyerek red etmeyiniz. Eli bütünüyle, ama öncelikle parmak izlerini bilimsel olarak inceleyiniz. Parmak uçlarındaki çizgilerdeki o benzersizliğin sırrı nedir? milyonlar, hatta milyarlarca insandaki parmak çizgilerindeki farklılığın kaynağı nedir? parmak izlerini değiştirmek için parmak uçlarını yaktıkları halde yeniden oluşan deride çizgiler ve izler aynen nasıl oluşmaktadır?
El yapısı, parmaklar, avuç içi çizgilerde bizim bilemediğimiz bazı sırlar olabilir mi? örneğin, parmak ucu veya avuç içi çizgilerimiz bizim, sağlığımızla, kaderimizle, ömrümüzle, yeteneklerimizle ve benzeri  yaşantılarımızla bir ilgisi var mı veya olabilir mi? Milyonda bir ihtimal de olsa dikkate almamız gerekmez mi?
Elimizin üstündeki damarlarımızın durumunun da parmak izlerimiz gibi birbirine benzemediği ortaya konmuştur. Bunun sırrı nedir?
Kur’an’daki “Biz insanları parmak uçlarından ayırdık” KIYAMET Sur: 75/4 ayeti ile, “Elleriniz o gün size şahitlik edecektir” YASİN Sur: 36-65 ayeti nasıl açıklayabiliriz?
Ayak yapımızı ve ayak parmak izlerimizi de inceleyiniz.
Ayak parmak izlerimizle birlikte ayağımızın bütün olarak yapısı ve izlenimlerinin de ellerimizde olduğu gibi kendine özgü bir durumu var mıdır? Elimiz nasıl bilimsel olarak inceleme ve araştırmaya tabi tutuluyorsa, ayak yapımız da aynen inceleme ve araştırmaya tabi tutulmalıdır. Bu araştırmada dikkat edilecek bir başka husus da, bu organlarımızı oluşturan derimizin çizgileri başta olmak üzere dış görünüm özellikleri yanında, o organların yapısını oluşturan derinin hücresel yapısı da incelenmelidir.
Kur’anda “O gün geldiğinde ayaklarınız size şahitlik edecektir” YASİN Sur: 36-65 ayetinin bilimsel açıklamasını yapabilmeliyiz?
Öneri 3: Göz yapımızı ve işleyişinin incelenmesi.
Göz organımızın yapısını oluşturan hücreler ile beynimizde görme merkezini oluşturan hücrelerin her türlü yapısını incelenmesi ile birlikte, psikolojik yapısının da incelenmesi gerekmektedir. Çünkü göz organımızla, beyindeki görme merkezimiz arasında akıl almaz bir uyum ve işbirliği bulunmaktadır. Göz organımızın yapısını oluşturan hücreler ile beynimizde görme merkezini oluşturan hücrelerin her türlü yapısının incelenmesi ile birlikte, psikolojik yapısının da incelenmesi gerekmektedir. Çünkü göz organımızla, beyindeki görme merkezimizin arasında akıl almaz bir uyum ve işbirliği bulunmaktadır. Göz organımız aldığı görüntüleri beynimizdeki merkeze gönderdiğinde bu merkez o görüntüleri depolayıp arşivlemektedir. Bu arşivleme özelliğinden dolayı bir gördüğümüz nesneyi kolay kolay unutmuyoruz. Onu seneler sonra görsek bile derhal anımsayarak tanıyoruz.
Bu arşivleme ve anımsama olayı nasıl olmaktadır?
Kur’ndaki “Hesap gününüz geldiğinde ağızlarınız susacak gözleriniz size şahitlik yapacaktır” mealindeki ayetleri bilimsel olarak nasıl açıklayabiliriz? Gözlerimiz ve beynimiz depolayıp arşivlediği bilgileri, bilgisayar disketi gibi saklayıp sonra zamanı gelince onları tekrar ortaya çıkaracak bir yapıya mı sahip bulunmaktadır?
Bugünkü bilimin parapsikoloji, bizim ise biyopsikoloji dediğiniz bilimin içinde klorveyans denilen bir “duru görü” olayı vardır. Bu duru görü olayının bilimsel açıklaması nasıl olabilir?
Öncelikle “Duru Görü” denilen olay, hiçbir teknolojik araç kullanmadan gözle görülemeyecek uzaklıktaki kişileri veya olayları görebilmektir.
Örneğin, kilometrelerce, hatta binlerce kilometre uzaklıkta, dağların arkasındaki bir kişiyi veya olayları görebilmektir. Bu görebilme olayını yapabilmek için yapılan işlem; göz ve beyindeki görme merkezinin işbirliği sisteminde oluşan ve yayınlanan biyomanyetik dalgayı, düşüncelerimizle özdeşleştirerek görmeyi arzuladığımız objeye yöneltmek olayıdır. Bu olay bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde olabilmektedir. Şok etkisi olan bir etkileşim sonucu aniden olabildiği gibi, senelerce çalışmalar sonucu elde edilen yeteneklerle de olabilmektedir. Yapılan işlem, beynimiz tarafından yayınlanan görme merkezli manyetik dalgaları, düşünce gücümüzle kontrolümüz altına alarak ona egemen olmak ve bu manyetik dalgaları, düşünce gücümüzle kontrolümüz altına alarak ona egemen olmak ve bu manyetik dalgaları istediğimiz yere yönlendirebilmek, gönderebilmektir. Bu biyomanyetik dalgaları bulunduğumuz yerden dünyanın öbür ucundaki bir noktaya gönderebilir ve o noktadaki bütün olayları, oluşumları televizyon ekranından seyreder gibi görebilir, seyredebiliriz.
Hatta çok daha ileri giderek bu yeteneğimizi yalnızca görme işlevini gören organlarımızın dışında, bedenimizdeki herhangi bir organımızın dışında, bedenimizdeki herhangi bir organımızı, örneğin parmak uçlarımızı, burnumuzu, ayak parmaklarımızı veya istediğimiz herhangi bir organımızı görme organımız işlevini yükleyerek, o organımızı görme organı gibi kullanabiliriz. Eğer, bilim dışı, fizik ötesi, savsata deyip işin içinden çıkmaya çalışmazsanız, parapsikoloji bilimi denilen bilimin içinde buna benzer örnek olaylarla karşılaşılmıştır.
Katı bilimcilerin karşı çıkacaklarını bile bile biraz daha ileri gideceğim. Sahtekar ve yalancıları bu ifademin dışında bırakarak, dini inançlarımız içinde veya toplumumuzda ermiş, evliya denilen bazı kişiler vardır. Bu kişiler gözleriyle gördükleri gibi gönül gözü denilen gözleriyle de görebilmektedirler. Bu gibi kişiler için “Gönül gözü açık” denilir. Bu insanlar normal olarak bizim göremeyeceğimiz kişi ve olayları bazen zamanından önce bile görebilmektedirler.
Bu durumu dinsel bir hava içine sokmamıza da gerek yok. Çünkü aynı durumu sabırla çalışan yetenekli kişiler de elde edebilmektedirler.
Lütfen 22 Kasım 2003 tarih 98 sayılı Hürriyet Bilim’de yayınlanan “İşitme Duyusuyla Daha İyi Görmek Mümkün” başlıkla bu yazıyı dikkatle okuyunuz ve değerlendiriniz.
“Görme bozukluklarına sahip kişiler işitme duyusundan yararlanarak daha iyi görebilirler. İlginç sonuç, Wake Forest Üniversitesi araştırmacılarından Mark Wallece tarafından Amerikan Sinir Bilimleri Birliği’nin konferansında sunuldu. Wallece, araştırması sırasında karanlık odada bulunan deneklerden bir ışık noktasını bulmalarını istemiş. Işık kaynağı bazen bir ses eşliğinde bazen de sessiz olarak yansımış. Gözleri iyi görenler sese ihtiyaç duymadan ışık noktasını kolayca bulabilirlerken, miyoplarda başarı oranı düşmüş, fakat ışığı bulmalarına yardımcı olan sesle miyoplar da diğerleriyle aynı başarıyı gösterebilmişlerdir.
Körler, gündelik yaşama daha iyi ayak uydurabilmek için işitme yeteneklerini geliştirirler. Beyin, bir duyunun bozulması halinde diğer duyuların bilgilerinden (işlevlerinden) yararlanacak durumdadır. Bilim adamlarının son araştırmaları ileri derecede görme bozukluklarına sahip kişilerin de işitme yeteneklerini geliştirerek daha iyi “Görebileceklerini” ortaya koyuyor.
Wallece ve çalışma arkadaşları şimdi hangi görev sırasında hangi beyin bölgesinin etkinleştiğini araştırarak, farklı duyuların birlikte işleme mekanizmasını aydınlatabilmeyi umuyor.”
Bizler bu gibi olay ve oluşumları bilimsel olarak kabul etsek de, etmesek de, bunlar yaşamda karşılaşılan ve var olan olaylardır. Bize düşen bunların varlığını ve oluşumları, fizik ötesi, bilim dışı, safsata şeyler diyerek karşı çıkmak değil, bunlar üzerinde bilimsel olarak düşünmek ve bilimsel olarak araştırmaktır.
Öneri 4 – Kulak organımızın işitme işlemi üzerinde bilimsel araştırma yapınız.
Kulak denilen organ kendine gelen sesleri alır, belirli işlemlerden sonra beyindeki işitme merkezine iletir ve orada işitme işlemi tamamlanır. Beynimizin bu işitme merkezinde de sesler depolanıp arşivlenir ve bu işlemden sonradır ki, daha önce duyduğumuz sesleri kaynağını görmediğimiz halde neye ve kime ait olduğunu bilebilmekteyiz.

Parapsikoloji
Klerodarans: Duyulması mümkün olmayan uzaklıktaki sesleri duyma olayına Parapsikoloji biliminde klerodarans denilmektedir.
Burada görme duygusu için söylediklerimizi işitme duygumuz için de, göz yerine kulak diyerek, aynen söyleyebiliz.
Levitasyon: Yer çekimi kuvvetini yenmek veya yer çekimi kuvvetinin etkisinden kurtulabilmeye de parapsikolojide Levitasyon denilmektedir.
Bazı kişiler düşünce gücüyle mi, yoksa bedensel bazı çalışmalar sonucu mudur, şu anda bilimsel açıklamasını yapamadığımız bazı çalışmalar sonucu, yer çekiminin etkisini yenerek, yer çekiminden kurtulabilmektedir. Sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi havada durabilmekte, hatta dolaşabilmektedir. Sanıyorum ki uzaya füze, uydu atışlarında kullanılan metoda benzer bir metotla yer çekimi ile bağlantısını kesebilecek üçüncü bir kuvvet oluşturabilmektedir. Örneğin, bu enerji düşünce gücüyle yayınladığımız biyomanyetik dalgalar veya biyoenerji denilen enerji olabilir mi? Bunu bilimsel olarak çözebilmek için insanın beyin gücü ile bedensel yapısı arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi bulabilmek gerekir. Bir başka deyişle, beyin gücümüzün gücünü ve etkinliğini iyi hesaplayabilmek gerekir. Özellikle beden yapımızın beyin ve kalp denilen bu iki organdan yayınlanan biyomanyetik ve biyoenerjinin parapsikoloji denilen oluşumlarla bağlantısını, etkileşimini bilimsel olarak incelemek zorundayız.
Telaplasti: Tayyi Mekan, Levitasyon olayına benzer yakınlıklar gösteren bir olaydır. Tayyi mekan olayında, ya bedensel olarak istediğimiz yer ve mekanda istediğimiz anda bulunmak veya istediğimiz yer ve mekanı istediğimiz yerde bulundurmak ve görüntülemek olayıdır.
Tayyi mekan olayında bedensel yapımızla istediğimiz yer ve mekanda görünebilmek olayı sanıyorum birkaç şekilde olabilmektedir.
Birincisi, beden yapımızdan yayınladığımız biyomanyetik dalgalarımızın varlığını istediğimiz yer ve mekanda düşünme gücümüzle, biyomanyetik dalgalarımızı oraya yönlendirmek ve orada görüntü halini kazandırmak, yani biyomanyetik dalgalarımızı görünür hale dönüştürmektir.
İkincisi, biyomanyetik dalgalarımızı bulunduğumuz yerde görüntü halinde bırakarak, bedenimizi oluşturan atom ve hücreleri istediğimiz yere gönderebilmek ve orada biyolojik yapımızı yeniden düşünce gücümüzle oluşturmaktır.
Bunu bilim kurgu filmlerindeki ışınlama olayına benzetebiliriz.
Üçüncüsü, düşünce gücümüzle istediğimiz kişi ve mekanı istediğimiz yerde yeniden görüntüsünü sağlamaktır.
Çok kaba ve genel bir benzetme ile tayyi mekan olayını bugünkü teknolojide televizyon yayınlarına benzetebiliriz. Televizyon çekimlerinde önce film çekimi yapılmakta ve bu film elektromanyetik dalgalarla bir uyduya gönderilmektedir. Aynı işlemi düşünce gücümüzle, bedenimizden yayınladığımız biyomanyetik dalgalarımız üzerinde yapabildiğimizi düşünün. Öylesine ki, bedensel görüntümüzü yalnızca bir yerde değil, televizyonlarda olduğu gibi birçok yerde oluşmasını sağlayabiliriz ve sağlayabilmekteyiz.
Örneğin bedenimiz yatakta yatmasına karşılık, rüyalarımızda sanki bedensel seyahat ediyormuş gibi birçok yerlere gitmemiz gibi.
Yine bir örnekleme ile bilimkurgu filmlerinde insan bedeninin ışınlanması olayı. Bu ışınlanma olayı ile bedenimizin istenilen yerde yeniden bulunabilmesi sağlanmaktadır. İşte bu ve buna benzer teknolojik oluşumlar gerçekte düşünce gücümüzle de oluşabilmektedir. Bütün mesele bunun bilimsel olarak nasıl olabileceğini bulabilmektir. Bu düşündüklerimiz bir takım hayali varsayımlar değildir. Bunlara savsata, bilimdışı, fizik ötesi denilmeden önce bilimsel olarak incelenmesini öneriyorum.
Telekinezi: Psikokonezi de denilen olay, hiçbir araç kullanmadan sırf gözlerimizi ve düşünce gücümüzle eşyaları hareket ettirme olayıdır.
Bedenimizden biyoenerjinin ve biyomanyetik dalgaların en yoğun ve etkin bir şekilde yayınlandığı merkezlerden biri gözlerimizdir. Gözlerimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalar, beynimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalarla birleşmesi sonucu, düşüncelerimiz yönünde aktif ve etkin olurlar. Çünkü bu biyomanyetik dalgalar elektromıknatısa benzer bir frekansa ve dolayısıyla etkinliğine sahip olurlar. Dolayısıyla telekinezi denilen gözle itme veya çekme gibi benzeri etkinlikler bu yöntemle olmaktadır.
Nazar: Sözlükler, “Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala, mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç” olarak tanımlamaktadır.
Telekinezi ile nazar arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. çünkü ikisi de gözlerimizden yayınlanan biyomanyetik dalgaların etkinliği ile oluşmaktadır. Aradaki fark her iki oluşumdaki düşünce farkıdır. Telekinezi’de maddeye zarar vermeyi düşünmeden etkileriz, nazar olayında ise zarar vermeyi düşünerek bakar ve zarar verici şekilde etkileriz. Değişiklik veya farklılık, beynimizden, düşüncelerimize uygun, düşüncelerimizi oluşturacak etkinlikte frekanslar yayınlamamızdır. Çünkü yayınladığımız bu frekansların düşüncelerimiz yönünde etkinlikleri ve yaptırım gücü bulunmaktadır. Nazar olayında olduğu gibi birçok olay ve oluşumlarda etkin olan bu biyofrekansların bilimsel olarak incelenmesini ısrarla öneriyorum.
Parapsikoloji biliminde bu ve buna benzer daha birçok olaylar oluşmaktadır. Örneğin Psikospirit denilen “Ezoterik şifacılık” veya Radyonik denilen “Uzaktan tedavi”, radyestezi, “Su ve maden bulma” gibi daha birçok parapsikolojik denilen, olaylar aslında birer biyopsikolojik oluşumlardır.
Parapsikolojik mi Biyopsikolojik mi?
Tekrar tekrar vurgulayarak belirtiyoruz ki parapsikolojik olaylardır. Bu ve buna benzer olayları parapsikoloji bilimi açısından değil biyopsikloji bilimi açısından incelenirse çok daha bilimsel ve akılcı sonuçları elde edileceği inancındayım.
Daha açık ve daha anlaşılır bir söyleyişle, parapsikoloji biliminde incelenen olaylar aslında etkileyen veya etkili olan kendi düşüncelerimizdir. Meydana gelen parapsikolojik oluşumlar aslında psikolojik durumlarımızın biyolojik yapımızla birleşmesi sonucu bedenimizden yayınladığımız biyomanyetik veya biyofrekanslarımızın oluşturduğu oluşumlardır. Bir başka deyişle Biyopsikolojik oluşumlar, dışardan veya kendi iç yapımızdan gelen etkili psikolojik durumların biyolojik yapımıza etkilemesi sonucu oluşan biyofrekansların oluşturduğu oluşumlardır.
Gelin olaya bir de dinsel açıdan bakarak inceleyelim. “Dinsel açıdan” der demez bir çok çevrenin buna derhal tepki göstereceğini, bizi peşinen yobazlıkla, geri kafalılıkla suçlayacaklarını biliyorum. Ne derseniz deyin, ne dünürseniz düşünün. Sizlerden bir tek ricam var. Ne olur kendinizi bilimsel sandığınız bazı ön düşüncelerden, şartlanmışlıklardan biran için olsun kurtarmanızdır. Gelin bütün bilimsel ve akılcı şüpheciliğimizle konulara birlikte bakalım ve inceleyelim.
Bu konuda en kuvvetli kaynak olan din kitabımız Kur’anı ele alalım. Kur’an’daki bazı ayetleri bilimsel açıdan değerlendirelim. Çünkü bugüne dek yaptığımız en büyük yanılgımız ve yanlışımız, Kur’anı yalnızca bir din kitabı olarak ele almamız ve onun üzerinde yeterince bilimsel açıdan durmayışımızdır.
Örneğin, buraya kadar sözünü ettiğimiz Klerodarans, Levitasyon, Tayyi mekan, Telekinezi gibi benzeri parapsikolojik dediğimiz oluşumların kaynağı nedir?
Beş değil ondokuz duyuya sahibiz
Bu ve bunun gibi benzer daha birçok olayların özüne inebilmemiz için, bunları insan yapısının dışında değil, özellikle insan yapısının içinde aramamız gerektiği inancındayım. İnsan yapısındaki bu öz’e inebilmek ve bu özdeki kaynağı görebilmek için bütün peşin hükümlerden, ön fikirlerden kendimizi kurtararak insanı fiziksel, biyolojik yapılarının dışına çıkararak, psikolojik dediğimiz yapısının da özüne inerek incelememiz gerekir.
Bu öz yapıya inebilmemiz ve inceleyebilmemiz için Kur’an’daki MÜDDESİR (Gizlenmiş sır) Sur: 74/30 ayetinin bilimsel olarak incelenmesi gerekir. Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı-Meal ve Tefsir” kitabında söz konusu ayet, “Onun üzerinde ondokuz (güç) vardır” şeklinde meal ve tefsir yapabiliriz. Bu ayet üzerinde Muhammed Esed’in Kur’an mealinden Ebubekir Razi tarafından yapılan daha geniş bir açıklama ise şöyledir:
“Klasik müfessirlerin (Kur’an yorumcuları) çoğu “Ondokuz”un cehennem bekçiliğini veya muhafızlığını yapan melekler olduğu görüşünü paylaştıkları halde Ebubekir Razi, burada insanın kendi içindeki maddi, zihni ve duygusal güçlere işaret edildiği görüşündedir. İnsanı potansiyel olarak öteki yaratıkların üstüne çıkarma, ama yanlış kullandıklarında onun bütün kişiliğinde yozlaşmaya ve bu nedenle öteki dünyada şiddetli bir azaba yol açan güçler.
Razi’ye göre filozoflar, bu güçleri veya melekeleri (yetenekler) öncelikle, hayvan ve dolayısıyla insan bedeninin yedi organik fonksiyonu ile 1- Cazibe, 2- Bağlılık, 3- Zararlı yabancı maddelerin dışarı atılması, 4- Yararlı yabancı maddelerin içeri alınması, 5- Besinlerin hazmedilmesi, 6- Büyüme, 7- Üreme özdeşleştirirken, beş “Dışsal” yahut fiziksel duyu ile 1- Görme, 2- İşitme, 3- Dokunma, 4- Koklama, 5- Tatma ile özdeşleştirirler.
Üçüncü olarak, Razi’nin çok güvendiği İbni Sina tarafından
1-                             Soyutlanmış duygusal imgeleri (hayal, imaj) algılama,
2-                             Düşünceleri bilinçli şekilde algılama
3-                             Duygusal imgeleri algılama
4-                             Bilinçli kavrayışları hatırlama
5-                             Duyusal imgeler ile daha yüksek kavranışları uyumlu hale getirme yeteneği olarak tanımlanan beş “İçsel” yahut zihni duyu ile ve son olarak bir de hem “Dışsal” hem de “İçsel” duyu kategorilerinden kaynaklanan, isteme yahut nefret etme (sırasıyla korku, yahut öfke) duyguları ile eş tutarlar. Böylece insanın ruhsal akıbeti üzerinde belirleyici olan güçlerin veya melekelerin (yeteneklerin) toplamını ondokuza çıkarırlar.
Toplu olarak ele alındıklarında, insana kavramsal düşünme yeteneği kazandıran ve onu bu konuda meleklerin (yeteneklerinin) bile üstüne çıkanlar bu güçlerdir.
İnsan, bilinçli algılama ve kavramsal düşünce yetenekleri sayesinde iyi ile kötüyü ayırt etme bilgisine sahip olduğundan güçler burada “Meleki güçler” olarak tanımlanmaktadır”.
Bizim bu konudaki samimi düşüncemiz ve inancımız da bu düşünceler yakın olmakla birlikte arada bazı farklar bulunmaktadır. şöyle ki;
Allah insanı yaratırken “Yer yüzünde kendime halif yarattım” sözleri ile insana verdiği değeri belirtmiştir. Bu bakımdan insan, dünyadaki bütün varlıklardan üstün özelliklerde yaratılmıştır. Bu üstün özelliklerin bazıları açıkça belirtildiği ve bilindiği halde Müddesir yani “Gizlenmiş sır” adlı sürenin 30. ayetinde belirtildiği gibi bazıları da açıklanmamış, gizli tutulmuştur. Ancak insan, bu gizlenmiş özelliklerini yaşamı içinde bazı özel çalışmalarla yüzeye çıkarabilmektedir. Allah, Halifem dediği insana kendisine ait olan “İsmail Hüsna” denilen 99 sıfatından minimum ölçekte de olsa bazılarını kullanmak üzere vermiştir. Bunlar, yetenek, kabiliyet veya duyu diyebileceğimiz özelliklerdir. Eğer, insana verilen bu özel yeteneklere “Duyu” dersek, insanda bilinen 5 duyunun dışında bilinmeyen 14 duyusu daha bulunmaktadır. çünkü, adına parapsikoloji denilen bilim dalında incelenen oluşumların kaynağı da bu 14 duyudan kaynaklanan oluşumlardır. Parapsikolojik oluşumları bilimsel olarak incelemek isteyenler, bu inceleme işlemini, insandaki 5 duyunu dışında 14 duyunun da varlığını dikkate alarak yapmalıdır. Ancak bu şekilde yapılacak bir inceleme ile sağlıklı, doğru ve bilimsel bir sonuç elde edilebilir. Çünkü bizim bildiğimiz veya saptayabildiğimiz kadarıyla parapsikoloji biliminde 14 adet parapsikolojik oluşum bulunmaktadır. Bilinen 5 duyu ile birlikte bu 14 parapsikolojik oluşumu da duyu olarak değerlendirir ve kabul edersek, toplam olarak insanda 19 duyu olduğu ortaya çıkar.
Kısacası biz, parapsikolojik denilen oluşumların, insanda var olan bu 19 duyunun iç ve dış psikolojik etkileşimler sonucu oluştuğu düşüncesi ve inancındayız. Bunun sonucu olarak parapsikoloji denilen bilime Biyopsikoloji denmesinin daha doğru ve daha bilimsel olacağı kanısındayız.
Bu konuda yapılacak olan bilimsel araştırma ve çalışmalara bu yönde bir ağırlık verilirse daha sağlıklı ve daha bilimsel sonuçlar alınacağı inancındayım.
Örneğin, Kur’an’ın birçok ayeti “Siz hiç düşünmez misiniz?” “Siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi uyarıcı ayetlerle bitmektedir. Yine, ZÜMER SureSi 39/9 ayetinde “HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU?” ayetiyle Kur’anın, bilen ve bilgili insanlar istediğini ortaya koymaktadır.
Kur’anın şu ayetini dikkate alalım ve aklımızdan çıkarmadan uygulayalım. Kur’an, MUHAMMED Suresi 47/24 ayetinde bakın biz insanları adeta azarlarcasına nasıl uyarmaktadır.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar? Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
Bir din kitabı bilimsellik için insanları daha nasıl uyarsın?
Bilim çevrelerinin olsun, din çevrelerinin olsun en büyük yanılgıları ve yanlışları, teknolojik ve bilimsel bulguları, Kur’an’daki ayetlerle birlikte düşünmeyi, bütünleştirmeyi gerçekleştirmemiş olmalarıdır. Dikkat edilirse bütün bilimsel bulguların öz yapısında indiğimizde doğayla bileştiğini, bu birlikteliğin de tabiat kanunlarla ve Kur’andaki bazı ayetlerle özdeşleştiğini göreceklerdir. Yani bütün bilimsel bulguların tabiat kanunları dediğimiz kanunlardan kaynaklandığını göreceklerdir.
Tabiat kanunlarının bilimsel bulgularla ve dolayısıyla Kur’andaki ayetlerle olan bağlantısını görebilmeliyiz. Bu bağlantıyı görebilmemiz için Kur’andan bazı ayetleri birlikte gözden geçirmemiz gerekir.
Örneğin: FETİH Sur. 48/23 ayetinde;
“Kur’an, tabiat kanunlarına Allah’ın ilahı kanunları diyor. Allah’ın sünnetinde (ilahi kanunlarda) asla değişiklik göremezsiniz. Onların yerini dolduracak bir kanun da bulamazsın” diyor. Çünkü;
“Her şey Allah’ın planı, iradesi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir” denilmektedir. MAİDE Sur. 5/97. Dini anlayabilmek ve bilebilmek için tabiat Karunlarının özüne inerek bu kanunların işleyiş sistemini bilimsel olarak incelememiz ve bilmemiz gerekir. Tabiat Kanunu dediğimiz bütün varlıkların ilk ve en alt yapısını oluşturan ATOM ve HÜCRE’lerin yapısını ve işleyişini çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
Evrende var olan bütün varlıkların ilk ve en alt yapısının atom ve hücrelerden oluştuğunu belirtmiştik. Her atom ve hücrenin de, yapısını oluşturduğu varlığın yapısına göre ayrı bir özelliğinin bulunduğu ve bu ayrı özelliğine göre de ayrı bir frekansa sahip olduğu bilimsel olarak ortaya konmuştur. Eğer atom ve hücrelerden yayınlanan bu frekans kesildiği, yok olduğu an, o atom ve hücre işlevini kaybetmiş demektir. Yani ölmüş demektir.
 “Gayb (bilinmeyen) aleminin, bilgi alanım dışındaki güçlerin ve imkanların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri ondan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa o bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru, canlı ve ölü ne varsa, hepsi, her şey doğruları, hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (levhi mahfuzda) yazılıdır”. ENAM Sur. 6/59.
Şimdi gelin, hep birlikte elimizden geldiğince bu ayeti bilimsel olarak açıklamaya çalışalım.
Ayetin başında Peygamberimiz diyor ki “Gayp aleminin bilgi alanım dışındaki güçlerin ve imkanların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri ondan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa o bilir” demektedir.
Burada, bilinmeyen, meçhul, gizli ve sır alemindeki nedenini ve kaynağını bizim bilemeyeceğimiz güçlerin ve imkanların yani “Bizim bilgimiz içinde olması mümkün olmayan şeylerin oluşma imkanlarının, anahtarı, şifresi, Allah’ın elindedir” denilmektedir. O gayb aleminin yani bilinmeyen, alemin anahtarı ve şifreleri onun elinde, onun emrindedir ve bunları ondan başkası bilmez. Öylesine ki, karada, denizde ve havada bizim için bilinmeyen ne varsa bunların hepsini o bilir denilmektedir.
Ayette üzerinde durulması ve açıklanması gereken ikinci ifade ise “Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez” denilmektedir.
Bu ne demektir? Bunun üzerinde durulması ve açıklanması gerekir.
Yapılan bilimsel araştırmalar sonucu, dünyamız üzerinde birbirini aynı iki varlığın bulunmadığı saptanmıştır. Örneğin, kış mevsiminde sayısız, sonsuz denecek sayıda kar yağdığı halde aynı desende iki kar taneciğine rastlanmamıştır ve yine bir ağaç üzerinde on bin yaprak incelendiğinde benzer özellikler dışında birbirinin aynı iki yaprak bulunamamıştır.
Bu araştırmalardan şu bilimsel sonucu elde ediyoruz. Evrende ve dünyamızda bütün varlıkların ilk ve en alt yapısı olan tek bir atom ve tek bir hücre yapısından oluşan varlıklardan da kendine ait ve kendine özgü bir frekans yayınlanmaktadır. Bu frekansın kesilmesi, yok olması demek, o atom ve hücrenin yok olması yani bir bakıma ölmesi demektir.
Bunu daha anlaşılır bir halde şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz. Büyükçe bir salonda bulunduğumuzu düşünelim ve bu salonda çok değişik enstrümanların veya radyo, teyp, televizyon gibi benzeri müzik aletlerinde değişik müzikler çalındığını düşünelim. Bunlardan birisinin susması veya durması durumunda biz nasıl bunu fark ediyorsak, işte Allah dediğimiz o yüce varlık da bir yaprağın düşmesini o şekilde fark etmekte ve bilmektedir. Çünkü o yaprak düştüğünde o yaprağın yayınladığı frekans bitmektedir.
Ayetin üzerinde durulması ve açıklanması gereken bir başka ifade de şudur. “Yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru, canlı ve ölü ne varsa hepsi, herşey doğruları hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (levh-i mahfuzda) kayıtlıdır” denilmektedir.
Burada “Yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir” ifadesinde, yer küreyi oluşturan maddelerin temel yapısını oluşturan atom denilen tanelerdir. Her madde kendisine özgü yapısı ve dolayısıyla o maddenin yapısına uygun atomlardan oluşmaktadır. Yani değişik özellikteki maddelerin atomları da değişiktir. Dolayısıyla değişik maddeleri değişik atomlar oluşturduğundan, atomlar arasında da farklılıklar bulunmaktadır. Yani burada kastedilen kuru tanecikler, maddeyi veya maddeleri oluşturan atomlardır.
Yine aynı ayetin devamında da “Yaş ve kuru, canlı ve cansız hepsi, herşey doğruları hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında, bilgi işlem merkezinde (levh-i mahfuzda) kayıtlıdır” denilmektedir.
Burada yaş sözcüğü canlı hücreyi, kuru sözcük de cansız atomu ifade etmektedir. Bu yaş ve kuru, canlı ve cansızlıkla ifade edilen atom ve hücrelerin hepsi yapıları bakımından doğruları, kendine özgü frekanslarıyla ve yine hepsi Hak’kı yansıtmaktadırlar. Bunların hepsi de kainatın sicil defterinde kayıtlı bulunmaktadır. Bütün bu oluşumların bulunduğu ve açıklandığı ilkeler kitabını bugünün teknolojisi ile açıklamak istersek, bütün bunlar, yani bütün dini bilgiler, bugün teknolojide kullanılan, bilgi işlem merkezine benzer bir işlem merkezinde toplanmakta ve bulunmaktadır. Bir başka deyişle dini bilgiler için de, adına Levh-i mahfuz denilen bir işlem kayıt merkezi bulunmaktadır. Bu levh-i mahfuz denilen merkezin bazı bilge kişiler tarafından, ilk merkez olarak beynimiz ve kalbimiz olduğunu ifade edilmektedir. Çünkü yaşamımızda yaptığımız işlemlerin ilk kez beynimizde ve kalbimizde oluştuğuna göre, ilk kayıt merkezinin de beynimiz ve kalbimiz olduğu düşüncesi ve inancı egemen durumundadır.
Bugünkü tıp biliminde beyin ve kalp elektrosu alındığını biliyorsunuz. Bu elektro çizgiler yalnızca o organdaki biyolojik hastalığımızı değil, aynı zamanda beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimizi de yansıtmaktadır. Fakat bugünkü bilim düzeyi henüz bu çizgilerdeki şifreyi çözecek düzeye erişememiştir. Eminim ki bu çizgilerdeki şifreler çözümlendiği an, Kur’anın birçok ayetinde belirtildiği gibi, beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimiz gibi, beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimiz de saptanabilecektir. Çünkü, Rusya’da Kirlian Fotoğrafçılığı denilen “Düşünce fotoğrafçılığı” ile bunun ilk ve ön adımı bilimsel deneyler yapılarak atılmıştır. Bu deneyde insanlar maddi bir şeyi düşünmekte ve bu düşündüğü şeyin fotoğrafı çekilebilmektedir. Yazımız içinde de, Kur’an da da defalarca belirtilen “Kalbinizden ve beyninizden geçenleri biliriz” mealindeki ayetleri lütfen anımsayınız ve üzerinde düşününüz, bilimsel araştırma yapınız.
Açıklamasını yapmaya çalıştığımız EN’AM Sur 6/59 ayetle birlikte aynı mealdeki bazı ayetlerden de örnekler vermek istiyorum. Dileğimiz bu ve buna benzer ayetler üzerinde gerekli bilimsel araştırmaların yapılmasıdır.
·                                Her şey Allah’ın planı, iradesi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir. MAİDE Sur: 5/57.
·                                “Gökte ve yerde, müminler için, Allah’ın, kainatı hikmete dayalı idare ettiğini, kudretini birliğini gösteren nice ayetler, dediler, işaretler vardır.” Aynı ayetin bir başka mealinde de “Bakın göklerde ve yerde inanmak isteyenler için ibret dolu mesajlar vardır” denilmektedir. CASİYE Sur. 45/3.
·                                İnanmak istemezler için ise ne söylenilse söylenilsin zaten inanmazlar.
·                                1 Kasım 2003 tarihli “Cumhuriyet Bilim Teknik” ekinin 867. sayısında “Geçmişin filmini çekmek” başlığı altında bir haber vardı. Bu başlık altında verilen bilgi bilimsel olarak bizi tatmin etmediğinden haberi aynen yazmaya da gerek görmedik. Buna karşın şuna içtenlikle inanıyorum ki daha başlangıçta olan bu alandaki çalışmalar “Biyomanyetik” veya “Biyofrekans” üzerinde yapıldığında ve insandaki bu frekanslar saptandığında bu frekanslar üzerinde geliştirilecek teknolojik araçlarla o frekans üzerinde geriye gidildiğinde o insanın geçmişi, ileriye gidildiğinde de gelecek yaşamı kameralarla tespit edilecektir. Tespit edilen bu görüntüler CD’lere, disketlere kaydedilebilecek ve biz daha bu yaşamda iken kendi yaşamımızı geçmişimizi ve geleceğimizi film veya televizyon seyreder gibi seyredeceğiz.
Bu teknoloji ile yalnızca görüntülerimiz değil, kendi seslerimizden bütün konuşmalarımız da saptanacaktır.
Böylece Kur’andaki;
“Dilediğinizi yapın O, yaptıklarınızı görmektedir”.
FUSSİLET Sur. 41/40
“Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (CD ve diskette) olmasın” NEML Sur. 27/75.
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir, Allah yaptıklarınızı görmektedir”. HUCURAT Sur. 49/18.
“Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir” FATIR Sur. 35/38.
Bu ve buna benzer ayetlerle de açıkça ortaya konmaktadır ki, doğduğumuz andan ölümümüze kadar bedensel görüntülerimiz ve sesimiz, yani konuşmalarımız yok olmamaktadır. Bırakın öbür dünyayı teknolojik bulguların gelişmesi ile bu dünyada bile kendi yaşamımızın geçmişini ve geleceğini film veya televizyon seyreder gibi seyredeceğiz.
Kısacası;
Biz Kur’anın bir bilim kitabı veya şifrelerle yazıldığını, şifresinin çözülmesi gerektiği bir kitap olduğu iddiasında değiliz. Biz şunu söylemeye ve açıklamaya çalışıyoruz. Kur’anda, burada belirttiğim ayetlerde olduğu gibi bazı şeyler açıkça belirtildiği halde bazıları belirtilmemektedir. Bizim istediğimiz bazı komplekslere ve ön düşüncelere kapılmadan bu ve benzeri ayetler üzerinde bilimsel düşünülmesi ve bilimsel araştırmalar yapılmasıdır. Yani Kur’an’da açık olamayan ayetlere Muhammed Sur. 47/24 ayetinde olduğu gibi, bu gibi ayetlere çağdaş bilimsel araştırmalarla, bilimsel açıklık getirilmesidir.
İnsanoğlu, ilim ve din’in değerlendirmesinde büyük bir yanlışın ve yanılgının içinde bulunmaktadır. çünkü, ilmi ayrı bir kefeye, dini de ayrı bir kefeye koyarak ayrı ayrı değerlendirmesini yapmaktadır. Oysa ayrı ayrı görünümlü bu iki kefenin de aynı özden kaynaklandığını göremiyor.
Gelin artık ilimde de, dinde de bu özü görelim ve bu öze inelim.
Örneğin;
“Kur’an tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır diyor”.
FETİH Sur. 48/23
Bu ayetin ne ve neleri anlatmak istediğini anlamak için, içinde yaşadığımız tabiat kanunlarının bilimsel olarak çok iyi incelenmesi gerekir. Birçok bilimsel ve teknolojik bulguların özünün ve temel yapısının bu tabiat kanunlarına dayandığını göreceğiz. Bu bulguların Kur’andaki ayetlerle birlikte değerlendirilmesi gerektiği inancındayız.
Örneğin;
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onların yanından hiç düşünmeden, yüz çevirerek geçerler”.
YUSUF Sur. 10/105.
“Biz onlara ayetlerimizi ufuklarda (dış dünyada)  ve kendi içlerinde (iç yapılarında) göstereceğiz”.
FUSSİLET Sur. 41/53.
Buradaki ayetlerde ne ve neler anlatılmak istenmektedir? Görüp de düşünmediğimiz, bilimsel olarak üzerinde durmadığımız ve dikkatimiz çekilmek istenenler nelerdir?
Şu ayete dikkat ediniz. Adeta meydan okurcasına insanları düşünmeye ve bilimsel araştırmaya davet eden şu ayete bakınız.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
MUHAMMED Sur. 47/24.
Gelin, akıllarımız üzerindeki kilitlerden kendimizi kurtararak Kur’andaki bu ve buna benzer ayetler üzerinde bilimsel olarak düşünelim ve gerekli bilimsel araştırmayı yapalım. Bunun başlangıç noktası da, bugüne dek yapılan bilimsel araştırmalarla, teknolojik bulguların dayandığı temel yapının ve temel kaynağın ne olduğunu görmeye ve bağlantısını bulmaya çalışalım.
Bilimsel ve teknolojik bulguların temel yapısının tabiat kanunları olduğunu, tabiat kanunlarının da ilahi bir sisteme dayandığını göreceğiz. Bütün bu bulgu ve görgülerin Kur’anda belirtilen bazı ayetlerle bağdaştığını, özdeş olduğunu göreceğiz.
Şimdilik Kur’andaki bütün ayetleri bırakalım. Öncelikle aşağıda belirteceğimiz ayetler üzerinde düşünülmesini ve bilimsel araştırmalarının yapılmasını öneriyoruz.
·                                Biz her şeyi nezdimizde bulunan bir düzene, bir plana göre yarattık. KAMER Sur. 54/49
·                                Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz O’na bağlıdır. Allah yaptıklarınızı görmektedir. HADİD Sur. 57/4
·                                Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler. Onlar için ibadet tabii ve aralıksızdır. ENBİYA Sur. 20/21.
(Burada bütün varlıkların yapısını oluşturan Atom ve Hücrenin içindeki hareketlilik Allah’ı tesbih olarak anlatılmış olmuyor mu?)
·                                Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın. NEML Sur. 27/75.
·                                Onların önlerindeki ve arkalarındaki (Geleceklerini ve geçmişlerini) bilir. Onlar ise bilgice O’nu kavrayamazlar. TAHA Sur. 20/110
·                                Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında aleyhlerinde ve lehlerinde şahitlik ederler. FUSSİLET Sur. 41/20
·                                Göklerde ve yerde olanları bilir, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir. TEGABÜN Sur. 64/4.
·                                Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz. MÜLK Sur. 67/13
·                                Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz. Biz sizin düşündüklerinizi biliriz. NAHL Sur. 16/19.
Bu ayetin bir başka meali de
·                                Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak o gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir. TAHA Sur. 20/7
·                                Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir.
·                                O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir. ENBİYA Sur. 21/4
·                                Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor. BELED Sur. 90/7.
·                                GÖZETLENMEKTESİNİZ… TAHA Sur. 20/135
Örneğin: Gözetlenmektesiniz ayetinde belirtildiği gibi
-                                 Kimin tarafından gözetleniyoruz?
-                                 Nereden gözetleniyoruz?
-                                 Niçin gözetleniyoruz?
Bu ve buna benzer ayetler üzerinde düşününüz ve bilimsel araştırmalar yapınız.
Örneğin, insan beden yapısının 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ve yine hücreler üzerinde yapılan son bilimsel araştırmalar, DNA ve genetik bilimi açısından her hücrenin kendi başına bir alem olduğu ortaya konmuştur.
Beden yapımızı oluşturan 60 ile 100 trilyon hücrenin birer gizli kamera gibi çalıştığını, sesimiz başta olmak üzere doğumumuzdan ölümümüze kadar her şeyimizin bu hücreler tarafından yayınlandığını ve bu yayınların da uzayda levh-i mahfazda, bir kamera gibi CD’lere, disketlere kaydedildiğini biliyor musunuz?
Bütün bu bulgulardan ve sonuçtan sonra, son kararı verecek olan siz kendinizsiniz. Bu sonuca göre biz insanları uyaran şu ayetlere bir bakınız.
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? ZUMRE Sur. 39/9
“Allah’a ancak bilgin kuralları gereğince saygı gösterir” YUNUS Sur. 10/100.
“Andolsun, biz Kur’anı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen öğüt alan var mı hiç? KAMER Sur. 54/17
 “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”. SAD Sur. 38/27.
“Bizim sizi boş yere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (Hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız”. MÜMİNUN Sur. 21/115.
Bu ve buna benzer ayetler üzerinde lütfen düşünün ve tabiatla, yaşamla olan bağlantısını, ilgisini, ilişkisini görünüz ve dikkate alarak gerekli bilimsel araştırmaları yapınız.
Burada bilimsel olarak düşünülmesi ve incelenmesi gereken ayetlerin hepsini belirtemedik. Biz burada bilimsel araştırmalara başlamak için ipucu olabilecek birkaç ayeti belirtmekle yetindik. Ricamız burada belirttiğimiz ve belirtemediğimiz fakat üzerinde bilimsel olarak düşünülmesi ve bilimsel olarak araştırılması gereken ayetlerin saptanması ve hiçbir komplekse ve ön yargıya kapılmadan gerekli bilimsel araştırmaların, değerlendirmelerin yapılmasıdır.
Bilimsel bulgular sonunda ne yapacağız?
Bunu düşünebilir musunuz?
Bir şeyler oluyor, anlayan var mı?
Dostlarım, hayvanlar arasında olsun, insanlar arasıda olsun, dünyamızda canlılar aleminde bir şeyler oluyor, bunun farkında mısınız bilmiyorum. Bu bir şey oluş, insanlar alemi ile hayvanlar alemi arasında bir değişim şeklinde kendini göstermektedir.
Televizyonlarda ve özellikle gazetelerde bilmiyorum dikkatinizi çekiyor mu?
Gazetede bir resim, güzel bir kedi ve bir fare birlikte yaşıyorlar, fare kedinin üstüne binmiş sırtında oturuyor.
Başka bir gazete de başta bir köpek, kendi yavrularıyla birlikte bir kedi yavrusunu emzirerek besliyor.
Bir kedinin kuşlarla arkadaş olup oynayışını, kuşların kedinin üstüne konduklarını gördünüz mü?
Ve bir kaplanla ceylanın birlikte kardeş kardeş yaşadıklarını gösteren bir başka resim.
Bu ve buna benzer daha bir sürü örnekler.
Bizim bildiğimize göre, tabiatın yaratılış kanununda taban tabana zıt yaratılışlı ve doğal yapıları gereği birbirine düşman oldukları bilinen bu hayvanların sarmaş dolaş, kardeşçe yaşadıklarını görüyoruz.
Buna karşın insan alemin ve yaşamına bir bakalım.
Yine gazetelerde okuyor ve televizyonlarda izliyoruz.
Kolundaki bileziği alabilmek için kesilen, öldürülen insanlar…
Babası 80, annesi 75 yaşlarında, bu yaşlı insanların ağızlarındaki takma dişleri zorla alarak satan bir evlat.
Kendisine para vermiyor diye, yatalak hasta annesini döverek sokağa atan bir başka evlat.
Sakatlar arabasında felçli bir insan, bu felçli insanı hastanelik edecek şekilde döverek üstündeki bütün paraları alanlar…
Çantasını almak için insanları yerlerde sürükleyerek öldürenler…
Bunlar niçin, neden yapılmaktadır?
İnsanlar, bu ve buna benzer daha bir çok kötülükleri PARA için yapmaktadırlar.
İnsanlar için para neyse, köpekler için de kemik aynı şeydir. Köpekler de kemik için birbirleri ile boğuşurlar, ama bir kemik parçası için birbirlerini öldürmüyorlar.
Bunlardan ders alan var mı?
Para için öz be öz kızına, nikahlı karısına fahişelik yaptıran insanlar…
Para için, kutsal kabul edilen vatanını, hatta dini inançlarını satanlar…
Dostlarım; Hayvanlar alemindeki bu duygusal değişimin ve davranışların farkında mısınız? Buna karşın insanlardaki bu korkunç değişimin, duygusal ve ahlaki değerler bakımından dejenere oluşunu görebiliyor ve izleyebilir musunuz?
Biz insanların ders alması için mi, hayvanlar aleminde böyle bir değişim ve insancıl yardımlaşma oluştuğunu görüyoruz.
Biz insanlara ders olması umuduyla hayvanların böylesine insancıl davranışlara yönelten bu güç nedir?
Kısacası: Hayvanlarla insanların bazı davranışlarda yer değiştirdiğini görüyor musunuz?
Bu değişimi: Gören, bilen, anlayan var mı?
İnsanlık olarak, bunların üzerinde düşünmemiz gerekmez mi?
Bu gidiş, insanlığın geleceği için büyük bir tehlike değil mi?
Bu olumsuz gidişi durdurmak değiştirmek mümkün değil mi?
Mümkün ise bu nasıl olacak?

Din istismarcılığı, 
dinsizliğe hizmettir
İnsan oğlu var oluşundan bu güne dek huzur ve mutluluğu aramış ve aramaktadır. Bunun için de kendisine aradıklarını vereceğini sandığı bir takım ideolojiler peşinde koşmuştur, koşmaktadır. Özellikle, kapitalizm ve komünizm ideolojileri insanlığı etkilemiş ve etkilemektedir.
İnsanlar bu ideolojiler ve diğer ideolojilerde aradığını bulamamış ve bunun sonucu olarak büyük bir boşluğa, bunalıma düşmüş ve bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta insanlar manevi inançlara ve özellikle de dini inançlara yönelmiştir. Bu yönelişi gören bazı açıkgöz çevreler bu yönelişten kendilerine bazı çıkarlar elde etme gayreti içine girmişlerdir. Bu, ekonominin ve toplum yaşamının genel kuralıdır. Bir yerde talep, yani istek çoğalınca o isteğe göre de arzlar, yani bazı sunuşlar ortaya çıkar. Dünyamızda bu gelişimi gören bazı açıkgöz kişiler, din adamları ve siyasî toplumun bu arayış ve isteklerinden faydalanma yönüne gittiler ve gidiyorlar. Büyük bir ustalıkla dindarlık kisvesine bürünüp toplumun dini inançlarını, onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda kullanarak, dini ve insanları istismar edip onları sömürmeye başladılar.
Din ve dini inançları kimi çevreler günlük çıkarları, kimi çevreler de siyasî çıkarları için istismar ettiler ve ediyorlar. Hattâ bu alanda dünyada bir çok dini partiler kuruldu. Bu dini partilerde görev alan kişilerin ne kadar din ile ilgisi vardır, ne kadar dindar insanlardır, bu şüphe edilecek bir durumdur. Zaten bu kişiler için din ve dindarlık önemli değildir. Onlar için önemli olan dindar görünüp, toplumun dini duygularını, din inançlarını dünyevi ve siyasî çıkarları için kullanabilme ustalığını, becerisini gösterebilmeleridir. Bunlar, toplumu kandırmak için, kalıptan kalıba, kılıktan kılığa girmekten çekinmezler.
Bu tipteki insanlar derhal, dini inançları çağrıştıran isimlerle bir takım şirketler, holdingler kurarak insanların dini duygularını istismar ederek dine ve insanlara hizmet ediyor görüntüsü altında paralarını alırlar ve ortadan kaybolurlar. Onlar, bu davranışlarıyla kârlı olduklarını sanırlar ancak, insanların dini inançlarını yıkıp, yok ettiklerini düşünmezler, düşünseler de dikkate almazlar.
Peki, bu durumda ne olmaktadır?
İnsanlar, “beni, dini görünümlü sahtekârlar, dolandırıcılar aldattı” demiyorlar. İnsanlar bu gibi durumlarda kendisini aldatan insanları değil, doğrudan doğruya dini ve dini inançları hedef almakta, dine ve dini inançlara karşı inançları zayıflamakta, hattâ yok olmaktadır. İşte bu gibi, yani dini kullanan insanların yaptıkları en büyük kötülük budur.
İnsanların din ve Allah inançlarını yıkmakta ve yok etmektedirler.
Aldatılmanın, dolandırılmanın zararı ve acıları zamanla unutulabilir, fakat yıkılan, yok edilen din ve Allah inancının yeniden var edilmesi imkânsız gibidir. Çünkü, din ve Allah inancı kökünden yıkılıp yok edilmiştir. Bu yıkım, din adına, dindar görünümlü kişiler tarafından yapılmıştır. Bundan sonra onların karşısına gerçek din adamları değil, peygamber çıksa dahi inanmayacaklardır.
Böylece, din ve Allah inancı yok edilmektedir ve yok olmaktadır.
Ne yazık ki bu tehlikeyi görmüyoruz.
Daha açık ve özlü bir sözle; “Din ve dini inançların istismarcılığı dinsizliğe hizmettir”.
Bunu unutmayalım. Çünkü bir çok kişiden; “Eğer bunlar dindar iseler, ben dinsiz olmayı tercih ederim” dediklerini duydum.
Bu çok acı ve çok üzüntü veren bir durumdur.
Halbuki; söyler misiniz, din ve dini inançların istismar edildiği ve din ile aldatılıp kandırılan toplumlarda güvenilir seçim, sağlıklı oy almak mümkün müdür?
Seçim döneminde yapılan konuşmalara ve çalışmalara “seçim kampanyası” deniyor. Oysa, buna “yalan söyleme kampanyası” denilse, bence daha doğru olur. Çünkü ben, bu güne dek düşündüğüm ve istediğim gibi bir tek “seçim kampanyası” görmedim. Ama, “yalan söyleme kampanyası” çok gördüm.
Aldatılarak, kandırılarak alınan oylar sonucu kurulan iktidar “milli irade”yi temsil edebilir mi?
Eğer, güvenilir seçim ve sağlıklı oylarla bir seçim yapılması, “milli iradenin” oluşması ve temsil edilmesi isteniyorsa, insanların bireysel olsun, toplumsal olsun, din ve dini inançlarının istismar edilerek aldatılması, kandırılması ve sömürülmesi önlenmelidir.
Bunun için de milletçe gerekli bütün tedbirlerin ve önlemlerin alınması zorunlu olmalıdır.
“Dinsel inançlar bir zamanlar için çok güzel ve çok faydalı şeylerdi. İnsanlığa çok faydası oldu ama artık dinlerin ve dinsel inançların devri geçmiştir. Çünkü dinin yerini artık ilim almıştır.
Din bilinmeyen manevi bir inanca dayanırken, ilim tamamen elle tutulan, gözle görülen içinde yaşadığımız madde ve maddesel varlığa dayanmaktadır. Bunun içindir ki artık, din ve dinsel inançları bırakalım daha akılcı olan ilme inanalım, ilme değer verelim” denilmektedir.
Bu sözleri şu sözler izlemektedir.
“Dinlerdeki dua ve ibadetlerin amacı insanların iyi insan” olmalarını sağlamaktır. Eğer ben bazı çalışmalarla bu iyi olmayı elde edebiliyorsam iyi insan olabilmek için ayrıca dua ve ibadet etmeme gerek yoktur. Yani iyi insan olmak için dua ve ibadetlere ihtiyaç yoktur” denilmektedir.
Veya, “Eğer insanlar, dinsel inançlarda amaçlanan hedefe ve mertebeye ulaştı ise bu durumdaki insanların oruç, namaz gibi benzeri dini ibadetleri de yapmasına gerek yoktur” denilmektedir. Ve böylece insanlara o mertebeye eriştikleri, dolayısıyla artık dua ve ibadet etmelerine gerek olmadığı düşüncesi, inancı aşılanmaktadır.
Bu gibi benzeri sözlerle de dua ve ibadet inançları zayıflatılarak yok edilmek istenmektedir.
Şimdi bu ve buna benzer sözleri yüzeysel olarak ele alır değerlendirirseniz bunlara hak vermemek, haklı görmemek mümkün değil gibi görünmektedir.
Çok sinsice ve çok kurnazca ortaya konulan bu görüş ve düşüncedeki gerçek amacın, din inancının zayıflatılarak yıkılması olduğunu görmeye çalışalım. Bu sinsi ve kurnazca yapılan çalışmalara din açısından değil, dini inançların yıkılmasının toplumda ve insanlar üzerindeki olumsuz etkinliğini sosyoloji bilimi açısından ele alarak cevap vermeye çalışalım.
Bu gibi durumlarda, yani duygularımıza ve hislerimize seslenen görüş ve fikirlerle karşılaştığımızda, bunları akıl ve mantığımızla değerlendirmeden, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden, sterline balıklama atlayarak benimsememeliyiz. Biz bunları öylesine benimsiyoruz ki, “Kraldan fazla kralcı” kesilircesine bu gibi fikirleri, düşünceleri can siperane savunuyor ve yayıyoruz.
Bizleri bu gibi davranışlara yönelten duygularımızdan biri de, yeni duyulan yeni ortaya konulan fikirleri, düşünceleri, çağdaş fikirli, çağdaş düşünceli görünmek duygularımızdan ve kompleksimizden kaynaklanmaktadır. Yeni fikirler, yeni düşünceler de tıpkı yeni modalar gibi bilinçsizce benimsenmekte ve uygulamaya sokulmaktadır. Bilhassa bu uygulamada entel görünmek akıllı, kültürlü ve çağdaş görünmek kompleksi ağır basmaktadır.
Yeni fikirleri çağdaş görünmek kompleksi ile incelemeden benimsemek ve onu yaymaya çalışmak bize yani insanlığa nelere mal olmuş ve olmaktadır. Bunun üzerinde hep birlikte düşünelim. Bununla, yeni fikirler benimsemeyin, yeni fikirlere karşı çıkın demek istemiyoruz. İncelenmeden ve özellikle o fikirlerin altında gizlenen veya onların uygulanması ile meydana gelebilecek olumsuz etkilerin neler olabileceğini düşünmeden, araştırmadan kabullenmenin ve yaymanın, toplumumuz için, insanlık için zararlı sonuçlar verebileceğini ve hatta verdiğini belirtmeye çalışıyoruz. Biz açıkça şunu belirtiyor ve şunu söylüyoruz, duyduğunuz her fikri peşinen ne red edin ne de kabul edin. O fikirler üzerinde araştırma yapın ve düşünün.
Sağlığımız için aldığımız ve olumsuz yan etkilerini bilmediğimiz ilaçlardan bazılarının faydadan çok zararlı olduklarını veya olabileceklerini dikkate almamız gerektiği gibi, her yeni fikri de uygulamadan önce incelememiz gerektiğini belirtmek istiyorum. Bizim duygularımıza ve hislerimize o an için olumlu görünse de içimizde ve toplumda yapacağı tahribatı, yıkımı düşünmemiz gerekir. Kısacası Tevfik Fikret’in “Bilimsel şüphe nura koşmaktır” sözünü yaşamımızın rehberi olarak kabul etmeliyiz. 
Bu açıklamalardan sonra yukarıda kısmen de olsa değindiğimiz bazı çağdaş görünümlü düşüncelerin, fikirlerin, insanoğlu ve toplumumuzda yapabileceği olumsuz etkilerin neler olabileceğini ne sonuçlar getirebileceğini ve bunlarla hedeflenen gizli amaçların ne olduğuna birlikte bakalım. Öncelikle yeni bir fikir ve yeni bir öneri ile karşılaştığımız zaman kendi kendimize şöyle bir soru soralım ve bunun cevabını araştıralım.
Bu fikir ve düşüncelerde amaçlanan ana hedef nedir, ne olabilir?
Elde edilen bu hedef ve amaçtan kimlerin çıkarı ve kimlerin zararı vardır?
Defalarca belirttiğimiz gibi dikkat edersek, insanlar arasında birliği, beraberliği ve dayanışmayı sağlayan her türlü gelenek, görenek ve anlayışlar hedef alınarak zayıflatılmak ve yok edilmek istenmektedir. Bunu sağlamak için de “bireysel bağımsızlık ve özgürlük” fikirleri adeta sloganlaştırılarak kullanılmaktadır.
Çünkü insanlar bireyselleştirildikleri zaman, aralarındaki dayanışma ve danışma bağları zayıflamakta hatta koparak yok olmaktadır.
Bireyselleşen insanlar ise istenilen tuzağa çok daha kolaylıkla düşürülebilmektedir.
Yanlış anlaşılmaması için özür dileyerek hayvanlar aleminden bir örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz ki, hayvanlar aleminde avcı durumundaki bir hayvan, örneğin bir kurt, aslan, kaplan gibi avcılar, avlanmak istedikleri hayvanlar eğer bir sürü yani bir topluluk halinde ise ilk yaptıkları iş bu topluluğu dağıtmak olmaktadır. Topluluğa değişik yönlerden saldırarak o topluluğu dağıtırlar, gözüne kestirdiği avları yalnız bırakırlar ve yalnız bıraktıkları avlarını da kolaylıkla avlarlar.
Ticarî veya başka amaçları için de, tabir yerinde ise, avlamak istedikleri insanları düşünce ve karar vermelerinde yalnız bırakarak onları kolaylıkla amaçladıkları tuzaklarına düşürürler.
Namus, ahlak konusunda olsun, vatan, millet anlayışı konusunda olsun; insanları birey olarak yalnız bırakmaya uğraşırlar. Yalnız kalan insanın da duygularını hislerini, etkileyerek amaçlarına uygun kullanılır hale getirirler. Kısacası ustalıkla tuzaklarına düşürürler.
Örneğin, aile ilişkilerinde aile birliği, aile bağlılıkları ustalıkla zayıflatılma uygulamaları yapılmaktadır. Aile bağlarının, dayanışma ve zayıflamasından kimler ne gibi faydalanırlar? Eşlerin birbirlerine, çocukların, anne, babalarına bağlılıkları ve dayanışmaları kalmazsa, bu zayıflıktan faydalanabilecek art niyetli çevreleri bir düşünün. Bu gibi durumlarda alkol, sigara, uyuşturucu, fuhuş gibi aklınıza gelebilen her türlü olumsuzluklara kolaylıkla kapılabilirler ve kolaylıkla sürüklenebilirler.
Din ve din inancının yok olduğunu bir düşünelim. Din inancının yok olması bireyler ve toplumlar üzerindeki sosyal yaşam açısından olumsuz etkisi ne olur? Dinlerde sık sık belirtilen, “Suçlarınızın hesabını vereceksiniz” inancının yok olduğunu bir düşünün neler olabilir? Bu inancın tamamen ve bütün insanlarda kalktığını düşünürseniz, bu kalkıştan doğan boşluğu ve yaygınlaşacak olumsuz hareketleri dünyevi kanunlarla önleyebilir misiniz?
Bu durumda, insanlarda “Öbür dünya diye bir şey yoktur, bütün hayat bu dünyadan ibarettir” düşüncesi yerleşir ve egemen olursa; insanların yapacakları çılgınlıkları, ahlaksızlıkların önlenmesini bırakın tam aksine teşvik edilmiş olunacaktır.
Bu fikirlerin karşısına çok değişik, akılcı görüşlerle çıkılması mümkündür. Benim burada ki amacım şu veya bu şekilde ileri sürülen olumsuz ve yıkıcı fikirlerle çatışmak olmadığı gibi bütün söylediklerimde ben haklıyım iddiasında değilim. Benim ısrarla belirtmek istediğim ve öyle sanıyorum ki sizlerin de çoğunlukla katılacağınız husus, insanın yalnızlaştırılması bir başka değişle, toplumsal yaşamdan soyutlaştırılarak bireyselleştirilmesi çalışmalarının insanları zayıflatacağı ve olumsuz sonuçlar getireceği olmasıdır. Derneklerin, kulüplerin ve benzeri toplulukların varlığı, hatta sosyal yaşamdaki artışlar bizleri kandırmasın. Bütün bu topluluklara rağmen insan yalnızlaştırılmakta, bireyselleştirilmektedir. Bireysellik, yalnızlaşma demektir.
Yalnızlaşma ise her türlü tuzağa düşmeye, kandırılmaya, aldatılmaya hazırlıklı durumda olmak demektir.
Bu durumu da bazı çıkar çevreleri çok güzel istismar ederek, insanları akıl almaz çıkarlarına alet edebilirler.
Yalnızlaşmanın boyutlarını size yaşanılan iki olayla anlatmak istiyorum.
Hangi ülkeden gelmiş olduğu önemli değil, Avrupa’dan bir psikolog Türkiye’yi ziyarete geliyor ve burada üçbeş ay kadar kalıyor. Bilim adamları girdikleri toplulukları bilimsel olarak da incelediklerinden bu psikolog da Türk toplumunu inceliyor ve bu arada oldukça geniş bir dost çevresi elde ediyor. Nihayet Türkiye’den ayrılma zamanı geliyor. Ayrılma zamanında da bir Türk doktu bu psikologa “Uzun zaman aramızda kaldın. Biz Türkler hakkında ne düşünüyorsun?” diye soruyor. Tabi ki bizim Türk “Siz çok çalışkan, cesur, misafir perver… insanlarsınız” gibi benzeri övgü sözleri bekliyor. Psikolog bu soruyu soran kişinin gözlerinin içine bakarak “Türkiye yalnızlar memleketi” diyor. Soruyu soran Türk şaşırınca da ona “Çünkü” diyor “Türk insanı kendi sorunlarını kendisi çözümleme gayreti içinde. Hiç kimse sorununun çözümü için en yakınına bile anlatmıyor veya anlatamıyor. Örneğin, kadın kocasına, kocası karısına, çocukları anne ve babalarına sorunlarını anlatamıyorlar. Herkes sorunlarını kendisi çözümlemeye çalışıyor. Çünkü herkes yalnızlık içinde” diyor.
Bilemiyorum siz bu hususta ne düşünüyorsunuz?
Bir  başka olay da, bir toplantıda sohbet ediyorduk. Ben o toplantıda yukarıda olayı anlattım. O toplulukta buluna bir beyefendi bana “Haklısınız” dedikten sonra başından geçen şu olayı anlattı.
“Üniversitede okuyan bir kızım var. Bir gün işten eve geldiğimde kızım karşıma geçerek bana “Baba, ben çok yalnızlık duygusu içindeyim” dedi. Ona, Kızım sen nasıl yalnız olursun, bak senin baban, annen var, ablan, ağabeyin var. Biz burada bir aileyiz. Sen nasıl yalnız olursun?” dedim. Kızım başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak “Baba sen de yalnızsın” dedi ve “Biliyorum senin de bir çok sorunların var, ama sen bu sorunlarını ne annemle, ne de bizimle konuşuyorsun, sen de yalnızsın baba” dedi. Kızım haklı idi. Gerçekten benim de içinden çıkamadığım sorunlarım var ve ben bu sorunlarımı ailemle bile konuşamıyordum. Bu sefer ben başımı önüme eydim, kızıma söyleyecek bir söz bulamadım  ve yalnızca dudaklarımın arasından 'Haklısın kızım' sözlerinin çıktığını fark ettim” dedi.
İşte bazı çevrelerce söz konusu ettiğimiz bu yalnızlık duygusunun artması için özel bir gayret sarf edilmektedir.
Çünkü yalnız olan insan, ne kadar bilgili ve kültürlü olursa olsun, karşılaşabileceği, başına gelebilecek her olay karşısında sağlıklı akıl yürütüp, sağlıklı karar veremez. Muhakkak bir yerde duygularına ve hislerine kapılır ve dolayısıyla yanlış kararlar verebilir. İşte bazı çıkar çevrelerinin de faydalandığı, insanların bu yalnızlık içinde yanlış karar verme olasılığının fazla olmasıdır.
Yalnız insanlar alkole, uyuşturucuya, kumara, fuhuşa ve aklınıza gelebilecek diğer suçlara ve hatalara, yanlış hareketlere daha kolaylıkla sürüklenebilirler, alet edilebilirler. İşte insanları birlik halde tutan, onların arasında bağlantı işlevi gören Vatan, millet, ulus duyguları ile gelenek ve görenekler, aile birliği anlayışı, din ve dinsel inançlar bazı çıkar çevreleri tarafından bu yüzden zayıflatılmak, yıpratılmak ve yok edilmek istenmektedir.
Bu durumdan kimler faydalanıp, kimler çıkar sağlar, bunun değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum.
Gelin bu gibi tuzaklara düşmeyelim, birleşerek, birlik olarak bu tuzakları bozalım.

ATOM, HÜCRE, FREKANS
İnsan başta olmak üzere, hücresel yapıdan oluşan bütün canlıların biyolojik ve fiziksel yapısı olan hücre incelendiği zaman, canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının da temeli anlaşılmış olur. Yani canlıların yapısının kimyasal ve hücresel iki ana yapıdan oluştuğunu görüyoruz. Hücrenin yapısını da kimyasal yapıdan ayırmak imkansız denecek kadar güçtür. Çünkü hücre yapısının içinde de kimyasal yapılar bulunmaktadır. Çünkü hücre zarı, protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden yapılmış olup, canlıda devamlı hareket halindedir. Hücre zarı hücreye girip çıkan kimyasal maddeleri kontrol eder. Hücre zarı neyi, nasıl ve niçin kontrol etmektedir? Hücrenin içine hücreye zarar verecek şeylerin girmesini denetleyip kontrol etmektedir. Bu kontrolün içinde cansız, ölü denilen faydasız nesneler de dahildir. Atom, cansız, ölü işe yaramayan şeyler ise hücre zarı bunları da hücrenin içine sokmaz. Demek ki, atom, cansız, ölü bir işe yaramayan bir nesne değil ki hücre ona kapılarını açıp içeri almaktadır.
Bu durumda şu soruyu soralım. Hücre ile atom arasındaki bu uyum ve iş birliği nedir?
Bu iş birliğini görebilmemiz ve değerlendirebilmemiz için atom ve hücrenin iç yapılarını ve bu iç yapılarından kaynaklanan oluşum ve işlemleri çok iyi bilmemiz gerekir. burada tekrar yazmamıza gerek yok, atomun ve hücrenin içindeki parçacıkları gözünüzün önüne getirin. Atomun içindeki parçacıklar da hücrenin içindeki parçacıklar da devamlı hareket  halinde bulunmaktadırlar. Hele ölü, cansız dediğimiz atomun içindeki hareketin hızlılığına ve atomun içindeki enerjiye akıl erecek gibi değil. Demek ki bu durumda atomun da, hücrenin de ortak karakteristik özelliği her ikisinin de iç yapısındaki hareketlilik ve bu hareketlilikten doğan çevrelerine yayınladıkları titreşimsel hareketleri, yani bir başka deyişle yayınladıkları frekanslarıdır. İşte, atomda, hücre de çevrelerine yayınladıkları bu frekanslarıyla bir hayatiyet bir canlılık vermektedirler. İşte vücudumuzdaki canlılık, kuvvet ve enerji vücudumuzdaki atom ve hücre yapımızın birlikte yayınladıkları bu frekanslardan kaynaklanmaktadır.
Peki, bu frekansların etkinliği vücudumuzda nasıl azalıyor veya artıyor? Bu frekansların azalması ve kuvvetlenmesinde etkin olan nedir?
Buna verilecek en kısa ve en güzel cevap, beynimiz yani düşüncelerimizdir.
Düşüncelerimiz de içinde bulunduğumuz durumlara göre değişkenlikler gösteren bir durumdur. Bu değişkenlikte moral durumumuzun büyük etkinliği vardır. Peki, insan yaşamında çok büyük etkinliği olan “moral” ne demektir? Moral denen şey insana ve insan yapısına nasıl etkilemektedir?
Moral, çok kısa ve öz olarak insanın içinde var olan içsel güçlerini yani manevi inançlarını güçlendirmek demektir. İnsanın bu iç güçlerini harekete geçirerek o insana cesaret duygusunu kazandırmak demektir. Halk deyimiyle insanı yüreklendirmek demektir.
Bu nasıl olmaktadır?
İnsanın aklına, beynine hitap ederek onun beynini, yani düşüncelerini etkilemek suretiyle olmaktadır. İnsanlar üzerinde, yapıcı güzellikler ifade eden etkili sözcükler, davranışların insan üzerinde bıraktığı olumlu etkiye moral diyoruz. Böylesine yapıcı, olumlu duygular içinde bulunan insanın beyin yapısı başta olmak üzere kalbi ve diğer organları bu olumlu ve yapıcılığın etkisi altına girer. Bu etki altında beyin çok daha yapıcı düşünceler üretir ve bu yapıcı düşünceler de iç organlarımıza, dolayısı ile beden yapımıza etki eder. Bu durumlarda beynimiz, kalbimiz ve diğer organlarımız birbirlerine uygun, dengeli frekanslar yayınlar ve bu frekanslar bizi dengeli, uyumlu davranışlara yöneltir.
Moral bozukluğu denilen durumlarda da bunun tam tersine beynimizi olumsuz sözcükler ve davranışlarla etkileyerek olumsuz düşünmesine neden olur. Bu düşüncelerle kalbimiz ve diğer iç organlarımız olumsuz etkilenerek,  başta beynimiz olmak üzere kalbimiz ve organlarımız uyumsuz,  dengesiz frekanslar yayınlamaya başlarlar.
Dengesiz ve uyumsuz bu frekanslar da genel dengemizi bozar ve bizim dengesiz davranışlarda bulunmamızda ve yanlış kararlar almamızda etkili olurlar.
Kısacası olumlu ve olumsuz bütün duygu ve düşüncelerimiz, kendi durumlarına uygun frekanslar yayınlarlar ve bu frekanslar da hücrelerimizi, organlarımızı ve dolayısıyla bütün beden yapımızı etkileyebilir. Bu etkileme olayında en hızlı ve en kuvvetli şekilde etkileyen inançlarımızdır ve özellikle iman derecesinde kuvvetli inançlarımızdır.
Birçok orduların veya kişilerin kendinden kat be kat kuvvetli olan orduları, kişileri yenmelerinin nedeni iman derecesindeki inançlarıdır. Bizim kurtuluş savaşını kazanmamızda en kuvvetli etken bu iman derecesinde inancımız olmuştur. Karşı devletler veya kişiler karşısındaki orduları veya kişileri yenmek için öncelikle onların manevi inançlarını yıkmaya, yok etmeye çalışır.  Karşı tarafın moral yapısını yani kendisine olan güven duygusunu yıktığınız an onu yenmiş sayılırsınız, çünkü en ufak bir darbede yıkılır gider.
İnsanları ve toplumları çok çabuk etkileyen ve çok çabuk kuvvet, enerji haline dönüşen inançlar vardır. Bu inançlar din ve Allah inancı, vatan, milliyetçilik inancı gibi inançlardır. Allah inancı genetik yapımız içindeki şifrelerde var olduğundan, Allah uğrunda yapılan dua ve ibadetler genetik yapımızı her şeyden daha çabuk etkiler.
Hücrelerimiz içindeki genetik yapımızla, atomlarımız içindeki kuantum yapımız birbirleriyle eşdeğer işlevler gördüğünden Allah inancıyla yapılan dua ve ibadetlerden her ikisi de aynı oranda etkilenmektedir. Dua ve ibadetlerden sonra insan vücudu çok daha huzurlu olur. Çünkü genetik yapımızla, kuantum yapımız aynı frekanslar içinde bulunurlar. Dikkat ederseniz bir insan hiçbir çıkar ve karşılık  beklemeden başkalarına yaptığı iyilikler karşısında da aynı huzuru duyar. Çünkü vücudumuzu oluşturan genetik ve kuantum yapımız iyilik, güzellik, doğruluğa göre şifrelenmiştir. Din ve Allah inancıyla olsun veya olmasın bir insan birilerine özellikle hiç tanımadığı bilmediği insanlara hiç karşılık, çıkar  beklemeden bir iyilik, güzellik ve doğru bir hareket yaptığı zaman içinde tarifi imkansız bir rahatlama ve huzur duygusu duyar. Aksine bir kötülük yaptığı zaman da yine anlamını bilmediği bir rahatsızlık ve huzursuzluk duyar. Gerçi bu duygular içinde yaşadığımız bu çağda oldukça değişime uğramış görüntüsü vermektedir. Bunun nedenleri de apayrı bir yazı konusu ama çok özet olarak da değinmeden geçemeyeceğim.
İnsanlarda olumsuz yöndeki bu değişimin başlıca iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi biyolojik bozulma, tabiattan elde edilen doğal beslenme ile değil, üretilmiş gıdalar, vücut yapımızdaki hücresel yapımızı genetik yapımıza kadar bozmaktadır. Biyolojik bozulmanın bir başka etkisi de, yediklerimizin helal mal ve helal kazançla elde edilmiş olmaması. Çünkü haram malda ve haram kazançta, madur durumda kalan kişilerin olumsuz düşüncelerle yayınladıkları olumsuz frekanslar doğal frekansları bozmaktadır. Bu durumda vücut yapımızda bir takım dengesizliklere, uyumsuzluklara neden olmaktadır.
İkincisi psikolojik bozulma. Düşüncelerimizi, iyilikten, güzellikten ve doğruluk alanından saptırarak olumsuz düşünceler içine girmemiz hatta bu olumsuz düşünceleri benimsememiz, onları yaşamımızın gereği haline getirmemizi ısrarla ve defalarca düşüncelerimizle yayınladığımız frekansla beden yapımıza, hücrelerimize hatta genetik ve kuantum yapımıza gelinceye dek etkilediğimizi belirtmiştik. İşte benimsediğimiz bu olumsuz düşünceler öylesine egemen olmaktadır ki, bizde önceki iyi, güzel, doğru düşüncelerimize üstün gelerek olumsuz etkinliğiyle egemen olmaktadır. Bu egemenlikte gördüğünüz gibi yaşamımıza etkilediği gibi beden yapımızı da etkilemektedir.
Cinsel sapıklıkların, homoseksüelliğin artışının bir nedeninin de bu durumlarda aramalıyız. Bu durum, düşüncelerin etkilemesi ve etkilenmesine en güzel örnektir.

Tabiattaki Gizli Güç
Şimdi bizim bu açıklamalarımızı bazı çevreler bilimsel bulmayabilir ve bu açıklamalara bilimsel bulmadıkları için karşı çıkabilirler. Bu gibi kişilere, daha bilimsel deneylerle elde edilmiş bazı sonuçları bilgilerine sunalım.
Vereceğim bilimsel deneyler, daha önce söz ettiğim “Bitkilerin gizli yaşamı” kitabından olacaktır.
Biliyorsunuz, tarım alanında ve ağaçlandırma işlemlerinde aşılama denilen bir uygulama bulunmaktadır. Ağaçlarda yapılan aşılama uygulaması sonucunda yapılan bir bilimsel araştırmada, aşılamak için bir ağaçtan alınan küçük dal parçasına “çelik” denilir. Çelik parçasının alındığı ağaca “ana” ağaç, çeliğin aşılandığı ağaca da “yavru” ağaç diyelim. Elektronik aletlerle yapılan bir incelemede aşılama işleminin yapıldığı andan itibaren, ana ağaçtan yavru ağaca doğru bir biyomanyetik dalga akımının oluştuğu görülmüştür. Yani aşı alınan ağaçla aşılanan ağaç arasında manyetik bir bağlantı, bir iletişim olgusunun oluştuğu saptanmıştır.
Fransız bilim adamları, bu aşılanma olayında aşı veren ana ağaçla aşılanan yavru ağaç arasındaki bu biyomanyetik iletişim olayının uzaklığının ne olabileceğini merak ediyorlar ve sonunda bunu deniyorlar. Siz de hafızanızı bir yoklayın, aşı veren ağaçla aşılanan ağaç arasındaki bu biyomanyetik bağlantının, iletişimin uzaklığı ne olabilir? düşünebiliyor musunuz?
Fransa topraklarında bulunan bir ağaçtan aşı yapmak için bir aşı çubuğu alınıyor ve bu çubuk Güney Amerika’da aynı cins bir ağaca aşı yapılıyor. Ve bu iki ağaç arasında bir biyomanyetik bağlantının, iletişimin kurulduğunu hayretler içinde tespit ediyorlar.
İşte aşılanan ağaçlar arasında oluşan bağlantı ve iletişim olayı, insanlar arasında da özellikle genetik bağları bulunan insanlar arasında da bu bağlantı ve iletişim olayı olmaktadır. Anlattığımız olayda özbaba ile çocuk arasındaki olumlu, çocukla üvey baba arasındaki olumsuz bağlantı ve iletişimin nedeni genler arasındaki bağlantı ve iletişimdir. Genler arası bu bağlantı ve iletişim olayı normal koşullardan çok, olağanüstü olaylarda meydana gelmektedir. Örneğin, bir anne, kendisinden çok uzaktaki çocuğunun başına gelen çok iyi veya çok kötü bir olayı algılayabilmektedir. Belirttiğimiz gibi bu normal koşullarda değil olağanüstü olaylarda olmaktadır. Ve her zamanda muhakkak olacaktır şartı da söz  konusu değildir. Bu genellikle karşılıklı düşünüldüğünde telepatik algılama gibi oluşan bir olaydır. Çünkü olağanüstü olaylarda genetik yapılardan olağanüstü güçlü frekanslar yayınlanır.
Şimdi bu oluşumu yeni genler arası genetik bağlantısı, iletişimi ve etkileşimi daha genelleştirerek açıklamak istersek. Evrende bitki olsun, hayvan ve insan olsun, hem cinsleri arasında genetik bağlantıları nedeniyle, aralarında bir bağlantı, iletişim ve etkileşim içinde bulunmaktadırlar. Dünyamızda da genetik yapısı olmayan bir varlık olmadığına göre aralarında bağlantı, iletişim ve etkileşim olmayan varlık da yok demektir. Yani gen yapısına sahip bütün varlıklar arasında, kendi hem cinsleri arasında, bir bağlantı, iletişim ve etkileşim bulunmaktadır.
Peki bu genetik yapıların  toplamı nereye bağlıdır, nereyle iletişim ve etkileşim içindedir?
Genetik yapılar, genetik yapıları oluşturan bir güce bağlıdır.
Bu güçte Allah’tır. Bunun böyle olduğunu da Kur’an’daki şu ayetlerle biliyor ve kabul ediyoruz.
·                                “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır diyor”.
·                                “Düşünen bir toplum için, bu bitkilerde elbette alınacak dersler vardır”
NAHL Sur. 16/11
·                                “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi (Allah’ın) birer ümmeti olmasınlar…
ENAM Sur. 6/38
Buraya kadar yaptığımız açıklamalarla Kur’an ayetleri arasındaki bağlantıyı siz kurunuz ve kararınızı kendiniz veriniz.

KUANTUM ve MANEVİYAT
Haklı olarak, buraya kadar yazılan, anlatılanların din ile kuantum ile ilgisi nedir sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya, maddenin bir parçası olan atomun içindeki kuantum parçacıkların dinle maneviyatla ilgisi ve bağlantısı nedir? sorusunu da ilave edebiliriz.
Haklı olarak bizleri bu düşüncelere yönelten, atom ve hücreyi yalnızca fizik, kimya ve biyolojik yapılarıyla değerlendirmemizdir. Bilim, atom ve hücrenin fizik, kimya ve biyolojik yapısının dışında da özelliklere sahip olduklarını veya olabileceklerini düşünmüyor. Düşünmediği için de atom ve hücre yapısını bu yönüyle bilimsel olarak incelemiyor. Bugün için bilimi ilgilendiren atomu hücrenin yalnızca fizik, kimya ve biyolojik yapılarıdır. Çünkü bu yapıları bilimsel olarak laboratuarlarda incelenebiliyor. Atom ve hücrenin laboratuar ortamında incelenemeyen yapıları ve özelliklerini ya görmüyoruz veya görmemezlikten geliyoruz.
Örneğin, hücre yapısının genetik şifresinin çözümlendiğini ABD başkanı Bill Clinton çok enteresan bir sözle açıkladı. Bu açıklamayı bilerek bilinçli bir şekilde mi yaptı, yoksa buluşlarının büyüklüğünü anlatabilmek için bir espri olarak mı söyledi bunu bilemiyorum. Bill Clinton “Allah’ın dilini öğrendik” dedi. Hücrenin içinde yani o biyolojik yapı içinde Allah ve Allah’ın dilinin ne ilgisi ve ne bağlantısı vardır?
Bunu anlayabilmemiz için beden yapımıza hayatiyet kazandıran hücre yapımızın birkaç özelliğini bilmemiz gerektiği inancındayım.
Örneğin; öncelikle vücudumuzun hayat kaynağı olan kan hakkında küçük bir bilgi verelim.
Kan: Soluk sarı renkli bir sıvı olan plazmayla, durduğu zaman çökerek plazmadan ayrılan al ve akyuvarlar hücrelerden oluşmaktadır. Kan da bu iki hücrenin birbirlerine oranları belirli olup, bu oranda görülecek değişiklikler, hastalığa işaret eder. Normalde, 1 milimetre küpte 4,5-5,5 milyon alvuyarla, 4000-10000 akyuvar ve 150000-400000 trombosit vardır. Trombosit, kanda bulunan, çekirdeksiz, ufak, yuvarlak, renksiz hücrelerdir.
Vücudumuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücrelerinden yalnızca 1 hücre tanesinde, tam 280 milyon hemoglobin molekülü bulunur. Hemoglobin, kırmızı kan hücrelerinin yapısının yaklaşık üçte biri, hemoglobin adlı bir pigmenttir (renk maddesidir).
Bilimsel olarak bir insan vücudunun yaklaşık 100 trilyon hücreden oluştuğu kabul edilmektedir. Vücudumuzda 200 den biraz fazla değişik yapısı bulunmaktadır. bunlar organlarımızı oluşturan hücrelerdir. Örneğin kalpteki hücre ile karaciğer, akciğer, böbrek gibi diğer organlarımızı oluşturan hücreler birbirinden farklıdır. Her organı oluşturan hücrede o organdaki görevini ve işlevini çok iyi bilmekte ve en iyi bir şekilde yapmaktadır. Her hücre grubu görevini en iyi şekilde yapması için özsel olarak düzenlenmiş durumdadır.
Bir hücre yapısının içinde sitoplazma, protoplazma gibi ana maddelerin dışında RNA, DNA denilen moleküler yapı bulunmaktadır. DNA molekül zincirinin bir bölümünü de genler oluşturmaktadır. Bu genetik yapı hangi insanın yapısında bulunuyorsa o insana ait 30 bin şifre taşıdığı son bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.
Lütfen, şimdi biraz düşünün ve gözünüzün önüne getirin. Elektromiskopla bile zor görülebilen bir hücre. Bu hücrenin içinde DNA ve DNA’nın da içinde bulunan bir genetik yapı ve bu genetik yapı içinde insanla ilgili 30 bin ve belki de daha fazla şifre bulunmaktadır. Bu şifreler saç ve göz rengimizden tutun da biyolojik yapımızın yanında yakalanma ihtimalimiz olan bütün hastalıkların şifreleri bulunmaktadır. Bu oluşuma akıl erdirebiliyor musunuz?
Hücre yapımızın içinde bilimsel olarak tespit edilen DNA ve genetik şifrelerimizden başka, şifreler de bulunmaktadır. Bu  şifrelere ister manevi, isterseniz psikolojik şifreler deyin. Adına ne derseniz deyin, yalnızca bilinen ve saptanabilen şifreler dışında bugüne dek saptanamayan ve henüz bilimsel olarak ele alınmayan hücre yapımız manevi ve psikolojik özeliklere de sahip bulunmaktadır. Bunlar bilimsel olarak hücre yapımız üzerinde tespit edilebilir mi? bunu bilemiyorum. Yalnız hücre yapımızın manevi veya psikolojik yapısı dediğimiz yapıyı bilimsel aparatlarla değil, dışa vurumlarla görebiliyor ve saptayabiliyoruz.
Örneğin, sevinç, korku, üzüntü, utanma, cinsel duygu gibi birçok psikolojik durumumuzun bedensel yapımız üzerindeki etkileşimlerini gözlerimizle görebiliyoruz.
Peki hücrelerimiz bu psikolojik duygularımızı veya düşüncelerimizi nasıl almakta, nasıl etkilenmekte ve bunlara nasıl cevap vermektedir? Hücre yapımızın değişik duygulara eşdeğer tepkimeler veya eşdeğer karşılıklar verdiğini görüyoruz. Hücreler bu değişik duygusal algılamaların değerlendirmesini nasıl yapıyor ve her duygusal algılamaya eşdeğer tepkiyi hangi algılama veya hangi akılla cevap veriyor?
Hücrelerin içinde, bilimsel olarak saptanan genetik yapı içindeki şifrelerin dışında manevi veya psikolojik diyebileceğimiz şifrelerin de bulunduğunu söyledik. Peki bu şifreler nasıl etkilenmekte ve bu etkileşim nasıl cevap vermektedir?
Lütfen dikkat edin. Sevinme, korkma, üzülme gibi psikolojik duygular içine girdiğimiz zaman beden yapımızda meydana gelen değişimlere dikkat edin. Bu değişimler nerede ve nasıl olmaktadır? Diyelim ki, sevinme üzülme gibi psikolojik bir duygu içine girdik ve duyguları kalbimiz veya beynimiz algılayarak vücudumuzu oluşturan hücre yapımıza gönderdi. Gönderilen bu duygular, içtiğimiz su gibi, bedenimizi dolaşan kan gibi bir şey değil ki hücrelerimize gönderilebilsin. Bunlar fiziksel, kimyasal veya biyolojik yapıya sahip şeyler değil ki fark edilip algılanabilsin. Öyle ise bu psikolojik durumlar nasıl algılanıyor? Örneğin, bir cinsel ilişki düşündüğümüz zaman neden vücudumuzdaki başka organlar değil de, yalnızca cinsel ilişki ile ilgili organlardaki hücreler bu düşünceleri veya duygusal durumu algılayarak etkileniyor?
Vücudumuzu oluşturan organlarımızda her organın hücresel yapısının o organda göreceği göreve ve işlevine göre oluşmuş olduğunu belirtmiştik. İşte her organımız kendi işlevine özgü sinyalleri aldığında kendi işlevini yerine getirmek için harekete geçmektedir. Her sözün ve her düşüncenin, duygunun kendine özgü bir frekansı vardır. İçinde bulunduğumuz psikolojik durumlarımızı yansıtan, psikolojik durumlarımıza göre değişik frekanslara sahip olan frekanslardır. Psikoloji durumlarımıza ait bu frekanslarımızı önce beynimiz alır ve beynimiz bunları vücudumuzun iç yapımıza yansıtır. Yansıtılan bu frekanslar, vücudumuzu oluşturan organlarımız ve bu organlarımızı oluşturan hücrelerimiz tarafından algılanır.
Hücrelerimiz algıladıkları bu frekanslara karşılık eşdeğer bir frekans yayınlayarak cevap verir. Yani her organımız ve her hücre yapımız kendisi ile ilgili frekansları algılar ve onları değerlendirir ve ona karşılık verir. Kendisini ilgilendirmeyen başka frekansları, yani başka duygusal ve psikolojik durumları algılamaz, onlara cevap vermez. Demek ki her organın hücre yapısı öyle özel bir yapıya sahip bulunmaktadır ki, yalnızca kendisini ilgilendiren frekansları veya sinyalleri algılar ve bu algılama durumuna göre de işlemini yapar. Organlarımız ve o organlara özgü olan hücrelerimiz kendilerini ilgilendiren, kendilerine özgü frekansları algıladıktan sonra onları DNA veya genetik yapımızla veya hücre yapısıyla çevresine frekans şeklinde yayınlar. İşte genetik yapımızın manevi ve psikolojik özelliklere sahip olması durumu bu durumdur. Genetik yapımız, hücrelerimiz bunları yayınlar fakat bu alanda yeterince bilimsel çalışma ve araştırma olmadığı için hücrelerimiz tarafından yayınlanan bu frekansların ya farkında değiliz veya farkında olsak bu frekansların ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Bu frekansları, körlerin veya telgraf haberleşmesinde kullanılan mors alfabesine de benzetebiliriz. Bu alfabeler nasıl bir takım işaretlerden oluşuyorsa ve ancak o işaretlerin anlamlarını bilen ancak o alfabeyi okuyabiliyorsa, hücrelerimiz tarafından yayınlanan frekansların şifresini çözebilenler ancak o frekansları okuyabilenlerdir.
Dua ve ibadet gibi içinde bulunduğumuz manevi duygularımızı ilgili organlarımızın hücreleri algılamakta ve bunları yayınlamaktadırlar. İçtenlikle yaptığımız dualar, öncelikle kalp ve beyin hücrelerimiz tarafından algılanmakta, değerlendirilmekte ve yayınlanmaktadır. Dua ve ibadetlerden sonra beden yapımızda duyduğumuz huzur, rahatlık duygusu dualarımızın hücrelerimiz tarafından algılandığına ve değerlendirildiğine bir işarettir.
Dua ve ibadetlerimizden sonra bir rahatlık ve huzur duymuyorsanız bu dua ve ibadetlerinizin en başta kalp ve beyin hücreleriniz tarafından algılanmamış demektir.
Bir başka deyişle, genetik yapımız içinde 30 bin materyalist diyebileceğimiz şifre varsa onun karşıtı olarak 30 bin tane de manevi diyebileceğimiz şifre bulunmaktadır. Nasıl madde ve madde karşıtı varsa, hücre yapımızda da ne kadar maddemsi olgu varsa o kadar da manevi olgu olduğu düşüncesindeyiz.
Eğer yaşamımızda gerçek bilime ulaşmak istiyorsak maddesel bilimi kabul ettiğimiz gibi madde dışı denilen varlıklarında varlığını bilimsel olarak kabul etmeliyiz. Yani bilimi yalnızca maddesel varlığı ve görünümü ile değil, madde dışı dediğimiz varlıkların da varlığını kabul etmeliyiz ve bunların ikisini birlikte değerlendirmeliyiz. Biz, yani insanlık ancak o zaman gerçek bilime ulaşabiliriz.
Peki, hücre ve hücre içi varlıkların görev ve işlevlerini az çok açıklamaya çalıştık, peki atom nedir? Atomun hücreden bir farkı var mıdır? Atom da aynı görev ve işlevlere sahip değil mi?
“Maddenin hücreleri atomlar, canlıların atomları da genetik yapısıdır” diyebiliriz. Yani atomla hücre arasında işlev bakımından nasıl bir fark yok her ikisi de özde birse, kuantumla genetik yapıların da işlev bakımından aralarında bir fark yoktur. Yani kuantum ile genetik yapı veya sistem her ikisi de özde birdir.
Bugünkü bilim atomu cansız, hücreyi canlı olarak tanımlamakta ve kabul etmektedir. Acaba doğru mu? Evet bugünkü bilime göre doğru ama bilimin bilgisini biraz daha derinleştirirsek, atomun özüne inersek, orada hücreden pek farklı bir şey göremiyoruz. Bir şey düşünün, içinde akıl almaz bir enerji ve hareketlilik bulunsun, siz buna cansız diyebilir misiniz? Her canlının kendine özgü bir canlılık ifadesi varsa atomunda kendine özgü canlılık ifadesi bu olamaz mı?
Dünyamızda veya evrende öyle ortamlar var ki, bizim bilimsel anlayışımıza ve kabulümüze göre burada canlı yaşamaz diyoruz, canlının yaşamasına uygun değil diyoruz. Fakat bir de bakılıyor ki canlı yaşamaz  denilen ortamda o ortama uygun kendine özgü bir takım canlıların varlığı ortaya çıkıyor.
İnanın, atomun iç yapısıyla hücrenin iç yapısı arasında hiç olmazsa işlev bakımından bir fark bulunmamaktadır. İkisi de kendi bünyelerinde kendi yapılarına uygun işlevler görmektedir.
Biz, daha doğrusu bilim hücreyi canlı, atomu sansız kabul ediyor değil mi?
Gelin bazı çevrelere fantezi gibi gelecek bir mantık  yürütelim. Atom cansız yani ölü bir varlık. Bu durumda kendimize ve bilime şu soruları soralım ve cevabını arayalım.
Ölü yani cansız dediğimiz bir varlık hiçbir işe yaramaz bir varlıktır değil mi? o zaman ölü, cansız hiçbir işe yaramayan bu atomların insan vücudunda ne işi var? Ölü, cansız dediğimiz bu atomların vücudumuzda yokluğu veya eksikliği nasıl oluyor da hastalıklara neden oluyor? Ölü, cansız bu varlıklar nasıl oluyorda vücudumuzda kuvvet, sağlık, canlılık kaynağı oluyor? Vücudumuzda demir, çinko gibi madeni eksikliklerden meydana gelen hastalıkları gidermek için vücudumuza demir, çinko veren gıdaları veya ilaçları alarak hastalığımızı tedavi ediyoruz. Ölü, cansız atomlar, bu hastalıkları nasıl tedavi ediyor? Vücudumuz öyle bir çalışma sistemine sahip ki, hücre sistemimiz, vücudumuz içinde ölmüş, işe yaramaz hale gelmiş hücreleri ve benzerlerini derhal vücudumuzdan dışarı atmaktadır. Bu sistemle çalışan vücudumuz ölü, cansız atomları ne yapsın, onları derhal bünyesinden dışarı atmaz mı? Atom ve hücreler nasıl bir uyum ve anlaşma içindeler ki birbirlerine yardımcı oluyorlar ve birlikte vücudumuzun sağlığını koruyorlar? Bu ve buna benzer daha birçok sorular sorabiliriz. Bizim amacımıza bu kadar soru yeter diyerek bu soruların cevabını birlikte arayalım.
Yazının başlığı okunur okunmaz bazı kişilerin, “hoppala kuantum fiziğinin din ile ne ilgisi var, bu kadar da olmaz artık” dediğini duyar gibi oluyorum. Bunu bu şekilde söyleyenler de, düşünenler de haklıdırlar, çünkü din ve din anlayışı biz insanlara belli kurallar ve belli kalıplar içinde anlatıldı ve öğretildi. Yani, öğretilen kuralları uygularsan dindarsın, uygulamazsan dindar değilsin gibi bir anlayışın ve mantığın etkisi ile yetiştik. Dinin, belli şekillerin ve belli kalıpların uygulanması olmadığını çok geç öğrendik. Bu öğrendik sözcüğünü belirli kişiler açısından söylüyorum, yoksa bunu halâ öğrenememiş büyük bir çoğunluk bulunmaktadır.
Din nedir; sorusunu soralım ve bunun cevabını bilimsel verilerde hep birlikte araştıralım.
Din; adına Allah dediğimiz bir yaratıcının ve bu yarattıklarını yöneten bir gücün varlığına inanmaktır.
Peki, varlığına inandığımız bu yaratıcı ve yönetici gücün varlığını nerede ve nasıl göreceğiz?
Öncelikle Allah’ın yaratıcı ve yönetici varlığına bakalım. Allah’ın varlığını görebilmemiz için, adına “doğa” dediğimiz varlığın var oluşunu sağlayan, oluşturan varlıkların var oluş ve işleyiş sistemlerini bilimsel olarak incelemeye çalışalım. İncelemenin özüne inmesek bile hiç olmazsa yüzeysel olarak fakat akılcılıkla bakmaya çalışalım.
Doğanın işleyiş sisteminin öz yapısına inebilmemiz için, o varlıkların en alt birimine inmeliyiz. Doğa varlıklarının en alt birimi “Atom ve Hücre”dir.
Doğadaki varlıkları oluşturan en alt birim olan atom ve hücre, insan denen varlığın yapısının da en alt birimini oluşturmaktadır. Dolayısıyla doğayı olsun, insanı olsun tanımak ve anlayabilmek için öncelikle onların oluşumunu oluşturan atom ve hücre yapısını çok iyi bilmemiz gerekir. Atom ve hücre yapısının işlevini bilmeyen bir insanın, ne doğayı ne insanı ve ne de Allah’ı bilmesi ve anlaması mümkün değildir.
Gelin, çok basit ve anlayacağımız bir şekilde maddelerin ve varlıkların temel taşlarından biri olan atom varlığını yüzeysel de olsa anlayabileceğimiz bir şekilde öğrenmeye ve anlamaya çalışalım.

ATOM:
Atomun, varlığın ve maddenin en küçük parçası olduğunu sanıyorum. Atomun varlığı eski Yunan medeniyetlerinde M.Ö.’den beri bilinmektedir. Yakın bir tarih diyebileceğimiz zamana kadar okullarda kimya dersinde, “maddenin en  küçük parçası atomdur” – “atom, maddenin parçalanamayan en küçük parçasıdır” diye öğretilirdi. Laboratuarlarda elektro mikroskopla atom yapısının iç varlıkları görünüp incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun yapısı elektro mikroskoplarla incelenmeye başlandıktan sonra, bütün bilinenler değişime uğradı. Atomun iç yapısına girildiğinde, her maddenin kendine özgü atom yapısına sahip olduğu görüldü. Atomun içinde bir çekirdek denilen parça ve bu çekirdek denilen parçanın etrafında dönen nötron ve elektronlar bulunmaktadır. İşin en enteresan ve orijinal tarafı her maddenin, atomun içindeki nötron ve elektron sayısının değişik olmasıdır. Her atomdaki elektron sayısının değişik olması, o atomun nitelik ve özelliklerinin değişik olmasını ifade etmektedir.
Atomun yapısı içinde en küçük parçacığın çekirdek ve elektronlar olduğu sanılırken, çekirdeğin de içinde küçük parçacıklar olduğu tespit edildi. Çekirdek içindeki bu küçük parçacıkların önce üç parça olduğu ve bu parçacıklara Quantu-Kuantum denildi. Fakat son bilimsel araştırmalar sonucunda, bu kuantum parçacıklarının sayısı üzerinde de yeni buluşlar ortaya çıktı. Bu sayı önce beş, daha sonra altıya çıktı. Bu sayı daha artacak mıdır, bugün için kesin olarak bilinmiyor.
Peki, bütün bunlar atom yapısında neyi veya neleri ifade etmektedir?
Bunu açıklayabilmek için öncelikle atom çekirdeğinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Atom çekirdeği kendine özgü bir çekim kuvvetine sahip bulunmaktadır ve bu çekim kuvveti sayesinde çevresinde elektronlar, proton ve nötronlar dolaşmaktadır. Bütün bunlar, atom çekirdeğinde çok büyük bir elektriksel güç, elektriksel enerji oluşturmaktadır.
Bir atom çekirdeğinin parçalanması sonucu çok büyük bir enerji ortaya çıkmaktadır. Atom bombası denilen enerji de işte bu çekirdeğinin parçalanması sonucu ortaya çıkan bir enerjidir. Atomun parçalanmasından elde edilen enerjiyle çalışan bir atom denizaltısı yapıldı. Bu atom denizaltısı bütün dünyayı deniz altından dolaşıp geldi. Bunun için ne kadar yakıt kullanıldı biliyor musunuz? Portakal büyüklüğünde bir uranyum kullanıldı. Bu, binlerce atom petrole yakın enerji demektir. Bununla bir atom tanesindeki enerjinin gücünü düşünebiliyor musunuz?
Bu açıklamalarla şu hususu belirtmek istiyorum. Bilimsel verilere göre bir insanın beden yapısı 60 ile 100 trilyon hücreden oluşmaktadır. Bir hücrenin içinde kaç atom bulunmaktadır, bu da kesin ve sabit bir sayı ile açıklanabilmiş değildir.
Şimdi de bir tek atom parçasının yapısını ve özelliklerini, yine yüzeysel olarak açıklamaya çalışalım.
Bütün atomlar kendi yapılarına ve özelliklerine özgü çevrelerine ışın, vibrasyon, titreşim, manyetik dalga, elektronik dalga gibi benzer yayınlar yaparlar. Bu durumu fizikçi Nick Herbert şöyle açıklamaktadır: “Dünya, sadece yüzeysel baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbasıdır”. “Olanlarla olacakları bizler gözlem aletlerimizle belirlemekteyiz” diyen Bohr’a, John Wiheler “Bizler sadece gözlemci değiliz, olanları anlatma hakkımız olduğu gibi, oluşturan da yine bizleriz” diyerek, Bohr’un bu görüşlerine katılmaktadır.
Bilimsel olarak yapılan bu gözlemler nelerdir ve bu oluşumları da oluşturan yine bizleriz demekle ne denmek istenmektedir?
Bir atom taneciği proton, nötron, elektron ve çekirdekten oluşmaktadır. Fakat çekirdeğin içinde de kuantum denilen parçacıkların bulunduğu da son bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Bu kuantum parçacıklarının sayıları ne olursa olsun, üçlü gruplar halinde bulundukları saptanmıştır. Bunlara da kuark grubu denilmektedir.
Şimdi atom üzerinde yapılan araştırmalara, çok eskilere gitmeden, yakın tarihlerdeki bilimsel açıklamalar şöyle bir bakalım:
1831 – Michael Faraday: Mıknatısın etrafında hatlar meydana getiren görünmez manyetik kuvvetlerin var olduğu hipotezini ortaya attı.
1861 – James Maxwel : Elektro manyetizma kanunlarını formüle etti. Buna göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
1900 – Philippe Lenard: Elektronun foto-elektrik olayında rolünü ortaya koydu.
1905 – Albert Einstein : “Quantifiye olmuş ışıklı enerji modelini” teklif etti.
Foton : Bu, kara madde içinde ve foto-elektrik olayında, enerji değişimlerinin kuantifikasyonunu izah etmeye izin verdi. Bir ışık dalgasının (huzmesinin, demetinin) enerjisi “uniform” (tek biçimli) olarak dağılmaz ve fakat “ışık tanecikleri” içinde yoğunlaşmış (konsantre olmuş) vaziyette dağılır ki bunlara foton denir. Fotonlar, “belirlenmiş bir miktar enerji” taşırlar. Bir fotonun enerjisi, dalga boyuna (uzunluğuna) bağlıdır.
Bundan sonraki açıklamalarımızda sık sık geçeceğinden aşağıdaki terimlerin tanımını açıklamakta fayda var.
Foto: Işık,
Foton: Işık veren, ışık tanecikleri taşıyan parçacıklar,
Fotoelektrik: Işığın etkisiyle elektrik üretme-ışık ışımalarının etkisiyle oluşan her türlü elektrik olayı,
Kuantum: Enerji paketçikleri, ışık enerjisinin  dalga paketleri halinde aktarılmasıdır.
1923 – Arthur H. Compton: X ışınlarının uzunluğunun, hafif atomlar tarafından yayıldıklarında arttığını belirledi. Bu, X ışınları cismin tabiatlarını (özelliklerini) ortaya koydu.
Yani, atomlardan ve hücrelerden, aslında hücrelerden sandığımız X ışınları da, o hücrenin içindeki atomdan yayınlanan ışın veya ışınlardır. Bu ışınlar, yayınlandığı atomun veya hücrenin bazı yetenek ve özelliklerini yansıtmaktadır. İleride yapacağımız açıklamalarda bu hususu lütfen hatırlayınız.
1926 – Eryin Schroedinger: Atomlardan yayınlanan dalgaların işlevinin zaman içinde tekamülünü (gelişimini-olgunlaşmasını) tanımladı.
1926 – Max Born: Atom dalgalarının işlevlerine bir izah (açıklama) getirdi.
Bir mekânda bu dalgaların varlığı orada bir parçacığın varlığının ihtimalini (olasılığını) temsil eder.
Bir başka deyişle, bir maddeden, atomdan yayınlanan dalgalar, o maddenin varlığının kanıtı olmaktadır. Yer altındaki madenlerin bulunması; madenlerin yayınladıkları kendilerine özgü dalgaların aparatlarla algılanması ve değerlendirilmesi sayesinde olmaktadır. Çünkü her maden ya da madde kendi atom yapısına göre ve kendine özgü bir dalga, yani frekans yayınlamaktadır. Yayınlanan bu dalgalar, frekanslar değerlendirilerek, görünmediği halde yer altında hangi madenin bulunduğu tespit edilebilmektedir.
1927 – Clinton Davisson ve Lester Germer: Elektronların dalgalar gibi davrandığını (etkin olduğunu) iddia ettiler.
Aynı zamanda bu dalgalar, kendilerini oluşturan elektronların davranışlarının da kanıtı olmuyor mu?
1929 – Estermann ve Otto Sterin: Ağır moleküllerinde dalgalar gibi davrandığını, etkin olduğunu ortaya koydular.
Fizik biliminde fizikçiler arasında, ışığın parçacık mı, dalgacık mı olduğu hususu uzun süre tartışılmıştır.
Örneğin Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazı fizikçilere göre ise ışık tamamen dalgacıktır.
Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koymuştur. Doğrusu da budur. Çünkü ışık bu iki özelliğe de sahip bulunmaktadır. bunu ileride yapacağımız açıklamalarda sizler de göreceksiniz.
Max Planck: Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara Quant-Kuant kavramını ilk kullanan kişi olmuştur.
Einstein ise kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer olarak kullanmıştır. Çünkü Einstein’a göre “foton”; “ışık veren ve ışık taneciklerini taşıyan parçacık” olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “Optik Quant” kavramı da kullanılır. Çünkü fotonlar aynı zamanda elektro manyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak kabul edilmektedir.
Parçacık (partikül) Teorisi ve Dalga teorisi; ışık parçacıklarından meydana gelir, ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Evren üzerinde var olan bütün varlıklarda görünen enerji ve maddi olan ne varsa kuantlardan oluşmuştur, kuantlardan meydana gelmiştir. Bir fotonun taşıdığı enerji değişebilir.
Örneğin kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az enerji taşır. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini belirleyebiliriz. Daha fazla enerjisi olan fotonların  kütlesi daha büyüktür. Bu manada, daha ağırdırlar ve bir engele çarptıklarında daha büyük bir basınca sebep olurlar.
Evrendeki bütün dalgalar osilasyonların, yani salınım ve titreşimler sonucu oluşmaktadır. Bütün dalga hareketleri iki ana yapıya sahip bulunmaktadır; frekans ve dalga boyu.
Buraya kadar bütün yazdıklarımızı Albert Einstein’ın görelilik ve izafiyet teorisi denilen formül ile formüllendirebiliriz.
Enerji = kütle x ışık hızının karesi. (E = mxc2)
Bu formülde : E = Enerji, M = Kütle ve C = ışık hızı’dır.
Einstein’ın bu teorisi, bilim dünyamız ile yaşamımıza neler kazandırmış ve kazandıracaktır?
Bu teoremle maddi varlıklar yalnızca göründükleri cisimsel varlıklarıyla ele alınmadı, aynı zamanda o maddelerin iç varlıklarına girildi ve daha da girilecektir. Maddenin iç varlığına giriş, bilim insanını yalnızca maddelerin “maddi yapısını” değil, ayrıca onun psikolojik veya maddi yapısından da önemli olan akıl ve ruh varlığı da denilebilen tarafını incelemeye doğru götürecektir.
Einstein bu teori ile, madde ve enerjinin aslında aynı şey olduğunu ortaya koymuştur. Yani, maddenin aslında enerjinin bir görüntüsü olduğunu kanıtlamıştır.
Buna göre; kolaylıkla ışığın bir madde olduğu söylenebilir. Çünkü madde enerjiye dönüşebilmektedir. Bunun en tipik örneği, Maddedeki atom yapısının elektrik enerjisine ve atom bombasına dönüşmesidir.
Evrende var olan bütün varlıklar, yani atom ve hücresel yapıya sahip bütün varlıklar, evrene sürekli olarak yapılarından enerji yayarlar.
Enerji çok hızlı bir madde veya madde çok yavaş (veya durağan) bir enerjidir. Aradaki fark “hız”dır. Elektrik akımının bir iletici vasıta ile iletilmesi gibi, canlılığın iletimi içinde genetik birimlerine ihtiyaç vardır.
Evrende herşey zıddıyla birlikte vardır. Bu bilimselliğin gereği olarak, maddenin de bir karşıtı ya da simetriği mevcuttur. Bu da anti-madde (karşıt madde-zıt madde)'dir.
Madde artı değildir. Sıfırdan daha ağır, uzun, buna mukabil yavaştır. Enerji ışık hızında devindiği, hareket ettiği için sıfır değerlidir. Madde, kütlesini bu hızda muhafaza edemez, koruyamaz. Kuantlara (boyutsuz, ağırlıksız) varlıklara dönüşerek kütlesini yitirir, sıfırlar. Işık hızına ulaşan bir insanın öz kütlesi sıfır grama iner, boyu da sıfır cm.dir, yani maddi varlığı ortadan kalkar.
Eğer madde, ışık hızının ötesine ulaşırsa, bu kez eksi değerden söz edilir. Bu değerler bugün elimizde mevcut araçlarla ölçülemez. Dolayısıyla böyle bir varlık ölçülemez ve görülemez. Örneğin, şuur/bilinç böyle bir varlıktır, yani uzay-zaman boyutunun dışında beşinci bir boyuttur. Eksi bir uzay-zaman boyutunda nur (enerji) olarak mevcuttur. Bu eksi parçacıklara “Takyon” adı verilmektedir. Takyon, “hızlı parçacık” demektir.
Enerji maddeye hükmeder, takyonlar ise şuur-bilinç enerjisine hükmeder.
Takyonlar aleminden bilinç, şuur aleminde varlıklar, 100.000 km uzunluğunda ve eksi 100.000 kg ağırlığında olabilmektedir. Bunlara latif varlıklar da denilebilir.
Madde, hareket halinde ışıktan daha hızlı olduğunda, yani, ışık hızını aştığı zaman kendine yeni bir kütle kazanır. Fakat, bu kütle eksi bir kütledir. Burada her şey ışıktan daha hızlı bir osilâsyona, titreşime sahip olduğu için maddi alem tarafından idrak edilemez. Bu alemin diğer ismi “misal alemi”dir. Bu alemde her şey madde aleminin tersine davranır, maddeler yere düşmez yukarı hareketlenir. Bunlar maddi alemin hakimleridir. Şuurun birleşimi yani maddi boyutlara hükmeden takyonik boyut olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda şuur üst mana boyutudur.
Şuurun, bilincin oluşum mekanı kuvvetle muhtemel beyindir.
Beynimiz somut bir varlıktır, ama düşüncelerimiz, duygularımız, rüyalarımız ve benzerleri soyut varlıklardır. Ölçülemezler, elle tutulamazlar, gözle görülemezler. Ama insanları yönetirler. İşte bu düşüncelerimiz ve duygularımız sayesinde bedenimizi terk eder, bilmediğimiz yerlere gideriz. Sayısız fanteziler üretebilir, hatıralarla baş başa kalabiliriz. İşte bu noktada bütün varlıkların şuurlu, bilinçli düşüncelerin, aşk, duygu, sevgi, düşünce, rüya, hayal, zeka, idrak, akıl ve benzerleri maddi bedenimiz “değildir” görüşü daha kuvvetli görünmektedir. Oysa, son elli yılda yapılan incelemelerde kuantların altyapıları incelenmiş ve bir çok “Quant altı varlığına” ulaşılmıştır.
Yüzyılımızın başında ortaya atılan iki teori, fizik ve felsefe dünyamızı çok derinden etkiledi. Bunlar kuantum ve rölâtivite teorileriydi. Rölativite teorisi, kendi başına yolunda yürüyen bir kişinin ürünüyken, kuantum teorisi; Planck, Einstein, Bohr, De Broglis, Schroetmger, Heisenberg, Diroc ve Poul gibi Nobel ödülü kazanmış kişilerin katkılarıyla oluşmuştur.
Otuz yıl kadar süren bir arayışın sonunda da “kuantum mekaniği” denilen yeni bir bilim felsefesi oluştu. İlerde açıklamalarımızda faydalı olur umuduyla bazı terimleri açıklayalım.
Kuantum mekaniği; Atom altı parçacıkların fiziksel yapılarını (konum, momentum gibi…) matematiksel bazı denklemlerle açıklama sistematiğidir.
Dalga boyu: Belli bir anda, bir dalga tepesinden en yakın dalga tepesine olan mesafedir.
Elektromanyetik dalgaların oluşturduğu; gama, x, mor ötesi görünen ışık ve kızıl ötesi ışınlarıyla, mikro dalgalar, radyo, radar ve televizyon dalgalarını farklı özellikler göstermesi, sadece aralarındaki dalga boyu farklılıkları nedeniyledir. Bu farklılıklar ise, elektromanyetik dalgaları taşıyan, adına “foton” dediğimiz parçaların oluşturduğu enerji miktarına bağlıdır. Foton’un enerjisi ne kadar fazla ise dalga boyu (iki dalga tepeciği arasındaki mesafe) o kadar kısadır. Frekansı ise;  (bir saniyede belli bir yerden geçen dalga sayısı) o kadar fazladır.
En son olarak Maurane, “Ayrıştır, ayrıştır, ayır. Bu işin sonu yok” sözüyle atom biliminin derinliğini ve sonsuz denecek kadar sınırsızlığını belirtmektedir.
(Atomla ilgili bu açıklamalarımız için sayın Dr. Hakkı Açıkalın’ın Internet kanalındaki QANTUM FİZİĞİ hakkındaki bilgilerinden yararlanılmıştır).

HÜCRE:
Görsek de görmesek de evrende var olduğunu kabul ettiğimiz bütün varlıkların temel yapısı, atom ve hücre denilen gözle görülmeyen, elle tutulmayan küçük parçacıklardan oluşmaktadır. Atomun bugün için bilinen bazı bilimsel içerikli özelliklerini açıklamaya çalıştık. Atomun ikiz kardeşi, hatta aynı yumurtadan olan ikiz kardeşi kadar birbirine benzeyen, adeta özdeş denecek kadar birbirini tamamlayan, bütünleyen “HÜCRE” yapısından da biraz söz edelim. Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, atom için yazdıklarımızı, yaptığımız açıklamaları hemen hemen aynen hücre yapısı ve işlevleri içinde söyleyebilir, yapabiliriz. Hücreyi ve hücrenin işlevlerini tanımak ve anlamak istiyorsanız, atom için yapılan açıklamaların hücre içinde yapıldığını kabul edebilirsiniz. Aklınızda bir şüphe kalmaması için yine de hücre hakkında bazı açıklamalar yapmaya çalışalım.
Hücrelerin incelenmesi ile canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının yapısına lütfen dikkat edin. Bu, “hücre kimyasının” anlaşılmasının temelidir. Özellikle elektron mikroskobunun bulunmasıyla hücre alanındaki çalışmalar hızla ilerlemiş ve tıp biliminde akıl almaz buluşlar ve gelişmeler olmuştur.
Hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar şunlardır:
Öncelikle hücrenin yapısını sınırlayan plazma denilen dış zar, dış zarın iç kısmında hücre sıvısı denilen sitoplazma ve bu sıvının içinde bulunan hücre çekirdeği nukleus bulunmaktadır. Pek tabii olarak hücre çekirdeğini de sınırlayan çekirdek zarı dediğimiz nukleol bulunmaktadır.
Sitoplazma denilen hücre sıvısının içinde ribosomlar, sentrol, mitokonriomlar, lisozomlar, golki cihazı denilen parçacıklar bulunmaktadır. Burada tıp ve hücre bilgisi verecek değiliz. Biz, bize gerekli parçaları dikkate alarak açıklamalarımızı yapmaya çalışacağız. Fazla teknik ve bilimsel açıklamalara girmeden halk diliyle hücre içi oluşumları açıklamaya çalışalım.
Hücre sıvısının içinde birçok maddelerin oluşumu ile birlikte RNA, DNA ve birtakım genetik yapılar bulunmaktadır.
Atom ile hücre arasındaki benzerliğe lütfen dikkat ediniz.
Atomun çevresinde olduğu gibi hücre yapısını da sınırlayan bir zar bulunmaktadır.
Hücrenin iç yapısında birçok parçacık bulunduğu gibi atomun içinde de elektron, nötron gibi parçacıklar bulunmaktadır. atomun bir çekirdek yapısı olduğu gibi hücrenin de bir çekirdek yapısı bulunmaktadır. Atom çekirdeğinin içinde adına kuantum dediğimiz parçacıklar bulunduğu gibi, hücrenin içindeki çekirdek yapısında da atom çekirdeğinin içinde bulunan kuantum parçalarına benzer RNA, DNA ve genetik yapımızı oluşturan parçacıklar bulunmaktadır.
Atom, çevresine ışın ve elektron parçacıkları yayınlayarak etrafında elektromanyetik dalgalar oluşturmaktadır. Hücre yapımız da aynı vaziyette çevresine biyomanyetik dalgalarla biyoenerji yayınlamaktadır. Yalnız bizim vücudumuzdan yayınlanmakta olan manyetik dalgalar, atom tarafından yayınlanan elektromanyetik dalgalar mıdır? Yoksa hücreler tarafından yayınlanan biyomanyetik dalgalar mıdır? Bu iki dalgayı birbirinden kesin bir  şekilde ayırmak sanıyorum ki bugünkü bilimle mümkün değildir. Çünkü hücre yapımızın içinde atomlar da bulunmaktadır. İç içe olan bu iki varlıktan yayınlanan elektro ve biyomanyetik dalgaların kesin olarak birbirinden ayrımı yapılamaz inancındayım. Zaten bu ayrım da fazla önemli değil, önemli olan elektromanyetik dalga olsun, biyomanyetik dalga olsun, bunların ne olup ne olmadığı ve bunların bizim üzerimizdeki etkinliğidir. Önemli olan söz konusu bu dalgaları  kendi irademizle kontrolümüz altına alıp bizim onları kullanıp kullanamama durumumuzdur.
Biliyorsunuz elektrik; bir maddenin atomların içindeki elektron, pozitron, proton gibi parçacıkların hareketleri ile oluşan bir enerji türüdür. Bir başka deyişle elektrik; atomlar arasında elektron alış verişi olayından oluşan bir oluşumdur.
Bu enerji türü aynen hürce yapımızda da bulunmaktadır. Biliyorsunuz ki tıp biliminde, kalp ve beyin elektronlarımız çekilmektedir. Şüphesiz bu elektriksel akım, bizim hücre yapımızda oluşan ve yayınlanan elektromanyetik dalgalardır. Oysa bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzda yalnızca kalp ve beynimizden değil, bütün organlarımızdan hatta bütün hücrelerimizden yayınlanmaktadır.
Bedenimizden yayınlanan elektromanyetik veya biyomanyetik dalgaları çok kaba ve yüzeysel bir benzetme ile evlerimizde, günlük yaşamımızda kullandığımız elektrik akımıyla da bağlantı kurarak açıklayabiliriz.
Evlerimizde her yere döşenen elektrik tesisatını bir düşünün. Bu elektrik tesisatında devreye sokulan bir aparat olamadığı zaman, bu tesisat yalnızca bir tel döşemesinden ibarettir. Ama devreye bir ütü, fırın, soba gibi benzeri aparatlar soktuğumuzda tellerdeki elektrik ütüde, fırında ısıya, televizyon aparatında görüntüye, radyoda sese, ampulde ışığa dönüşür. Elektriğin aparatlar aracılığıyla dönüşümlerini ve işlevlerini lütfen bir düşünün. Burada olan nedir? Elektrik devresine sokulan değişik aparatlar elektriği kendi işlevlerine dönüştürmektedirler.
İnsan vücudunda da böyle bir elektik donanımı bulunmaktadır. Peki, insan vücudundaki bu elektrik akımını değişik işlevlere, dönüştüren nedir? Normal elektrik akımını değişik işlevlere dönüştüren değişik aparatların yerini, bizim vücudumuzda beynimiz almaktadır. Yani beyin yapımız, daha doğrusu düşüncelerimiz, düşünce yapımız, elektrik devresine sokulan ve elektriği değişik işlevlere dönüştüren aparatların yerini almakta ve düşüncelerimiz bu aparatların işlevlerini görmektedir.
Düşüncelerimiz, özellikle belli amaçlara yöneltilmiş, belli amaçlar üzerinde yoğunlaşmış düşüncelerimizin, inançlarımızın ve amaçlarımızın oluşmasında büyük etkinliği olmaktadır. Özellikle de şunu açıklamakta fayda var.
1- Gelip geçici, yüzeysel düşüncelerimizin etkinliği olmaz. Bu durumu şuna benzetebiliriz. Elimizde televizyon kumanda aleti ve bir kanala basıyoruz, televizyonda o kanalın görüntüsü oluşmadan  kumanda düğmesine basıp kanal değiştiriyoruz ve bunu devamlı yapıyoruz, sonra da doğru dürüst televizyon seyredemediğimizden şikayet ediyoruz.
2- Düşüncelerimiz ve amaçlarımız uğrunda hiçbir çalışma yapmıyoruz, hiçbir çaba sarf etmiyoruz ama, yan gelip yatarak amaçlarımızın olmasını düşünüyor ve istiyoruz. Nerede o yağma Hasan’ın böreği. Böyle bir börek ziyafeti varsa bize de verin. Eğer bu işlemi bir Allah inancı ile yapıyorsanız, çok büyük bir  yanılgı içindesiniz demektir. Allah’ınızı severseniz, söyler misiniz siz Allah’ı nasıl düşünüyor, nasıl hayal ediyorsunuz? Haşa huzurdan, siz Allah’ı bir kahyanız, bir vekilharcınız veya Alaaddin’in sihirli lambasındaki dev mi zannediyorsunuz? Siz yan gelip yatacaksınız, hiçbir çalışma, hiçbir çaba göstermeyeceksiniz ama, Allah sizin düşündüğünüz bütün düşüncelerinizi, dualarınızı derhal yerine getirecek.
Yok öyle bir şey, çalışmadan, hak etmeden nasıl bir üniversite diploması alamazsanız, çalışmadan da bir şey elde edemezsiniz. Siz, amacınız uğrunda elinizden gelen çalışmayı yapacaksınız, Allah’tan bu çalışmalarınızda size yardımcı olmasını, emeklerinizin boşa gitmemesini isteyebilirsiniz. Ama, yan gelip yatarak bir şey isteyemezsiniz. Dini çevrelerde bazı dua satan açıkgözler vardır. İnsanlara bir takım dualar satarlar, o duayı okudunuz mu veya üstünüzde taşıdınız mı işiniz iş, her işiniz tamam, işler tıkırında. Bu duaları okuyup da duadan beklentileri olmadı mı bazı insanlar, bu sefer Allah’tan ve dini inançlardan kuşkuya düşmektedirler. Oysa Kur’anda birçok ayette “Ancak çalışmalarınızın karşılığını alacaksınız” diye bizleri açıkça uyaran birçok ayet bulunmaktadır. Bizler, bizleri uyaran bu ayetleri dikkate almıyoruz. Çalışmadan, bir çaba sarf etmeden yalnız dualarla yattığımız yerden her şeye sahip olmak istiyoruz. Yok böyle bir yağma.

BİYO FREKANSLAR:
Peki, amaçlarımızın ve düşüncelerimizin oluşmasında, düşünce yapımızın, düşüncelerimizin gücü ve etkinliği nedir?
Her düşüncemiz muhakkak olur mu?
Ve bu etkileme veya etkileşim olayı nasıl olmaktadır?
Defalarca, beden yapımızın 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğunu belirtmiştik. Beden yapımızın  kendine özgü ortak bir frekansı olduğu gibi, her organımızın da kendine özgü bir frekansı bulunmaktadır. Bütün frekanslar birbirini tamamlayan bir tarzda uyum içinde yayınlanmaktadır. Bu durumu bir orkestra uyumuna benzetebiliriz. Enstrümanlar değişik ama hepsi birlikte uyumlu bir müzik ortamı oluşturmaktadır. Bu orkestranın da şefi beynimizdir.
Beynimizin, bedenimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalara etkisi nasıl olmaktadır? Veya beynimiz, frekanslarımızla nasıl uyum sağlamaktadır?
Bu durumu basit ve pratik bir örnekleme ile açıklayalım. Beyin yapımızı alıcı ve verici özelliğe sahip bir radyo istasyonuna benzetelim. Bir de elimizde bir radyo bulunsun. Radyomuzdan istediğimiz yayını dinlemek için ne yapıyoruz? Radyomuzun istasyon arama düğmesini çeşitli şekillerde çevirerek istediğimiz istasyonun yayın frekansını arıyoruz. O frekansı bulunca da radyomuz o istasyonun yaptığı yayını alarak bizim dinlememizi sağlamaktadır. İşte bizler, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde beynimizden yayınladığımız elektromanyetik dalgalarımızı, yani frekanslarımızı, düşüncelerimizle radyo frekansları gibi yayınlamaktayız. Bu frekanslarımızı düşüncelerimiz oluşturmaktadır. Biz ne düşünüyorsak bu düşüncelerimize uygun frekanslar yayınlamaktayız. Eğer bedenimiz hakkında, hastalık ve sağlığımızla ilgili yayınladığımız frekanslar, bedenimiz organlarında uygun frekansla buluştuğu an, birbirlerini etkilemekte ve düşündüklerimizin oluşmasını sağlamaktadırlar.
Organlarımızı oluşturan hücrelerin yapısı, o organda yapacağı işleve uygun bir yapıya sahiptir. Organlarımız sağlıklı oldukları zaman yayınladığı frekans ile, hastalıklı olduğu zaman veya hastalanmaya başladığı zaman yayınladığı frekanslar değişiktir. Bir organda hastalık ilerlediği zaman o organın yayındığı frekans, hastalığın özelliği doğrultusunda değişime uğrar. Eğer beynimizde yayınladığımız frekanslar olumlu düşüncelere dayanan frekanslar ise, organımız hasta olsa bile, olumlu düşüncelerimizin yayınladığı frekanslar o organ üzerinde olumlu etki yapar. Yok, düşüncelerimiz olumsuz ise frekanslarımız organı olumsuz etkiler ve organın hastalığını daha da kuvvetlendirir. Öylesine ki, organımız sağlıklı bile olsa, olumsuz düşüncelerimiz o organı olumsuz etkiler ve o organın düşüncelerimiz doğrultusunda hasta olmasını sağlar.
Düşüncelerimiz yalnız bedenimiz ve organlarımız üzerinde değil, sosyal yaşamımız üzerinde de etkili olmaktadır. Doğada var olan bütün varlıkların ve maddelerin kendine özgü frekansları olduğu gibi, bütün olayların ve oluşumların da kendine özgü frekansı bulunmaktadır. Eğer düşüncelerimizle bir olayın oluşumu üzerinde yoğun olarak düşünürsek, o oluşumu, düşüncelerimize uygun bir şekilde olumlu veya olumsuz olarak etkileyerek değiştirebiliriz. Örneğin, bazı insanlar düşünce gücünü kullanarak bazı eşyaların yerlerini değiştirebilmektedir. Yine örneğin, bazı kişiler, gözleri ile maddelerin yerini değiştirdiği gibi onların şekil ve biçimlerini de değiştirebilmektedirler. Bazı insanlar da gözle görülmesi mümkün olmayan kapalı yerlerdeki veya uzaklıktaki şeyleri görebilmekte veya sesleri duyabilmektedir.
Şimdi haklı olarak şöyle bir soru sorabilirsiniz: “yağmur duası” diye bilinen kavram nasıl ortaya çıkmıştır, dua ile yağmur nasıl yağdırılmaktadır?
Bu yağmur duası ile yağmur yağma olayında çok hassas ve dikkatlerden kaçan veya bilinmeyen bir olay, bir oluşum bulunmaktadır. Yukarıda açıkladığımız gibi evrende her olayın kendine özgü bir frekansı vardır. Sesin, rengin, rüzgarın, bulutların, kısacası aklınıza gelen her şeyin bir frekansı vardır.
Birçok dini inançlar içinde Musevi olsun, Hıristiyan veya Müslümanlıkta olsun, toplu dualar ve toplu zikir olayları vardır. Toplu dua olayına örnek olarak yağmur duasını ele alalım.
Musevi, Hıristiyan, Müslüman inancında olanlar ve hatta başka inanç ve dinlerdeki insanlar da yağmur duası yapmakta ve çoğunlukla da yağmur yağmaktadır. Dikkat edin, yağmur duasına çıkıp dua edenler, özellikle değişik dini inançta, hatta inançsız olanlar, aynı duayı okumuyorlar. Dünyamızda değişik dini inançtaki insanların yaptıkları yağmur dualarını ve merasimlerini bir araya toplarsak, yağmur duasının merasimlerinin filmlerini çekip bir araya getirebilirsek, kim bilir ne zıtlıklarla ve hatta bize gülünç gelecek ne görüntülerle karşılaşacağız. Peki ama bu kadar zıt ve gülünç görünümlü uygulamalara karşın yine de yağmur yağmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? İşte buradaki hassas nokta şudur. Dua ve merasim görüntüsü altındaki uygulamada duyguların ve düşüncelerin birleşmesidir. Bu birleşme sonucu insanlardan yayınlanan frekanslar, doğada yağmur yağma esnasında oluşan frekanslarla birleşmesi ve özdeşleşmesidir. Yoksa, yağmur duası diye okunan duanın ne olduğunu, ne mana ifade ettiğini çoğunlukla okuyan kişi bile bilmemektedir. Örneğin, bizde olduğu gibi adam, Arapça olan duayı, “yağmur duası” niyeti ile ezberlemiştir. Ama bir kelimenin manasını bile bilmemektedir. Yağmur duasını okuyan da, dinleyici olarak katılanlar da, ortak istek, düşünce ve arzu içinde olduklarından, kalplerinde aynı duyguyu, beyinlerinde aynı düşünceyi oluşturmaktadırlar. Kısacası, ortak bir amaç ve düşüncede birleşmektedirler. O anda orada bulunan herkes yağmurun yağmasını istemek, arzu etmek, duygu ve düşünceleri içindedirler. Bundan başka bir şey düşünmemektedirler. İşte bu oluşum içinde o duada bulunan bütün beyinlerden yayınlanan frekanslar, yağmur yağdıran frekansla uyum içinde olurlar ve bu frekanslar atmosfer içindeki yağmur frekanslarının, bir başka deyişle yağmur bulutlarındaki frekanslarla birleşip özdeşleşmektedir. Ve yine bir başka deyişle, düşüncelerimizle yayınladığımız yağmur frekanslarımız, evrendeki yağmur frekanslarını bir paratoner, bir mıknatıs gibi üzerine çekmekte, onu etkilemekte ve dolayısı ile yağmur yağmasına neden olmaktadır.
Peki, yağmur duasına çıkılıp yağmur duası yapıldığı halde bazı zamanlar yağmur yağmıyor. Bu neden böyle oluyor? Daha önce belirttiğimiz gibi, yağmur duasının etkili olabilmesi ve yağmurun yağabilmesi için, yağmur duasına çıkan herkesin aynı duygu ve düşünce içinde olmaları, yani aynı frekansı yayınlamaları gerekir. Topluluk içinde, topluluğa katılmış olmakla birlikte bu yağmur duasına inanmayanlar, şüpheyle bakanlar bulunabilir. İşte o topluluk içinde böyle kişilerin yayınladıkları olumsuz, karşıt manyetik dalgalar, diğer kişiler tarafından yayınlanan olumlu frekansları olumsuz yönde etkileyerek, yayınlanan yağmur frekanslarını zayıflatabilir veya etkisiz hale getirebilir.
Düşünce frekanslarımızın etkileme biçimi, şekli ve etkinliğinin sınırı nedir?
Düşünce frekanslarımızı genellikle iki şekilde kullanmaktayız. İçe dönük olarak, dışa dönük olarak. İçe dönük frekanslar bedenimizin iç organları üzerinde etkilidir. Düşüncelerimizin içe dönük durumdaki ilk ve en öncelikli işlevleri, beynimizde oluşan bilgilerin depolanma ve arşivlenme işlemidir. Beynimiz; 100 trilyon bilgiyi depolama ve arşivleme özelliğine, kapasitesine sahip bulunmaktadır. Beynimizin bir bilgiyi öğrenip benimsemesi için üzerinde en az 15 saniye durması, yoğunlaşması gerekir. Önem vermediği ve üzerinde 15 saniye durmadığı açıklamaları ve bilgileri depolayıp arşivlememekte, onları dışlayarak unutmaktadır. Örneğin, caddelerden geçerken birçok dükkan levhasını veya bir çok arabanın plâka numarasını okuyoruz ama beynimiz onları depolayıp arşivlemiyor.
İster içe dönük ister dışa dönük olsun, dua ve düşüncelerimizin etkin olması, örneğin; yağmur duaları gibi benzeri dualarda etkin olan dualar değil inançlarımızdır. İstediğiniz kadar dua edin, eğer içinizde inanç yoksa okuduğunuz o duaların hiçbir etkinliği, hiçbir değeri ve faydası olmaz.
Dışa dönük olarak yayınladığımız frekanslarda, beden yapımız dışındaki olay ve oluşumları etkileyen frekanslardır. Bu frekanslar içinde, yağmur duasını ve maddeler üzerinde yapılan etkileşimleri örnek olarak açıklamıştık.
Örneğin; Hiç tanımadığımız bir insanın yanında, nedenini bilmediğimiz bir huzursuzluk veya tam aksine tanımını yapamadığımız iç rahatlığı ve huzur duyarız. Bunun nedeni, yanında durduğumuz hiç tanımadığımız o insan tarafından o an içinde bulunduğu olumlu veya olumsuz duygularla yayınladığı düşünceleri, yani frekanslarıdır. Olumlu düşüncelerimizle çevremizi olumlu, olumsuz düşüncelerimizle de çevremizi olumsuz şekilde etkilemekteyiz. Bu ve buna benzer durumları yaşamınızda bir çok kez yaşamış olabilirsiniz. Bu durum, içinde bulunduğumuz düşüncelerimizi, bedenimiz dışına frekanslarla yayınladığımıza en güzel ve en yaygın örnektir.

TEVHİD
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin etkili hale dönüşmesi nasıl olur ve bunun için ne yapmalıyız?
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin amacına ulaşması için bunları TEVHİD içinde yapılması gerekir.
Peki, tevhid nedir?
Tevhid, gayet kısa ve öz olarak “birlemek-bir olmak” demektir. Birlemek, Allah’ı birlemektir. Bu da evrende görünen bütün varlıklarda Allah’ın varlığını ve bu varlığın özünde de Allah’ın birliğini yani TEK’liğini görebilmektir. İyi ama bu yeterli değildir. Bu işin yalnızca bir tarafıdır, yani yarısıdır. Bunun tamam olabilmesi için, yani tevhid olayında birliğin, bütünlüğün ve özdeşliğin sağlanabilmesi için insanın da kendi içinde, kendi varlığında Tevhid olabilmesi, tevhidi yakalayabilmesi gerekir.
Peki, insanın tevhid olabilmesi veya tevhidi yakalayabilmesi ne demektir ve bu nasıl elde edilir?
Bu, anlatımda çok kolay fakat uygulamada çok zor, hatta imkansız denecek  kadar çok zor bir durumdur. Bunu da, yani insanın  tevhid olabilme durumunu da kısaca; dil,  kalp ve beyin üçlüsünün bir olabilmesi şeklinde tanımlayabiliriz. İnsanın ister dini amaçlı, ister sosyal amaçlı olsun, amaçlarına ulaşabilmesi için tevhid içinde olabilmesi gerekir. Bir başka deyişle, ancak bu iki tevhidin oluşması sonucu birbirleriyle bağlantı ve iletişim kurması mümkündür. Bu iki tevhidin birleştiği zamanlar ancak dualarımız, ibadetlerimiz veya düşüncelerimiz amacına, hedefine ulaşır. Tasavvufta, tevhid olayında, 1 + 1 = 2 etmez, tasavvufta, 1 + 1 = 1 eder, hattâ sonsuz birlerin toplamı “BİR” eder. Dua ve ibadetlerimizdeki amaç; tasavvuftaki tevhid’i “bir”i yakalayabilmektir. Yani, içimizde ve karşımızdaki BİR’lerle BİR OLABİLMEKTİR.
Kur’andaki ayetleri hatırlayınız. Kur’andaki ayetlerle Allah insanları nasıl uyarmaktadır?
“Siz, açıklasanız da gizleseniz de biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”
                                               Mülk suresi: 67 / 13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”
                                               Nalh suresi: 16 / 9
“Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”
                                               Enbiya suresi 21 / 4
Peki bu nasıl olmaktadır?
Bu, beynimizden yayınlanan frekanslarla olmaktadır. Çünkü, DÜŞÜNCELERİN DİLİ YOKTUR, DÜŞÜNCELERİN FREKANSI VARDIR. Duygu ve düşüncelerimizi dilimizden, yani sözlerimizden önce beynimizden frekanslarla çevremize yayınlamaktayız. Bunun içindir ki “laf aramızda kalsın” sözü kadar yanlış ve beni güldüren bir başka söz yoktur. Çünkü bizler, söylemek istediklerimizi dilimiz ile ifade etmeden çok daha önce, onları düşüdüğümüz an bir radyo yayını gibi çevremize frekans olarak yayınlamaktayız.
Tevhid olayını, dil, kalp ve beyin üçlüsünün bir olması diye tanımlamıştık. Bu ne demektir?
Dua ve ibadetlerimizde olsun veya başka işlemlerimizde olsun, dilimiz ile söylediklerimizi kalbimizde hissedeceğiz, duyacağız ve bunları beynimizle onaylayacağız. Dilimizle bir şeyler söylerken kalbimiz başka duygular, beynimiz bambaşka düşünceler içinde ise, orada ulaşacak sağlıklı bir mesaj, bildiri oluşmaz, oluşamaz. Dolayısı ile yapılan bütün işlemler boşuna gider. Mesajlarımızın oluşması ve yerine ulaşması için dil, kalp ve beyin üçlüsünden bir “TEK” frekans oluşması ve tek frekans yayınlanması gerekir.
Bunun oluşması için dua ve ibadetlerimizde hangi dili kullanacağız?
KENDİ DİLİMİZİ KULLANACAĞIZ.
Çünkü Allah, biz kullarını yaratırken bizim dilimizi de genetik yapımız içine şifrelemiştir. Bunu da Allah Kur’an da açıkça belirtmiştir.
Örneğin, “bir yaprağın düşüşünden bile biz haberdarız” diyen ve bizim kalbimizden ve beynimizden geçirdiklerimizi bilen Allah, bizim dilimizi bilmez olur mu? Bizi yaratan Allah, yarattığı kulunun dilini bilmez olur mu? Ve bu oluşumu da Kur’an da açıkça belirtmiyor mu? “Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhumuz ona bağlıdır”.
                                               Hadid suresi 57/4
Ve yine; “Allah’ın delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın (dillerinizin) ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda düşünenleriniz için alınacak dersler vardır”.
                                               Rum suresi 30/22
Dillerimizin de bize Allah tarafından verilmiş olduğu gerçeği daha başka türlü nasıl söylenilsin, nasıl anlatılsın?
Allah’a yalnızca Arapça dua edileceğini ısrarla söyleyenler, Allah’ı yüceltelim derken Allah’ı küçülttüklerinin farkında değiller mi? Allah’ı Arapçadan başka dil bilmeyen cahil, kültürsüz bir duruma düşürdüklerini düşünemiyor, göremiyorlar mı?
Allah’ınızı severseniz bu şekilde düşünenler Allah’ı nasıl düşünüyor, nasıl tasavvur ediyorlar, açıklayabilirler mi?
Açık kalplilikle, ön fikirlerden, peşin hükümlerden kendimizi kurtararak düşünelim. Kur’an da bu ayetleri açıklayan, sizin içinizde, ruhunuzda olduğunu söyleyen Allah nasıl olur da sizin dilinizi bilmez?
Sizi yaratan, fakat sizin dilinizi bilmeyen Allah’tan, Allah göstermesin, onun kudretinden hatta varlığından bile şüpheye düşmez misiniz? Bu nasıl bir Allah ki, Kur’an'da, benim rengimi, dilimi bana verdiğini, benim kalbimden ve beynimden geçenleri bildiğini söylüyor, ama benim dilimi bilmiyor. Bu nasıl bir iş demez, böyle düşünmez misiniz?
Sonra, konuştuğunuz dili size veren ve sizin dilinizi sizden daha iyi bilen biriyle “Ben kendi dilimde değil, başka dille konuşup sizinle anlaşacağım” demenin gülünçlüğünü, mantıksızlığını ve saçmalığını düşünebiliyor musunuz?
Şöyle bir soru da gelip aklımıza takılabilir. Bırakalım dil tartışmasını, doğuştan ya da sonradan dilsiz olan insanlar var, peki bunlar Allah’a nasıl dua ve ibadet ediyorlar? Bunlar kendilerini yaratan Allah ile iletişim kuramıyorlar mı? Bu ve buna benzer sorulara nasıl cevap vereceğiz? Lütfen, bana bir din gösterin, ibadet ve dualarının yarısı başka dille yarısı başka dille yapılıyor olsun.
Kur’an da ayetlerle, bizim de o ayetlere dayanarak ısrarla belirttiğimiz gibi, Allah kulları ile veya kulları Allah ile, kalp ve beyin hücrelerinden yayınladıkları frekanslarla bağlantı ve iletişim kurmaktadır. Sevindiğimiz, üzüldüğümüz, korktuğumuz ve buna benzer duygular içinde olduğumuzda kalp atışlarımızdaki değişimi gayet iyi biliyorsunuz. Kalp, işte bu değişim içinde iken, bu değişime neden olan duygularımızı yansıtan frekans yayınlamaktadır. Tıp biliminde alınan kalp elektrosundaki grafiksel çizgilerin şifrelerini eğer çözümleyebilirsek, grafik çizgilerinden o anda o insanın veya insanların hangi duygular içinde olduğunu da anlayacağız.
Aynı durum beyin elektronları içinde söz konusudur. Beyin elektrosundaki çizgilerin şifresini çözümlediğimiz an, o anda beynimizden geçirdiğimiz düşüncelerimiz de anlaşılmış ve okunmuş olacaktır. Din ve Allah inancı zayıf olan kişiler Kur’an’daki “Allah bir yaprağın düşmesinden bile haberdardır”, “Allah sizin kalbinizden geçenleri ve sizin düşündüklerinizi bile bilmektedir” mealindeki ayetlerle adeta alay etmektedirler. “Hadi canım sende, kalbimizden geçenler, aklımızdan geçen düşünceler de nasıl bilinecekmiş, buna imkan var mı?” gibi sözler söylemektedirler. İnanınız bunları bilebilmek için Allah olmaya gerek yok, geliştirilen yeni elektromanyetik aparatlarla çok kısa zamanda bu söylediklerimizi bizler de öğreneceğiz ve bileceğiz. Çünkü son geliştirilen elektro manyetik aparatlarla yalan söylediğimiz zaman, beyin hücreleri arasında olan değişimi bilim, çok güzel bir şekilde saptamış bulunmaktadır.
Aslında, gelişmekte olan elektromanyetik dalgalar üzerindeki buluşlar ve buna dayanarak kullanılmaya başlanan yeni elektromanyetik aparatlar sayesinde, insan beden yapısında ve doğanın içinde olup da bu güne dek varlığı bilinmeyen birçok oluşum, saptanmaya ve günlük yaşamımızda bilinir ve kullanılır hale dönüştürülmeye başlanmıştır. Teknolojik bulgulara biraz dikkatle bakarsak bunlar görülebilir.
Örneğin, genetik yapımız üzerinde yapılan son bulgular akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Korku gibi birçok duygularımızın, genetik yapımız içinde şifreler halinde bulunduğu ortaya konmuş durumdadır.
Elektromanyetik bilimin gelişmesi ile doğa biliminin veya insan bedeninde şimdiye kadar bilinmeyen birçok şeyler bulunmaya ve bilinmeye başlandı. Çok değil bundan 50 – 100 yıl önce, bilim dışı, fizik ötesi denilen birçok olay ve oluşumun bu gün, bilim dışı, fizik ötesi oluşumlar olmadıkları bilimsel bulgularla ortaya konmuş ve konmaktadır. Fakat bu arada insan oğlunun en büyük yanlışı ve yanılgısı, bilimsel bulgularla din bağlantısını, özellikle Kur’an’da ki bazı ayetlerle olan bağlantısını görememesi, görüp de kabul etmek istememesidir. Oysa biraz dikkat edilip bağlantı kurulabilse, elektromanyetik dalgalar üzerindeki son bulguların, Kur’andaki buna benzer birçok ayetin bilimsel ispatı olduğu görülecektir.
Elektromanyetik dalgalar üzerinde bilimsel araştırmalar yapan bilim çevrelerine içtenlikle bir öneride  bulunacağım, hatta önerinin üstünde bu alanda çalışmalar yapmaya açıkça davet edeceğim.
Önerim; Doğanın, canlı varlıkların ve özellikle insan yapısı tarafından yayınlanan biyofrekanslar, biyoenerjiler üzerinde bilimsel araştırmalarını yoğunlaştırmalarıdır. Özellikle bu araştırmalarını hücrelerimiz içine kadar indirgesinler. Hücrelerimiz tarafından yayınlanan frekansları yalnızca frekans olarak değil, o frekansların şifrelerini çözümlemek için üzerinde çalışsınlar. Hücrelerin frekans şifreleri çözümlendiği an, insanın önünde yepyeni bilim dalları ortaya çıkacaktır. En başta bugüne dek parapsikoloji bilimi olarak ve fizik ötesi olayların oluşumlarını inceleme dalı olarak  kabul edilen parapsikolojik oluşumların, fizik ötesi  oluşumlar olmadığını, onların da bir nevi fiziksel olay olduğunu, yani biyolojik yapımızdan yayınlanan frekanslar ile düşüncelerimizin uyuşması, örtüşmesi sonucu olan olaylar olduğu görülecektir. Ve şahsen bu bilime de parapsikoloji adı değil, “Biyopsikoloji” adı verilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Hücre yapısının içine girdiğimizde genetik yapımızın; atomun içine girerek Kuantum parçacıklarının şifrelerini çözümlediğimizde, bu güne dek “bilinmeyenler sınıfı” içinde toplanan ve bilim dışı denilen birçok olay ve oluşumun sırrı çözülecektir. Böylece, bilim dışı denilen olayların bilim içi ve bilimsel oldukları görülecektir.
Bu arada bir başka hususa daha değinelim. Evrende var olan bütün varlıkların, hatta varlık olarak bile kabul edilmeyen birçok şeyin kendine özgü bir frekans yapısı olduğunu, dolayısıyla bir frekans yayınladığını defalarca ve ısrarla belirttik. Buna dayanarak bazı çevreler, özellikle dini çevreler, her kelimenin, her sözün, hatta her harfin kendine özgü frekansı olduğunu söylemektedirler.
Burada dikkat edilmesi ve üzerinde bilimsel araştırma yapılması gereken husus; kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin sahip oldukları söylenilen frekans bizzat kendilerine ait olan frekans mıdır, yoksa algılanan ve o kelimelere, sözcüklere, harflere insanların düşünceleri ile oluşturdukları frekanslar mıdır? İşte üzerinde durulması gereken husus budur. Bu frekanslar; kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin bizzat kendilerinin sahip olduğu frekanslar olsaydı, yayınlandıklarında çevrelerinde aynı etkiyi, aynı anlayışı oluşturmaları gerekirdi. Oysa kelimeler, sözcükler ve harfler algılayan kişiler tarafından çoğu kez başka başka anlamlarda algılanmakta ve değerlendirilmektedir. Bizce burada oluşan frekans veya frekanslar, kelimeler, sözcükler ve harfler tarafından bizzat yayınlanan frekanslar değil, onları algılayan insanlar tarafından algılanışına uygun olarak yayınlanan frekanslardır. Bir başka deyişle, o kelimeler ve sözcüklerin frekansları onların yayınladıkları değil, insanlar tarafından algılanmasına göre oluşan frekanslardır.
Bunun içindir ki aynı kelimeleri, sözcükleri kullandıkları halde çok değişik, hatta birbirine zıt olabilecek anlamlar ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda değişen nedir?
Değişen, insanların algılaması ve bu algılamaya göre oluşan düşüncelerdir ve bu düşüncelere göre yayınladığı frekanslardır. Yani söylediğiniz sözlerin, dua ve ibadetlerinizde okuduğunuz duaların anlamlarını bilmiyorsanız, bunların hiçbiri sizin kalbinizde ve beyninizde bir anlam oluşturmayacaktır. Dolayısıyla da bir anlam taşıyan ve yansıtan her hangi bir frekans da oluşmayacaktır. Mesaj içeren bir frekans oluşmayınca da bir bağlantı ve iletişim olayı oluşmaz, oluşamaz. Bu, insanlar arasında da, kul ile Allah arasında da böyledir. Karşılıklı olarak bir bağlantının ve iletişimin kurulabilmesi için, ya aynı dili konuşacaksınız veya aynı frekansları yayınlayacaksınız. Hatta, bazı durumlarda aynı dili konuşsanız bile, yine de anlaşma olmayabilir. Aynı dili konuşan aynı topluluk içindeki insanlar arasındaki kavgaların, savaşların nedeni nedir? Çıkar duygularının ve bu duygulara göre yayınlanan frekansların çatışması değil mi?
Peki, çıkar duygularının temel yapısı nedir? bu çıkar  duygularının kaynağı da, duygu ve düşüncelerimizin karşıt veya zıt olmasından kaynaklanmıyor mu? Bu da, karşıt veya zıt düşüncelerimizin yayınladığı frekanslardan oluşmuyor mu? Yani, bizi anlaşılmaz, zıt ve düşman hale getiren karşıt düşüncelerimizin yayınladığı karşıt frekanslardır. Karşıt düşünceler karşıt frekansları, karşıt frekanslar da karşıt düşüncelerin oluşmasını sağlamakta, en azından karşıt düşünceleri kuvvetlendirmektedir. Bu, içinden çıkılmaz gibi görünen bir döngü gibidir.

BİYOFREKANSLARIN KAYNAĞI:
Frekans, frekans diye bir şey tutturmuşuz, peki bu frekans denilen olay nedir?
Bu frekanslar nereden kaynaklanmaktadır? Bu frekansların yaptırım ve etkinlik gücü nedir? Bu ve buna benzer kafamıza takılan daha birçok sorular sorabiliriz. Örneğin bu frekansların din ve Allah inancıyla bir bağlantısı var mı? Bağlantı varsa bu nasıl bir bağlantıdır? benzeri sorular…
Defalarca belirttiğimiz gibi, evrende var olan bütün varlıklar kendi yapılarına özgü bir frekans yayınlarlar. Bu frekans yayınlama olayı o maddenin atom ve hücre yapısına kadar inebilmektedir. Yani varlıklar, atom ve hücresel yapısına indirgenene dek kendilerine özgü bir frekans yayınlarlar. Bu frekans yayınlama olayını atom ve hücre iç yapısına kadar indirgeyeceğiz. Çünkü, frekans dediğimiz olay, atom ve hücrenin iç yapısından kaynaklanan bir olaydır. Atom ve hücrenin iç yapısını bilmeden, anlamadan, atom ve hücrenin yayınladığı frekansı yeterince bilimsel olarak anlayamayız ve değerlendiremeyiz. Atom ve hücrenin iç yapılarını daha önce özet olarak belirtmeye çalıştık.
Yaşamımızda ve evrende oluşan bazı olayların değerlendirmesini yaparken, bu değerlendirmeleri dış görüntülere bakarak ve çok yüzeysel yapmamız en büyük yanılgımız ve en büyük yanlışımız olmaktadır. Olayların oluşumunu yalnızca sonuçları ile ele alarak değerlendiriyoruz. Olayları oluşturan öz yapıya inmediğimiz veya inemediğimiz için de sorunlarımıza köklü çözümler üretemiyoruz ve devamlı olarak aynı olaylar ve oluşumlarla yaşamımızı sürdürüp gidiyoruz. Örneğin: sosyal sorunlarımızın oluşumunda insanın psikolojik yapısına ve genetik yapısına inmiyoruz ve dolayısıyla sosyal sorunlarımıza sağlıklı çözümler üretemiyoruz. Dolayısı ile de sosyal sorunlar bitip tükenmeden devam edip gidiyor. Örneğin; sosyal yaşamımızda ve doğa olaylarının oluşumunda etkin  rol oynayan atom ve hücre yapısını, özellikle iç yapılarının etkinliğini göremiyoruz, bilemiyoruz, dolayısıyla da sosyal ve doğa sorunlarımıza sağlıklı çözümler üretemiyoruz.
Oysa yaşamımızda, hırsızlık cinayet gibi benzeri olaylarla birlikte korkularımızın, endişe, kıskançlık, intikam, sevgi ve nefret gibi daha birçok duygularımızın da genetik yapımızdan kaynaklandığını göreceğiz.
Bu, GEN veya genetik yapı dediğimiz olay başlı başına evrensel bir alem. Genetik yapının içine inildikçe derinleşen sonsuzluk ve sınırsızlık özelliğine sahip bir dünya ile, bir varlıkla karşılaşıyoruz. Bu genetik varlığın içinde taşıdığı ve sahip olduğu gücü, etkinliğini anlatabilmek de anlayabilmek de bu günkü bilim düzeyi ile imkansız bir durumdur.
Biz yine de, anlattıklarımızın ve anlatacaklarımızın daha iyi anlaşılabilmesi için Remzi Kitabevi’nin J.A.C. Brown tarafından yazılıp Dr. Reyhan Erez tarafından dilimize çevrilmiş bulunan Tıp ansiklopedisinden Hücre, DNA, RNA ve GEN’ler üzerindeki bilgiyi burada özel olarak nakledelim:
HÜCRE: Biyolojik vücut yapılarının en küçük birimidir. Hücrenin incelenmesi canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının anlaşılmasının temelidir. Elektron mikroskobunun bulunmasıyla bu alandaki çalışmalar da hızla ilerlemiştir. İnsan hücreleri çeşitli boyut ve şekillerdedir. Bir kan hücresinin çapı 0,007 mm.’dir. Bir hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar şunlardır. Hücreyi sınırlandıran dış zar sitoplazma ve nukleus (çekirdek) çekirdekte çevre zarı, nukleoplasm, nukleol ve seks kromatinleri bulunur.
Sitoplazma; kalıp teşkil eden endoplazmik retikulum, mitokondriumlar, lizozomlar, gorki cihazı, ribozomlar ve sentriollerden ibarettir.
Hücre zarı; protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden yapılmış olup, canlıda devamlı hareket halindedir. Hücreye girip çıkan kimyasal maddeleri kontrol eder, dış yüzünde kendini belirleyen antijenler vardır.
Hücre içindeki, nukleus’un dışında kalan tüm materyale sitoplazma (hücre sıvısı) denir ve bunun elektron mikroskobunda, birçok belirli tübüler, dairesel ve benzeri yapıdan ibaret olduğu görülür ki, bu yapıya endoplazmik retikulum adı verilir. Bu esas yapının bazı kısımları da belirlenmiştir. Görevin ne olduğu bilinmeyen gorgi cihazı, protein senteziyle ilgili olan RNA’yı ihtiva eden ribozomlar, metabolizmanın gerçekleştirdiği mitokondriyumlar, görevi pek bilinmeyen lisozomlar ve hücre bölünmesiyle ilgili olan sentrioller, nukleus zarının içinde nukleplazma bulunur ki onda da bir RNA yoğunlaşması olan nukleol vardır. Nukleusun geri kalan kısmı hücre bölünmesi ve bundan ötürü hayatın esasını tayin eden DNA adlı maddeden ibarettir.
Her hücre, görevine uygun bir farklılaşma gösterir.
DNA: Deoksiribonükleid asit.
Çift heliks teşkil eden uzun bir moleküldür. Hücrenin protein, enzim yapısı ve kendine benzer yeni bir hücre meydana getirebilmesi için gerekli elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil eder. Çift heliks DNA molekülünün son yıllarda keşfi tıpta büyük bir çığır açmıştır.
RNA: Ribonükleik asit.
DNA (deoksiribonükleik asit) içindeki kalıtsal materyal, bunun aracılığı ile protein yapımına girer, DNA hücre çekirdeğinde bulunur. RNA, burada kalıtsal faktörleri hücre çekirdeği dışında kalıtsal ve amino asitlerin protein yapmak üzere bir araya geldiği ribozomlara nakleder.
Bu mekanizma kalıtımın esasıdır.
GEN: Genetik biliminde, spesifik bir özelliğin (özelliklerin) kuşaktan kuşağa geçişini kontrol eden faktöre verilen addır. Son yıllarda bir organizmanın yapı proteinlerinin durum ve hücrelerin yapısının, deoksiribo nükleik asit adlı, kimyasal madde aracılığıyla dölden döle aktarıldığı öğrenilmiştir. Buna göre genin, bu çok uzun spiral şekilli deoksiribo nükleik asit (DNA) molekülünün kalıtımla ilgili bir bölgesi olduğu kabul edilmektedir.
İnanın, yukarıda hücre içinde bulunduklarını belirttiğimiz ve belirtemediğimiz bir çok şeyin ne olduğu, görevi, işlevi nedir derinlemesine bilinmemektedir. Biz yine de mümkün olduğunca sadeleştirerek basit ve yüzeysel bir şekilde açıklamaya çalışalım.
Biyolojik yapıya sahip canlıların en küçük parçası, en küçük birimi, elektro mikroskopla hücreler incelendiğinde, hücre zarını oluşturan zarın içinde hücre sıvısı denilen sitoplazma, bu sitoplazma içinde yukarıda isimlerini belirtmeye çalıştığımız birçok parçacık bulunmaktadır. Hücre sıvısı içinde hücre çekirdeği ve bu çekirdeğin içinde DNA; DNA’nın içinde RNA ve RNA’nın içinde de GEN denilen parçacıkların işlev ve görevleri birbirinden ayırt edilemeyecek kadar birbirinin içinde ve iç içe bulunmaktadır. Fakat bunların içinde en yaygın bilineni genetik dediğimiz yapımızdır.
Şimdi, hücre yapısının bu durumunu atomun yapısı ile karşılaştırırsak, hayret edilecek derecede birbirinin aynı olduğu görülür. Atomun dışında da atom zarı görevini gören bir tabaka, o tabakanın içinde de nötron ve elektron denilen parçacıklar ve bu parçacıkların etrafında döndükleri bir çekirdek. Hücredeki gibi, atomun çekirdeğinin içine girdiğimizde de hücrenin genetik yapısını andıran kuantum parçacıkları. Atomun içindeki o kuantum parçacıkları da, hücrede olduğu gibi, atomun genetik yapısıdır.
Bunun içindir ki; “MADDELERİN HÜCRESİ ATOMLAR, CANLILARIN ATOMLARI DA HÜCRELERDİR” diyebiliriz.
Peki, bu atom ve hücre denilen varlıkların etkinliği nedir? bu etkinlikten biz insanlar nasıl etkilenmekteyiz ve bu etkinlikleri nasıl kullanıyoruz ve kullanabiliriz?
Öncelikle atomların maden ve madensilerin ilk yapısını, hücrelerin de biyolojik yapıya sahip varlıkların ilk temel yapısını oluşturmaları, etkinliklerin ilk basamağıdır.
Bundan sonra da atom ve hücrelerin etkinlikleri kendi iç yapılarından kaynaklanan bir durumdur. Daha doğrusu atomun etkinliği çevresel etkinlikten, yani çevresinde değişim etkinliğinden daha çok, kendi varlığını, özelliğini korumak üzerindedir.
Osya, hücrelerin içsel yapılarındaki  değişim veya oluşumların etkinliği hücrede ve çevrede değişimlere neden olabilmektedir. Örneğin, hücrenin iç yapısındaki hareketlilikten oluşan ve dışa da yansıyan titreşimler, biyomanyetik dalgalar veya frekanslar ki bunlar değişik isimlerle ifade edilseler de esasında hepsi de aynı şeydir. Biz, hücre varlığında oluşan bu frekanslar içten ve dıştan gelen etkilenmelerle değişebilmekte ve dolayısıyla çevresine de değişik etkinliklerde bulunabilmektedir. Örneğin; korku, endişe, kin, nefret, intikam, sevinç ve sevgi gibi duygu ve düşüncelerimiz, hücresel yapılarımız üzerinde etkin olabilmekte, bu değişik etkiler değişik frekansların oluşmasına ve yayınlanmasına neden olabilmektedir. Bunlardan etkilenen hücreler de bu etkilenişini yayınladığı frekanslarla çevresine aynı şekilde yansıtmaktadır.
Duygu ve düşüncelerimizden etkilenerek yayınlanan frekanslar da, etkilendikleri bu duygu ve düşünceleri etkilendiği oranda çevresine yayınlanmaktadır. Hem öylesine yayınlanmaktadır ki, bu, duygu ve düşüncelerimizin etkinliği de yalnızca hücrelerimizde sınırlı kalmamaktadır.
Bu etkileşim, hücrelerimizin iç yapısındaki DNA, RNA ve hatta genetik yapılarımıza bile etki ederek, genetik yapımızın içindeki gizli şifrelerimizin çözümlenerek dışa çıkmasına, yüzeye vurmasına neden olabilmektedir.
Bilim, hücremizin yapısı içinde sakladığı özelliklerimizin ortaya çıkarılması olayına, genetik yapıdaki şifrelerinin çözümlenmesi olarak açıkladı. ABD başkanı Bill Clinton, bu olayı, “Allah’ın dilini öğrendik” sözcükleriyle açıkladı ve bu sözde, büyük bilimsel bir gerçeklik vardır. Siz bu olayı veya bu bilimsel bulguyu ister bir doğa olayı, ister bir Allah olayı olarak kabul edin. Ne şekilde düşünür ve ne şekilde kabul ederseniz ediniz, hücremizin genetik yapısı içinde akıl almayacak  sırlarımız, gizlenmiş şifre şeklinde bulunmaktadır.
Genetik yapımızın, içinde ki şifrelerimiz gizlenmiş gibi görünen, aslında hiç de gizlenmiş olmayıp, dışarı çıkmaya hazır vaziyette bekler bir durumdadır. Genetik yapımızın içinde, duygularımızla birlikte, resim, müzik, matematik gibi benzeri yeteneklerimiz ve sağlığımızla ilgili durumlarımız binler ve binlerce, hatta milyonlarca özelliklerimiz şifre halinde bulunmaktadır. Genetik yapımızı çok kaba, çok geniş ve çok pratik bir şekilde şöyle bir örnekleme ile açıklayabiliriz. Hücresel yapımızı ve yapının içindeki DNA, RNA ve genetik yapımızı dünya dediğimiz yer küremize veya geniş bir toprak parçasına benzetelim. Bu toprağın altında bilemediğimiz birçok zenginlikler bulunmaktadır. Düşünebildiğiniz bütün madenlerin, petrolün ve benzeri başka cevherlerin varlığını düşünün. Yer altındaki bu cevherler ancak o cevherlerin varlığını algılayabilen aparatlarla bilebiliyoruz. Yer altındaki o cevheri yer yüzüne çıkarmaya uygun aparatların, makinelerin kullanılması gerekiyor. Ancak, uygun aparatlar, makineler kullanarak o cevheri yer yüzüne çıkarabiliriz. İşte hücre yapımız içindeki DNA’larımızı RNA’larımızı ve genetik yapımızda toprak altındaki cevherlere benzetebiliriz.
Toprak altındaki cevherleri yer yüzüne çıkarmakta kullanılan uygun aparat ve makineler ise, hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik yapılarımız içindeki cevherlerimizi de yer yüzüne çıkaracak olan da o cevhere uygun yayınlayacağımız frekanslardır. Bu uygun frekansları da oluşturan düşüncelerimiz ve o yöndeki çalışmalarımızdır.
Düşüncelerimiz, sismik araştırmalarda kullanılan manyetik ve elektromanyetik özelliğe ve etkinliğe sahiptir. Biz ne düşünüyorsak, beynimiz o düşüncelerimize uygun frekans yayınlar. Yayınlanan bu biyomanyetik dalgalarımız, yani frekanslarımız bizim dışımızda yayınlanan eş değerdeki frekansları algılayarak değerlendirir. Bu durumu, parapsikolojideki Radyestezi olayına (uygulamasına) benzetebiliriz.
Aynı durumu tıp biliminde kullanılan ultraviyole ışınlarına da benzetebiliriz. Ultraviyole ışınlarını hasta olduğumuz organımız üzerine  yönelterek o organdaki hastalıkları nasıl tedavi ediyorsak, beyin dalgalarımızı da ultraviyole dalgaları gibi hasta organımız veya hastalığımız üzerine yoğunlaştırarak gönderiyoruz. Ve böylece o organdaki hastalığımızı veya hastalıklarımızı tedavi edebiliyoruz.
Düşüncelerimiz iki tarafı da keskin bir bıçak gibidir. Düşüncelerimizin etkinliği, onu hangi biçimde, hangi yönde kullandığımıza bağlıdır.
Biz, olumlu düşünüyorsak yayınladığımız frekanslar da olumlu, olumsuz düşünüyorsak, frekanslarımız da olumsuz olur. Denemesi bedava. Bunu bizzat kendi üzerinizde deneyebilirsiniz. Örneğin, sağlıklız olduğunuzu bildiğiniz organınızın gayet sıhhatli, sağlıklı, sağlam olduğu düşüncesine yoğunlaşın. Hasta olan o organınızda iyileşme olduğunu hissedecek ve göreceksiniz. Basın yoluyla olsun, çevrenizde görme veya duyma yoluyla olsun, tıp biliminin yetersiz kalıp, “artık düzelmez” dedikleri hastaların hastalıklarını bir çok insanın sadece inanç gücüyle yenerek iyi olduklarını duymuş, görmüş, okumuş olabilirsiniz. Yalnız burada düşünme gücüyle diyorsak şüphesiz bu düzelme yalnızca saf ve yüzeysel bir düşünceyle olacak bir iş değildir. Öncelikle “düşünme” dediğimiz olayın “inanç” kuvvetinde olması ve bu arada beslenme ve yaşam koşullarına da dikkat edilmesi gerektiği inancındayız. Yalnız burada önemle dikkat edilmesi gereken husus, düşüncelerimizin yüzeysel değil, inanç düzeyinde derinlemesine olması gerektiğidir. Ancak, bu şekilde olunca, yani düşüncelerimiz inanç  gücünde olunca etkili olabilir. Lütfen, düşündüklerinizi ve hafızanızı biraz zorlayınız, inanç gücüyle yapılan, elde edilen başarıları bir anımsamaya çalışınız. Bu başarılar sağlık, spor veya çalışma alanları gibi değişik alanlarda olabilir ve olmaktadır.
Peki, düşüncelerimiz ve inançlarımız ne gibi bir etkinliğe, güce ve işleve sahip bulunmaktadır ki, hücrelerimizin iç yapısına kadar işlemekte ve etkin olabilmektedir?
Bilimsel bir araştırmaya göre düşüncelerimiz bir saniyenin dörtte birinden daha kısa bir zamanda, 13 salisede kan hücrelerimiz üzerinde etkili olduğu saptanmıştır.
Korktuğumuzda, heyecanlandığımızda, sevindiğimizde ve buna benzer duygu ve düşünceler içinde olduğumuzda lütfen vücudunuzda oluşan değişimleri bir düşünün.
İşte, bu ve buna benzer duygu ve düşüncelerimiz yalnızca kan hücrelerimizi değil, aynı zamanda bütün hücresel yapımızı da etkilemektedir. Örneğin, duygusal olduğunuz anlarda kalp atışlarınızdaki değişimi dikkate alınız. Düşünce ve inançlarımız,  düşünce ve inanç yapısına göre bir frekans yayınlamaktadır. Bu düşünce ve inanç frekanslarımız bedenimiz içinde kendine uygun frekanslarla birleşerek etkin hale gelebilmektedir. Bu etkinlik hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik yapımıza kadar etkili olabilmektedir.
Konuyu, yani düşüncelerimizi yalnızca tıbbi yönden ele alırsak, düşüncelerimiz olumsuz yönde ise vücudumuz ve hücrelerimiz üzerinde olumsuz etkinliklerde bulunarak hastalığımız veya hastalıklarımızın artmasına neden olmaktadır. Düşüncelerimiz olumlu yönde ise, düşünce frekanslarımız olumlu yönde etkileyerek hastalık veya hastalıklarımızı yenmemizde etkili olmaktadır.
Peki, hücre yapımız içindeki bu DNA’lar, RNA’lar ve genetik yapımız nedir, nereden gelmektedir? Genetik yapımız içinde olduğuna ve dini inançlarda da varlığına inandığımız “KADER” denilen olayla bağlantısı nedir? Bütün bunlar nasıl oluşmuş veya oluşmaktadır?
Hücre  yapımız içinde bu DNA, RNA ve genetik yapımızın bizim geçmiş ve gelecek yaşamımızla bir ilgisi bir bağlantısı var mıdır, varsa bu bağlantı nereden gelmektedir?
Peki, bütün bu oluşumların din ve Allah dediğimiz inançla bir ilgisi bir bağlantısı var mıdır?
Öncelikle ve samimiyetle şunu belirtmeliyim ki, hücre yapımızın içindeki bu DNA’ların RNA’ların ve genetik yapımızın ne olduğu, bu varlıkların, bu oluşumların nereden geldiğini bugün bilim de bilmemektedir. 
Hücre yapımızın içinde var olan DNA, RNA ve genetik yapımız ve onların işlevleri bu işlevlerin etkinlikleri nedir? Bunlar nereden kaynaklanmaktadır, kaynağı nedir, bunları bu günün bilimiyle açıklayamıyoruz. Fakat, bütün bunların varlıklarını biliyoruz. Bunların üzerinde bilimsel araştırmalar yapıyor, şifrelerini çözümlüyoruz ve bu güne dek bilinmeyen birçok şeyi bilinir hale getiriyoruz. Fakat, varlıklarını bildiğimiz ve üzerlerinde bilimsel araştırmalar yaptığımız atomun içindeki kuantum parçacıklarının, hücredeki DNA ve genetik şifrelerinin öz kaynağının nasıl oluştuklarını bilemiyoruz.
Ama, binler hatta milyonlarca bilginin, şifrenin, DNA veya genetik denilen gözle değil elektro mikroskopla bile zor görülen bu parçacıkların içine bu bilgiler nasıl sağdırılmış, nasıl depo edilmiş, akıl sır erecek gibi değil!... İşte bunları bilemiyor, bunları çözemiyoruz.
Peki, DNA’larımızın ve genetik yapımızın içinde şifreler halinde bulunan ve yüzeye çıkarılan, sağlığımızla veya yeteneklerimizle ilgili olsun, bu bulguların dini inançlarda inanılan “kader” denilen inançla ilgisi ve bağlantısı var mıdır? Varsa, bu bağlantı nedir?
Dini inançlarımız içinde “külli irade, cüzi irade” yani, büyük irade küçük irade diye tanımlanan inançla birlikte, “kaderini insanlar kendi yaratır” şeklinde de bir inancımız vardır. şimdi bu sözcüklerin ifade ettiği anlamları hücrelerimizin yapısı üzerinden açıklamaya çalışalım.
Öncelikle, hücre yapımızın içinde bulunan ve bütün özelliklerimizi hatta geleceğimiz ve geçmişimiz üzerinde etkili olan bu DNA, RNA ve genlerin tesadüfen, rast gele olabilmesi mümkün müdür? Bu oluşumu tesadüfen meydana gelen bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edebilir miyiz? Bunları tesadüfen oluşan bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edersek, tesadüfen oluşan bir olayın milyonlarca yıldan beri hiç şaşmadan, hiçbir değişime uğramadan oluşması ve devamlılığı mümkün müdür? Mümkündür  dersek bu mantıklı ve akılcı olur mu? Siz bu soruları düşünürken, biz konuyu dinsel inançlar açısından da açıklamaya çalışalım.
Hücremizin içine bu DNA, RNA ve genetik yapımızın yerleştirilme olayına külli irade yani büyük irade diyelim. İşte biz insanlar tarafından düşünce ve inanç gücümüzle hücre yapımızın içindeki DNA, RNA ve genetik yapı içinde var olan bize özgü özellik ve yeteneklerimizi, düşünce ve inançlarımızla yüzeye çıkararak onları kullanır, uygulanır hale getirmeye de cüzi irade, küçük irade ve halk deyimiyle “kader” demekteyiz. Yani, “kaderini insanlar kendileri yaratırlar” sözüyle ifade edilmek, anlatılmak istenen bizce budur.
Kısacası, DNA, RNA ve genetik yapımızın içinde var olan yetenek, kabiliyet ve özelliklerimizin yaşamımızda uygulanır hale dönüşmesi kendimize bırakılmıştır. Yalnız bizim bunları, yani kendi hücresel yapımız içindeki genetik yapımızda var olan özelliklerimizi, yetenek ve kabiliyetlerimizi yüzeye çıkarıp uygulanır hale dönüştürebilmemiz için, öncelikle bunlar üzerinde düşünmemiz, düşünmemizin de üstünde buna bilinçli bir şekilde inanmamız gerekir.
Bu durumu, şöyle basit anlaşılır bir örnekle açıklayalım:
Yer altında 1500 metre derinliğinde petrol veya değerli bir başka cevherler olduğunu düşünelim. Bu petrolü veya değerli cevherleri çıkarabilmemiz için ne yapmamız gerekir. Toprak altına en azından 1500 metreye inmemiz gerekir. 1500 metreye inmezsek o petrolü ve cevherleri yer yüzüne çıkaramayız ve kullanamayız. İşte genetik yapımız içinde gizli vaziyette bulunan yeteneklerimiz ve özelliklerimiz de yer altındaki petrol veya cevherlere benzer. Kendi kişisel yeteneklerimizin, cevherlerimizin yüzeye çıkıp kullanılabilir hale gelebilmesi için; düşüncelerimizin, inançlarımızın o konuda güçlü ve kuvvetli olması gerekir. Yoksa yalnızca düşünmek, özellikle yapıcı etkinlikte değil de yüzeysel olarak düşünmek, o cevherin bulunduğu yere inemeyeceği için etkin olamayacaktır. Yani, yer altında 1500 metre de bulunan cevher için biz ancak 1200 metreye kadar inebiliyorsak, o cevhere ulaşamayız ve onu yeryüzüne çıkaramayız.
Bu gibi durumlarda birçok insan, “Ben de düşünüyorum ama bir netice elde edemiyorum. Demek ki yalnızca düşünmekle bu işler olmuyor” diyerek, düşünme eylemine inanmamakta ve hatta karşı çıkmaktadır.
Yalnızca düşünmek elbette yeterli değildir. Öncelikle düşünmek denilen eylem yüzeysel değil, inanç derecesinde güçlü bir düşünce olmalıdır. Bununla birlikte düşüncelerinizin ve inançlarınızın oluşması için gerekli çalışmaları da yapmamız gerekir. Yoksa ben düşünüyorum ve inançlıyım deyip bu uğurda hiçbir şey yapmadan yan gelip yatmak, yattığımız yerden düşüncelerimizin oluşmasını istemek yeterli değildir. Örneğin, en basit olarak diyelim ki ben, bir kitap yazmak, bir eser vermek istiyorum. Elime kalemi kağıdı almadan, düşüncelerimiz doğrultusunda yazı yazmadan, sırf düşünüyorum diye eser oluşur mu? Yeteneklerinizin, cevherinizin var olduğunu bilmek, onları yeryüzüne çıkarmakta da yeterli değil. Çünkü, onların işler hale gelmesi için onlar üzerinde çalışmak gerekir. İstediğin kadar cevhere sahip ol, o cevheri işlemezsen o cevher kendiliğinden oluşmaz, bir şeyler ortaya çıkmaz. O cevherleri işleyerek bir şeyler yapmak, ortaya bir şeyler çıkarmak sizin yapacağınız bir şeydir.
Örneğin, bir çiftçi tarlasını sürer ve ne yetiştirecekse onun tohumunu eker. Fakat ektiği tohumun yetişmesi, oluşması için gerekli bakımı ve gerekli işlemleri yapmazsa, o tarladan istediği mahsulü alamaz. İnsanın genetik yapısı ile sahip olduğu yetenek ve özellikler de böyledir. O yetenek ve özelliklerin oluşması için gerekli çalışmaları yapmazsanız, o yetenek ve özellikler ortaya çıkmaz ve dolayısıyla hiçbir işe yaramaz.
Friedrich SCHILLER’in şu sözünü hiçbir zaman unutmayalım ve bilimsel olarak inceleyelim. “Şans diye bir şey yoktur, bize tümüyle rastlantı gibi görünen şeyler, kaderin en derinliklerindeki kaynaktan fışkırır”. Bu kaynak DNA, RNA ve genetik yapımızdır.
Allah inancına bağımlı olarak, “kader” dediğimiz oluşumlar, yine, Allah tarafından yapımızı oluşturan atom ve hücrenin içine yerleştirilmiş durumdadır. Bu yerleşim; atomlarda kuantum parçacıkları, hücrede genetik şifreler şeklindedir. Bize düşen beynimizin yapısını oluşturan bu atom ve hücrelerimiz içine yerleştirilmiş özelliklerimizi yüzeye çıkarak kullanmaktır. İşte o zaman kaderimizi elde etmiş oluruz.
Hücre yapımızın içinde bulunan atomla, hücrenin işlevleri öylesine birbiriyle kaynaşmış ve öylesine özdeş halde bulunmaktadır ki, hangi işlem hangisine aittir ayrımını yapmak imkansız denecek durumdadır. Ancak, atom ve hücreyi birbirinden kesin bir şekilde ayırdıktan sonra işlevlerini ayırt etmek mümkün olabilir. Fakat, yine de atom içindeki kuantum parçacıklarının işlevleri ile, hücre yapımız içindeki genetik yapımızın şifrelerinin işlevleri ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakındır. Hattâ iç içedir.
Fizik dalında bilimsel araştırmalarıyla en büyük bilim ödülü olan “Nobel” kazanmış fizikçiler, atomun iç yapısında meydana gelen oluşumları ve özellikle kuantum parçacıkları hakkındaki bilimsel açıklamalar, birbirlerinin buluşlarını tamamlar durumdadır.
Örneğin; James Maxwel, atomların oluşturduğu elektromanyetizma oluşumlarını, fizik kanunları şeklinde formüle etti. Bu buluşa göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
Örneğin; Philippe Lenard, Atom elektronlarının foto-elektrik olayındaki rolünü, etkinliğini ortaya koydu.
Örneğin; Albert Einstein; fizikçiler arasında ışığın dalga olayı mı, yoksa parçacık olayı mı olduğu üzerindeki ayrım ve tartışmaları ortadan kaldıracak şekilde, bilimsel olarak ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koydu.
Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara Kuant kavramını ilk kez Max Planch kullanmıştır. Albert Einstein’de bu kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer anlamda kullanmıştır. Çünkü Kuant da, Foton da ışık veren ve ışık tanecikleri taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik kuant” kavramı da kullanılmaktadır. Çünkü, fotonlar aynı zamanda elektromanyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak kabul edilmektedir.
Peki bunların, din ve dini inançlarla bağlantısı nedir?
Bir insanın bedensel yapısının 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu bilimsel olarak ortaya konmuştur. Biz, bu rakamı ortalama 80 trilyon olarak kabul edelim.
Hücre yapımızın içinde atomlar bulunmaktadır. Atomlar diyorum çünkü bir hücrenin içinde birden fazla atom bulunabilmekte, fakat bir hücrede kaç atom olduğu kesin bir rakamla bilinememektedir. Daha doğrusu, ben öyle biliyorum.
Bu ne demektir?
Bu, bir insan bedeninde trilyonlarca, algılayan, depo edip arşivleyen gizli kamera var demektir.
Kesin olarak bildiğim, insan vücudunda hücre yapısından çok daha fazla atomun bulunmasıdır. Eğer, vücudumuzda hücre yapımızdan daha fazla atom varsa, bu, vücudumuza hücrelerden daha çok atom yapımızın egemenliği söz konusudur. Atomun egemen olması da, atom yapısındaki kuantum parçacıklarının egemenliği demektir. Kuantum parçacıkları da, yalnızca fiziksel özelliklere sahip olmayıp, aynı zamanda Kur’an da birçok ayette belirtilen Allah’ın bizlere şah damarımızdan daha yakın ve içimizde varlığını yansıtan bir yapıya sahip olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu gereğinde, atom ve hücre denilen gizli kameraların, algılayıp depo ederek arşivledikleri bilgileri ortaya koyabilme özelliğine, işlevine de sahip bulundukları demektir.
Bu, Kur’andaki birçok ayetin bilimsel olarak açıklanması ve bilimsellik kazanması demektir.
Örneğin; “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” diyor.
                                               Fetih suresi 48/23
Lütfen bu ayetin üzerinde bilimsel olarak düşününüz.
Tabiatı oluşturan atom ve hücre yapısı ile ne anlatılmak istendiği ve ayetle olan uyumu ve örtüşmesi üzerinde çok, hem de çok düşününüz.
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onların yanından hiç düşünmeden, yüz çevirerek geçerler”.
                                                                                  Yusuf sureti 10/105
“Biz onlara ayetlerimizi ufuklarda (dış dünyada) ve kendi içlerinde (iç yapılarında) göstereceğiz”.
                                                                                  Fussilet suresi 41/53
“Biz her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan bir düzene, bir plana göre yarattık!”
                                                                                  Kamer suresi 54/49
“Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler. Onlar için ibadet tabii ve aralıksızdır”.
                                                                                  Enbiya suresi 21/20
Burada bütün varlıkların yapısını oluşturan Atom ve hücrenin iç yapısındaki hareketlilik Allah’ı tesbih (ibadet) olarak anlatılmış olmuyor mu?
“Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz o’na bağlıdır. Allah yaptıklarınızı görmektedir”.
                                                                                  Hadid suresi 57/4
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında aleyhlerine ve lehlerinde şahitlik edecektir”.
                                                                                  Fussilet suresi 41/20
Dikkat ediniz, yalnızca ellerimiz, ayaklarımız ve derilerimiz değil atom ve hücreden oluşan bütün organlarımız şahitlik edecektir.
“Göklerde ve yerde olanları bilir, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir”.
                                                                                  Tekabün suresi 64/4
“Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak o gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir”.
                                                                                  Taha suresi 20/7
“Rabbin, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”.
                                                                                  Enbiya suresi 21/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”.
                                                                                  Mülk suresi 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”.
                                                                                  Nahl suresi 16/19
Kur’an bir çok ayetin sonunda insanları; “Siz hiç düşünmez misiniz? Siz hiç akıl etmez misiniz?” mealinde ayetlerle defalarca uyarmaktadır. Yani Kur’an, karşısında düşünen, akıl yürüten insanlar istemektedir. Kur’an, bilen insanla bilmeyen insanı, yani bir başka deyişle bilgili insanla bilgisiz insanı aynı derecede değerlendirmeyeceğini açıkça belirtmektedir.
Örneğin;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”                                          Zümmer suresi 39/9
“Allah, aklını kullanmayanların üstüne belalar yağdırır”. Yunus suresi 10/100
“Allah’a ancak bilgin kulları gereğince saygı gösterir”.   Fatır suresi 35/28
“And olsun, biz Kur’anı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen öğüt alan var mı hiç?”
Bakın Kur’an, insanları uyarmaya nasıl devam ediyor?
“Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.”      Fatır suresi 35/38
“Dilediğinizi yapın o, yaptıklarınızı görmektedir.”                      Fussilet suresi 41/40
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir, Allah yaptıklarınızı görmektedir”.
                                                                                              Hucurat suresi 49/18
Allah’ın Kur’anda belirttiği gözetlenmek her şeyi bilmek olayı, kalbimizden geçenleri, beynimizdeki düşünceleri bilmek olayıdır. Şüphesiz bunların hepsi beden yapımızı oluşturan ve birer gizli kamera gibi çalışma özelliğine sahip bulunan atom ve hücre yapımız sayesinde olmaktadır.
Bakın Kur’an biz insanları nasıl uyarmaktadır.
“Göğü yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”.                                       Sad Suresi 38/27
“Bizim sizi boş yere bir oyun bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız”               Mümin Suresi 21/115
Hele insanlara meydan okurcasına ve onları açıkça bilime ve bilimsel araştırmaya davet eden şu ayeti defalarca dikkatle okuyunuz ve gerekli bilimsel araştırmayı yapınız.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
                                                                                              Muhammed Suresi 47/24
Bedensel yapımızı oluşturan atom ve hücre yapımız, bizim doğumumuzdan ölümümüze dek, kendi yapısına, daha doğrusu bizim yapımıza uygun bizi yansıtan frekans yayınlar. Yayınlanan bu frekanslar, bizim ölümümüzden sonra yok olmamakta, sonsuza dek varlığını korumaktadır.
Bunun içindir ki…
Hazreti İsa; “Taş taş üstünde kalmayacak, ama hiçbir konuşmanız yok olmayacaktır” demiştir.
“Rabbim, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işiten, bilendir”.
                                                                                              Enbiya suresi: 11/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”.
                                                                                              Mülk Suresi: 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”.
                                                                                              Nahl Suresi: 16/19
Kur’an da yer alan bu ve buna benzer ayetleri nasıl algılayabilir ve nasıl açıklayabiliriz?

ATATÜRK’ÜN ÖNGÖRÜŞÜ: 
Bütün bu oluşumlar, atom ve hücre yapımızdan bizim kontrolümüz dışında yayınlanan ve bizim varlığımızı yansıtan frekanslar sayesinde olmaktadır.
Yalnızca bir kumandan ve devlet adamı değil, aynı zamanda büyük bir düşünür ve bilge kişi olan “ATATÜRK” bakın, 1936 yılında Profesör Afet İNAN’a bu konudaki düşüncelerini nasıl açıklıyor? Profesör Afet İnan, Atatürk’ün bu sözlerini “Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler” isimli kitabında yayınlamıştır.
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket… Oldukları çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler. Bu dalgalanmada zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Yarın, bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözleri olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkânına elbette varılacaktır. Tabiatın bu gün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak olan insan zekâsı, beklenen hakikatleri ortaya koyacaktır. Çünkü, tarih belgelerinin ilerdeki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi şahsın söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyeceğiz” demektir.
Atatürk’ün bu düşüncelerini, Kur’an da belirttiğimiz ve belirtemediğimiz bu yöndeki ayetlerle birlikte, özellikle elektromanyetik alandaki teknolojik bulguların nasıl birbirini tamamladığını lütfen dikkatle inceleyiniz. Ayrıca, bizim burada belirtemediğimiz bu ve buna benzer ayetlerle, teknolojik bulgular ve uygulamalar üzerinde bilimsel olarak düşününüz ve bilimsel araştırmalar yapınız. İnanın, bizim düşünüp burada belirtemediğimiz daha birçok derinliklere, gizliliklere ve bilinmeyenlere ulaşacaksınız.
Atatürk’ün bu sözleri ile elektronik ve elektromanyetik sistemle çalışan son teknolojik bulguları ve uygulamaları da dikkate alarak, bunların üzerinde düşününüz.
Örneğin, görüntülü cep telefonları ile bilgisayar üzerinde düşününüz. Küçücük bir cep telefonu veya bir bilgisayarla dünyanın neresinde olunursa olunsun, karşılıklı konuşur gibi birbirinizi görerek konuşabilmektesiniz. Buna bir de televizyon yayınlarını ekleyin.
Bu iletişim olayı nasıl gerçekleşmektedir?
Bu ve buna benzer bütün iletişim olayları uydu aracı ile uydu sistemi ile olmaktadır. Dünyamızdan binlerce kilometre uzağa atılan uydularla dünyamızdaki iletişim sağlanmaktadır. Bu iletişimin sağlanma olayı da birkaç saniye içinde olmaktadır. Atatürk’ün sözleri ile, yalnızca iletişim ve haberleşme alanında kullanılan teknolojiyi değil, belirttiğimiz Kur’an’daki ayetlerle bağlantı kurarak birlikte düşününüz ve değerlendiriniz.
“Göklerde ve yerde inanmak isteyenler için ibret dolu mesajlar vardır”
                                                                       Casiye suresi: 45/3
“Her şey Allah’ın plânı, idaresi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir”
                                                                       Maide suresi: 5/57
“Gayb (bilinmeyen) aleminin, bilgi alanı dışındaki güçlerin ve imkânların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri O’ndan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa O bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru (hücre ve atom) canlı ve ölü ne varsa,  hepsi, her şey doğruları, hak’ı ortaya koyan kâinatın kayıp sicilinde Kanunlar ve İlkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.”
                                                                       Enam suresi: 6/59
Buradaki açıklamaları lütfen bir bütün olarak ele alın ve bütün olarak değerlendirin.
Özet olarak; Atatürk’ün açıklamalarından başlayarak cep telefonları, televizyonlar ve  internet, karşılıklı görüşmeleri sağlayan sistemleri, yukarıdaki ayetlerle birlikte düşünüp değerlendiriniz. Bu değerlendirmeden bir sonuç elde etmek istiyorsanız. Adına doğa dediğimiz, tabiat kanunlarını ve bu kanunların  değişmez, şaşmaz işleyiş sistemini inceleyiniz. Bunu inceleyebilmeniz için de, tabiat varlıklarının temel yapısını oluşturan atom ve hücrenin iç yapısına giriniz. Hücre yapısı içindeki DNA, RNA ve genetik yapının özünü ve işleyişini, atomun iç yapısındaki nötron, elektron, pozitron ve çekirdek, çekirdeğin içinde kuantum parçacıklarını inceleyiniz. Bunların hepsi doğa, tabiat denilen sistemin işleyiş kanunlarını oluşturmaktadır. Bütün bu oluşumları da Kur’an, bakın ne kadar kısa, açık, öz ve veciz bir şekilde açıklamaktadır:
Kur-an: “tabiat kanunları için Allah’ın İlâhi Kanunları” demektir.
                                                                       Fetih suresi: 48/23
Daha ne söylenilsin, daha nasıl açıklansın?
“Anlayan için sivri sinek saz, anlamayan için davul zurna az…”
Daha ne söylenebilir ki!...
Buraya kadar yazdıklarımızın ve yaptığımız açıklamaların dikkate alınarak, sizleri haddim olmayarak, bilimsel düşünmeye, bilimsel araştırmaya ve bilimsel değerlendirmeye davet ediyorum.
Evrende bütün varlıkların temel taşı olan atom ve hücreyi, isterseniz ayrı-ayrı, isterseniz ikisini birlikte birleştirerek, özleştirerek ele alınız. İnsanlar, yani bizler, atomun ve hücrenin iç yapılarından kaynaklanan manyetik ve biyomanyetik dalgalarla, yani oluşturdukları frekanslarla, Allah denilen varlıkla ilişki kurmakta, O’nunla iletişim içinde olmaktayız. Bu işin olasılığı üzerinde düşününüz.
Kısaca; atom, yapısı içindeki kuantum parçacıkları ile yayınladığı frekanslarla hem kendisinin hem de bizlerin Allah ile bağlantımızı, iletişimimizi sağlamaktadır.
Beden yapımızı oluşturan Allah ile kulları arasındaki atom ve hücrelerimizin bizi yansıtan frekanslarımız aracılığıyla Allah ile, Allah da insanlarla bağlantı ve iletişim kurmaktadır. Bağlantı ve iletişim olayını biz böyle görüyor ve böyle açıklamaya çalışıyoruz.
Bundan sonraki değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
Sonuç olarak:
Bazı çevreler atomu cansız, hücreyi canlı varlık olarak kabul etmektedirler. En büyük yanılgımız ve aldanışımız buradadır. Lütfen, şöyle bir varlık düşünün. İçinde akıl almaz bir hız ve hareketlilik ve yine akıl almaz bir enerji bulunsun. İçinde hareketlilik ve enerji bulunan bir varlığı cansız olarak kabul edebilir misiniz? Eğer kabul ederseniz bu akılcı ve bilimsel olur mu? Oysa hücre yapısının canlılık özelliği başka, atom denilen varlığın canlılık özelliği başka görünümdedir.
Bu iki farklılığın özde birleştiğini, bütünleşip özdeşleştiğini neden göremiyor ve kabul edemiyoruz. Ne zaman ki bilim atom ve hücre ikilisinin özde birleştiğini görecek ve bilimsel araştırmalarını bu anlayışla yapmaya başlayacaktır, işte o zaman insanlığın önünde yepyeni bilim kapıları açılacak ve insanlık yepyeni bilimsel sonuçlara ulaşacaktır.
Örneğin; bu günkü bilim düzeyinin yetersizliğinden, fizikötesi, bilimdışı metafizik denilen birçok olay ve oluşumların hiç de sanıldığı gibi fizikötesi, bilimdışı ve metafizik olaylar olmadığı ortaya çıkacaktır. Tam aksine bunların hepsinin bilimsel birer olay ve oluşum oldukları anlaşılacaktır.
İşte o zaman insanlar, din ve Allah varlığına bilimsel yollarla ulaşacak ve bilimsel olarak inanacaktır.
Tıpkı Kur’an’da belirttiği gibi;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”
                                               Zümer suresi: 39/9
“Allah’a ancak, bilgin kulları gereğince saygı gösterir.”
                                               Fatır  suresi: 35/28

DİN’İN BİLİMSEL KAYNAĞI KUANTUM OLABİLİR Mİ?
Bilim ve bilimsel bulgularla dinin nasıl iç içe olduğunu görebilmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz için lütfen “Nano Teknoloji ve Beden Yapımız” yazısını biraz daha dikkatle okuyunuz.
NANO TEKNOLOJİ 
VE BEDEN YAPIMIZ
Nano teknoloji ile bilim alanında akılların alamayacağı gelişmeler elde edilmektedir. Çağımıza verilmiş olan bir çok isimler içinde bence en uygunu “Nano Teknoloji Çağı” denilmesi olacaktır.
Nano teknoloji; teknoloji de inilebilen en küçük boyuttaki bir uygulama, yani teknolojinin en küçük boyuta indirgenmesidir.
Öylesine ki, nano teknoloji mikrobik boyutlara indirgendi. Nano teknolojinin indirgenebildiği ve uygulandığı bu boyutlara ve alanlara bakarak ona “hücre, atom” veya “genetik, kuantum” teknolojisi denilmesi de mümkün müdür?
Şimdi dikkatinize nano teknolojiden iki örnek vermek istiyorum.
Sizden ricam, bu uygulamaları dikkate alarak nano teknolojisinin açabileceği yeni ufukları düşünmeniz ve hayâl etmenizdir.
1.                              Nanoilâç “Nanomedicine” (Cumhuriyet Bilim, 16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Vücudu zerk edilen nano parçacıklarla hastalara daha etkin tedavi geliştirilmektedir. Kan damarlarının çeperlerinden içeri süzülebilecek şekilde oluşturulan ve ilaç taşıyan nano parçacıklar doğrudan savaşmaları için programlandıkları zararlı hücrelere yapışarak taşıdıkları ilâçla bu hücreleri hızla yok edebilecektir. Bu yöntem sadece kansere karşı değil, romatoit artrit (eklem iltihabı)’ten kistik fibrosis’e kadar her türlü hastalığa karşı kullanılabilecektir. Ayrıca, biyoterör saldırılarının belirtilerinin erken aşamalarında tespit edilmesini sağlayacaktır”. (www.technologyreview.com/printer-friendiy-article.aspx?id=16468)
2.                              Veri depolayabilen canlı sistemler: (Cumhuriyet Bilim, 16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Japonya’da Yamagata kentindeki Keio Üniversitesinden Ohashi Yoshiaki, kendi kendini sürekli olarak yenileyebilen “canlı” bir veri depolama sisteminin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu sistem, verileri uzun yıllar saklayabilecek. Bunun için canlı bakterilere verileri kodlayan yapay DNA dizilimleri yüklenecek.
Veriler, bakterilerin kendi DNA’sı ile nesilden nesile geçeceği için koloni canlı kaldığı sürece sonsuza dek hayatta kalacak. Ohashi Yoshiaki, “DNA”ları kullanarak depolanan bilgileri bir milyon yıldan fazla koruyacak” diyor.
Burada belirttiğimiz bu iki bilimsel deneyi, bu ve buna benzer bilimsel bulgularla birlikte değerlendiriniz. Ve ayrıca, bu ve buna benzer bilimsel bulgularla aşağıda yazdığımız Kur’an’daki âyetlerle birleştiriniz ve aralarındaki birliği ve özdeşliği görünüz.
·                                “Biz, her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan bir düzene, bir plâna göre yarattık”. Kamer suresi: 54/49
·                                “Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Çünkü, size hayat veren ruhunuz (ve beden yapınız) O’na bağlıdır. Allah, yaptıklarınızı bilmekte ve görmektedir”. Hadid suresi: 57/4
·                                “Hiçbir canlı yoktur ki, başında bir koruyucu, yaptığı işleri gözetleyip, muhafaza edici olmasın”, Tarık suresi: 86/4
·                                “Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında aleyhlerinde ve lehlerinde şahitlik eder”. Tekabün Suresi: 64/4
·                                “Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir”. Fussulet suresi: 41/20
·                                “Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor” Beled suresi: 90/7
·                                “GÖZETLENMEKTESİNİZ!...” Taha suresi: 20/135
Tekabün suresi: 64/4 ayetinde açıkça belirtildiği gibi, kulaklarımız, gözlerimiz ve derimiz, nasıl şahitlik yapacaktır? Şahitlik yapacak olan yalnız bu organlarımız mı, yoksa beynimiz, kalbimiz ve bütün organlarımız mı? Peki, bütün bu organlarımız nasıl şahitlik edecektir.
Nano teknoloji de bilimsel olarak da görüldüğü gibi gerekli bilgiler hücrelerimize, hattâ genetik yapımıza yüklenebilmektedir. Oysa, bu işlemi organlarımız, hücrelerimiz ve genetik yapımız doğal olarak kendileri yapmaktadırlar. Organlarımız ve genetik yapımız kendilerini etkileyen olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü her şeyi algılamakta ve depo edip arşivlemektedir. Bunu kendi yaşamınızda da deneyimlemiş olabilirsiniz. Örneğin senelerdir görüşmediğimiz kişileri yıllar sonra sadece seslerinden hatırlayabildiğinizi bir düşünün. Demek ki, organlarımızın şahitlik edeceği hem bilimsel olarak nano teknoloji ile, hem de Kur’an’da ki âyetlerle açıkça belirtilmektedir.
Beden yapımızı oluşturan yaklaşık yüz trilyon hücrenin her birinin, bir gizli kamera özelliğinde ve sisteminde çalıştığını unutmayalım. Organlarımızı etkileyen her şeyin organlarımızın hücreleri tarafından algılanmakta, depo edilip arşivlenmektedir. Ve gerekli olduğu zaman da bunları yayınlamaktadır. Böyle bir yapı sistemi içinde yaşadığımız dini olarak da, bilimsel olarak da ortaya konmuş durumdadır. Bu gerçeği görelim ve kabul edelim artık.
Kur’ana inanmayanlar; hiç olmazsa bilime inanın ve bilimin, organlarımızın yarın bize şahitlik yapabileceği olasılığını açıklaması üzerine düşünün. Bunun üstüne, Kur’an’da ki âyetlerin de doğruluğunu düşünerek içinde bulunduğumuz veya bulunabileceğimiz durumu değerlendirin.
Ayrıca, Kur’an’ın bizleri sık sık “Siz hiç düşünmez misiniz” ve “Siz hiç akıl etmez misiniz?” ayetleri ile bizleri uyarması üzerinde durmalıyız.
Kur’an’da “Gözetlenmektesiniz” âyetlerinde belirtilen “gözetleme” işleminin dürbünle veya gözle yapılacak bir gözetleme olduğunu mu sanıyorsunuz? Bu gözetleme işleminin bizim içimizdeki organlarımız tarafından yapılacağını düşünebiliyor musunuz?
İnanınız bu gözeteme işlemi, organlarımızın şahitliği konusu, dinlerde belirtilen öbür dünyaya gerek kalmadan bu dünyamızda iken yapılacaktır ve kısmen de yapılmaktadır.
Peki, yaşamımızda yaptığımız ve organlarımız tarafından algılanıp depo edilerek arşivlenmiş olan kötülüklerimizi, günahlarımızı silmemiz, yok etmemiz mümkün değil mi?
Bilemiyorum, yalnız yaptığımız kötülüklerden günahlardan daha büyük, daha etkili iyilik ve sevaplar işlediğimiz taktirde belki işlediğimiz kötülükleri ve günahlarımızı silme ihtimali olabilir diye düşünüyorum. Özellikle, yaptığımız kötülük ve günahlar kişilere özel ise, o kişilere yapacağımız daha büyük iyilik ve sevaplarla kendimizi affettirebilirsek ve haklarını helâl ettirebilirsek, ancak o zaman organlarımızda depo edilip arşivlenmiş olan kötülük ve günahları silme ve yok etme ihtimali olabilir. Bizim burada yaptığımız yalnızca bir mantık yürütme, bunun doğrusunu ancak Allah bilir.
Kur’an, bütün insanlığa ve özellikle dine ve dini inançlara, Allah’a inanmayanlara bakın nasıl sesleniyor ve nasıl uyarıyor?
“Neden Kur’an ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa, akılları üzerinde kilitler mi var?” Muhammed suresi: 47/4
Sizin uyanmanız ve inanmanız için daha ne söylenilsin?

DİN 
ve 
BİLİM 
ÇEVRELERİNE 
ÇAĞRI
Birbirinizi yok etmek veya en azından etkisiz hale getirmek için aranızdaki açık veya gizli zıtlaşmayı, savaşı bırakın artık. Bu zıtlaşma ve savaşta birbirinize değil, bütün insanlığa kötülük ve zarar verdiğinizi görünüz artık.
Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı dünyevi çıkarlardan uzak, açık kalplilikle ortaya koyarsanız, aranızda, birbirinizi yok etmeyi gerektiren bir zıtlığın olmadığını göreceksiniz.
Bilimin amacı da, bütün dinlerin amacı gibi insanlığa hizmet etmek değil midir?
Öyle ise aranızdaki bu zıtlaşmanın ve düşmanca görüntünün temel nedeni nedir?
Bilim çevresinin amacı; her şeyin bilimselliğe dayanması, bilimin ve akılcılığın insan yaşamına egemen olması ve hükmetmesi değil midir?
Peki bütün din kitaplarının da temel emirlerinden olup, aydın din çevrelerinin amacı da din ve dini inançların akıl ve akılcılığa dayanması değil midir? Çünkü, din kitaplarımız “Siz hiç düşünmez misiniz?” “siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi insanları düşünmeye ve akılcılığa davet eden ayetlerle dolu değil mi?
Din kitabımızda:
“Neden Kuran’ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?” ayeti ile insanları açıkça araştırmaya, akılcılığa yani bilimselliğe davet etmiyor mu?
Ayrıca bütün dini inançlarda “aklı olmayanın dini yoktur” ayeti ile de insanlara “akılcılığı” önermiş, aklı olmayanın dini inancının da akılcı olmayacağını ve Allah tarafından da makbul kabul edilemeyeceğini açıkça belirtmiyor mu?
Bilim çevresi bilimsel bulgularının ve bu bulgulara dayanarak yaptıklarının özüne indiğinde o bilimsel bulgularda Kuran’daki ayetin bilimsel açıklamasını görecektir. Çünkü, “Kuran tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” demektedir.
Bilim ve din çevrelerine çağrıda bulunuyorum:
Gelin, bütün bilimsel bulguları ve bu bulgulara dayalı teknolojiyi tabiat kanunları ile, Kuran’daki ilgili bazı ayetleri birlikte değerlendiriniz. Bu durumda bilim ve dinin birbirinden ayrı, özellikle de birbirine karşıt olmadığını, tam aksine ÖZ’de bir olduğunu göreceksiniz.
Öyle ise, bu savaş neyin savaşı ve ‘bu savaş’ niçin verilmektedir?
Her iki taraf da akılcı bir gözlemle değerlendirmede bulunursa, bazı yanlış anlamalar ve yanılgılar içinde bulunduklarını göreceklerdir.
Bazı bilim çevreleri, ‘din ve Allah inancına’ neden karşıdırlar?
Din ve Allah inancında insanlık için zararlı gördükleri olumsuzlukları lütfen açık kalplilikle ortaya koysunlar.
Din çevreleri de lütfen, bilim çevrelerinin din ve Allah inancına karşı oldukları konular üzerinde akılcı olarak düşünmeli ve bu alanda gerekli bilimsel araştırmaları yapmalıdırlar.
Öyle sanıyorum ki, şu gerçekler ortaya çıkacaktır.
Bilim çevrelerinin din ve Allah inancında ve bazı dini uygulamalarda karşı oldukları bir çok şeye aydın din çevrelerinin de karşı olduğunu görecektir.
Din çevreleri de gerekli bilimsel araştırmalarda bulunurlarsa, din ve dini inançlar içinde bilimle ve akılcılıkla bağdaşmayan ve kabul edilemeyecek bir çok hurafe ve batıl inançların varlığını ve uygulamalarını göreceklerdir.
Din ve dini inançlara karşı olan çevrelerde, dini inançlar ve uygulamalar içine karışmış hurafe ve batıl inançları din olarak düşünüp değerlendirme yanılgısından kendilerini ve insanlığı kurtarmalıdırlar.
Çalışmayı ve bilimsel düşünmeyi ibadet kabul eden dinleri, insanları geri bırakmakla suçlamak yanılgısından kendilerini ve dinleri kurtarmalıdır.
Din, “Din ahlaktır” diye tamamlanırken, dinleri ahlak anlayışını bozmakla suçlamak yanılgısından kendinizi de dinleri de kurtarınız.
Hurafeler ve batıl inançlara karşı savaş açmış olan dinler ne gariptir ki, hurafelik ve batıl inançlılıkla suçlanmaktadır. Bu yanılgıyı görelim artık.
“Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” bu deyiş, dinlerin ortak görüşü ve ortak emridir.
Kısacası; Allah’ın din ve dini kurallarındaki arzu ve inancının hurafe ve batıl inançlardan arındırarak, dinlerin gerçek felsefesini ortaya çıkarma zamanı gelmiştir.
Allah’ın, akıl ve akılcılığa dayandırdığı din ve dini inançlar ile, dini, akıl ve akılcılığın dışında gösterenleri ayırt ediniz ve dini, akılcılığın karşısında gösterenlere karşı olunuz. Ama, Allah’a ve akılcılığa dayanan din ve dini inançlara karşı olmayınız.
Allah’ın, din ve dini inançlarla ortaya koyduğu amacı; “Sana yapılmasını istemediğin kötü şeyleri sen de başkalarına yapma, sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri sen de başlarına yap” veya “Kendiniz için sevdiğiniz şeyleri başkaları için de sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş sayılmazsınız” değil mi?
İnsanlık bunu bilmiyorsa, din ve Allah inancını yok etmeye çalışacağımız yerde, dinlerin bu ortak felsefesini insanlığa öğretmemiz, insanlık için çok daha iyi ve faydalı olmaz mı?
Dine karşı veya dindar olun, bu ortak amaç ve felsefeye karşı olabilir misiniz?
Bunun için bilimin ve dinin amacı el ele vererek insanlığın mutluluğu, huzuru ve buna ulaşılması için çalışmak olmalıdır.
O halde, bilim ve din neden, niçin birbirine karşıt ve düşmanca davranışlar içinde bulunuyorlar?
En doğrusu, bilim ve din el ele verip, insanlığın mutluluğu için birlikte daha bilinçli, daha akılcı ve daha inançlı olarak çalışmalıdırlar.
İnsanlık, ancak, böyle bir din anlayışı ve yaşam biçimi ile kötülüklerden, savaşlardan kurtulup gerçek mutluluğa ve huzura kavuşacaktır.
Aslında, bilimin de dinin de asli görev ve işlevi budur. Uygulama bu olmalıdır.

ORTAK ÇAĞRI
Bazı din ve bilim çevreleri, din ile bilimin birbirlerine karşıt oldukları inancındadırlar. Oysa tam aksine din ve bilim birbirini tamamlayan, birbirini bütünleyen iki olgudur. Bu iki olgunun TEK kaynaklı olduğunu öğrendiği, benimsediği ve uyguladığı an insanlık tarih boyunca elde edemediği birliği, huzuru bulacaktır.
Bu ayrımcılığın temel yapısında, dinler arasında ayrımcılık yaratmış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Din ayrımcılığının oluşmasında, insanlığın dinleri Allah’ın dini olmaktan daha çok, o dinleri duyuran kişilerle bütünleştirip özdeşleştirmesinden kaynaklanmıştır. Dinler, onları duyurmakla görevlendirilen adına peygamber dediğimiz kişilerin değil Allah’ın dinidir. İnsanlık dinleri o dinleri duyuranlarla birleştirip özdeşleştirdiğinden. Allah’ın değil o dinleri duyuran kişileri benimseyip onların peşinden gittiler. Onu da yanlış gittiler. Çünkü bu dinleri duyuran peygamberler insanlara kavgacılığı, ayrımcılığı değil kardeşliği, barışı önermiştir. İnsanlık dünyevi çıkarları uğuna inandıkları peygamberlerin bile buyruklarını anlamadı veya anlamazlıktan geldi.
Oysa Allah’ın Adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin duyurduğu bütün dinlerin ortak adı İslamdır. Oysa insanlar kişilere, yani peygamberlere önem verip onlara bağlandıkları, her dini de duyuran kişi ile birleştirip, özleştirme yanlışı içine girdi. Örneğin, İSLAM dinini yalnızca Hz. Muhammed’in duyurduğu din zannedildi ve öyle kabul edildi. Oysa, Allah tarafından indirilen fakat insanlar tarafından ayrı ayrı gibi görünüp değerlendirilen bütün  dinlerin ortak adı İSLAM dır.
Gelin bu yanlıştan insanlığı kurtaralım.
Bu ve bunun gibi benzeri yanlışlıklardan kurtulmanın yolu da din ile bilimi birleştirmektir. Birçok aydın din adamı bunu defalarca belirtmiştir. Örneğin, bunlardan bizzat tanımak ve ondan feiz almak şerefine ulaştığım aydın bir büyük din adamımız H. Ahmet KAYHAN’ın sık sık söylediği sözdür. Bu büyük kişi sık sık “Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” demiştir.
Bu alanda düşüncelerine saygı duyduğum bir Fransız bilim adamı olan Alexis Carrel’in yazdığı “İnsan ve Dünya” kitabından aldığım düşüncelerini yazmadan geçemeyeceğim.
“Geçmişte olduğu gibi birbirinden ayrı etkide bulundukları takdirde, ne bilim, ne de din hakiki bir kültür (inanç) yaratamazlar. Çünkü, insanlığın yükselmesi, gelişmesi yalnızca maddi hayat şartlarına veya yalnızca fikri ve ahlaki yükselişe tabi değildir. Onun için bilim, dinden fazla bir şey veremez, din de bilimden fazla veremez.
Bilim hem iyiye, hem fenalığa hizmet eder. Bir uçak hem bomba taşıyabilir, hem de bir alaska köyündeki çocukları kurtaracak ilaçları.
Din insanda iyilik hissini uyandırıyor, fakat, bunu gerçekleştirme kuvveti vermez. Dinin vadettiği şeylerin gerçekleşmesi için, bilimin yardımından vazgeçilemez. Ancak bilimdir ki insanda ve toplulukta Allah fikrini müşahhas (somut) hale getirir”.
Dinin ve bilimin insanlığa faydalı olmasını istiyorsak, din ve bilimi birbirinden ayırmadan, birbiri ile kaynaştırmalıyız.
Bazı çevreler ise din ve dini inançlara karşı çıkmaktadırlar. Bu çevreler din ve dini inançlara neden karşıdırlar? Eğer bu çevreler, din görünümü altında dini inançlar içine karışmış hatta onlardan ayırt edilemeyecek hale gelmiş olan hurafeliğe, batıl inançlara, yobazlığa karşı iseler, aydın din adamları da başta olmak üzere hepimiz bunlara karşıyız. Demek ki öncelikle, dine ve dini inançlara karşı olmadan önce neye karşı olduğumuzu bilelim. Bunun için de din içindeki hurafeleri, batıl inançları, yobazlıkları tespit edip onları yok edelim. Böylece gerçek din ve dini inançlarla, din görünümü kazanmış olan hurafeleri, batıl inançları ve yobazları birbirinden ayıralım.
Gelin, hangi dini inançta olursanız olun, din ve bilim çevresi el ele verelim ve dini inançlar içine karışmış olan hurafe, batıl inanç ve yobazlıkları dini inançların dışına çıkaralım ve böylece gerçek din ve inançlar ortaya çıksın. Biz de neye inandığımızı veya inanmadığımızı bilelim, öğrenelim. Karşı olacaksak neye karşı olduğumuzu bilelim.
Değerli bilim adamı Alexis Carrrel
“Allah’a inanmak, inanmamaktan daha akıllıcadır” diyor.
Din ve Allah inancı aynı zamanda insanları disipline eden bir inançtır. Din ve Allah inancı olmayan insanlarda hiçbir disiplin anlayışı yoktur. Bu disiplin inançlarının başında ahlaki değerler disiplini gelir. Din ve Allah inancı olmayan insanları disipline etmek imkansız demeyelim ama imkansız denecek kadar zordur. Din ve Allah inancının sağladığı disiplini, dünyevi kanunlarla kurulmaya çalışılmaktadır. Açık kalplilikle söyleyin dünyevi kanunlarla istenilen disiplin kurulabiliyor mu? Dünyamızdaki bu ahlaksızlık, yolsuzluk, cinsel sapıklıklar ve burada yazamayacağımız daha birçok disiplinsizlikler dünyevi kanunlarla önlenebiliyor mu? Bakın bu hususta Gandhi ne diyor; “Kanunlar, zalim insanlar yanında susar”.
Hangi din inançta olursanız olun, bütün insanlardan ricam, mümkün olduğunca ön fikirlerden, peşin hükümlerden kendimizi kurtaralım. Bu durumda bir din kitabı olan Kuranı yalnızca Hz. Muhammed’e indirilmiş ve yalnızca onun duyurduğu dine ait bir kitap olarak düşünmeyin. Kur'anı Adem peygamberden Muhammed peygambere kadar bütün dinleri kapsayan bir din kitabı olarak düşününüz ve kabul ediniz. Çünkü Kur'an bütün peygamberlerin duyurduğu dini inançları da kapsayan ortak bir din kitabıdır.
Şimdi size Kur'an'dan bütün dinleri ve dolayısı ile bütün insanlığı kapsayan, kucaklayan bir TEK ayeti dikkatinize sunuyorum. Lütfen bunun üzerinde dini inançlarınızın baskısından kendinizi kurtararak, yalnızca evrensel bir insanlık açısından düşünüp değerlendiriniz. Geliniz bu ayetin ifadesi içinde toplanalım, birbirimizle kucaklaşıp, kenetleşelim.
                  “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, anlayışlı ve ılımlı davranmayı, yetimlere ve yakınlarınıza karşı cömert olmayı emredip, utanç ve arsızca olanı, gayrimeşru kanun ve ahlak dışı ilişkileri, zinayı, haram kılınan ve kamu vicdanının uygun görmediği şeyleri, haksızlığı, yalanı, hırsızlığı, saldırıyı, baskıyı, zulmü, öldürmeyi, akıl ve sağduyuya aykırı olanı, azgınlığı, taşkınlığı yasaklar.
Size düşünüp ibret almanıza faydalı olur diye öğüt veriyor ve sorumluluklarınızı hatırlatıp uyarıyor.
NAHL Sur: 16/90
*** 
Behzat ŞAŞAL'ın 
2005 – 2007 yılları arasındaki 
yazılarından derlenmiştir.
***                                                                                                    
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1-                             Kuran mesajı – Meal, Tefsir – Muhammed ESED
2-                             Kuranın Anlaşılmasına Doğru – Ahmet TEKİN
3-                             Kuran – hükümler Dizisi – Feridun HARİN
4-                             Quantum Fiziği – Dr. hakkı AÇIKALIN
5-                             Tıp Ansiklopedisi – J.A.C. BROWN
6-                             Sağlık Ansiklopedisi – Arkın Kitabevi
7-                             Sağlığımız – Herkesin Ansiklopedisi – Gelişim Yayınları
8-                             Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler – Prof. Dr. Ahmet İNAN
9-                             Halk Ansiklopedisi
10-                         Ruhsal Şifacı Olmak – Amy WALLACE – Bill HENKIM
11-                         Gözetlenmektesiniz – Behzat ŞAŞAL
12-                         Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk – Niyazi Ahmet BANOĞLU
13-                         Örneklerle Türkçe Sözlük – Milli Eğitim Bakanlığı
14-                         Hayvanlar Ansiklopedisi – Hayat Yayınları
15-                         Bitkilerin Gizli Yaşamı – Peter Tompkins – Chilsıtopher Bird
16-                         Doğada Tasarım – Harun YAHYA
17-                         Onlardan Neler Öğreniyoruz? Dr. Michel Klein
18-                         Bütün Dünya Dergisi – Mayıs 2004 – sayı 192297
19-                         İnsan ve Dünya – Alexıs Carnel
20-                         Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri – Louise L. Hay
21-                         İnsan Mühendisliği – Nüvit OSMAY
22-                         Bir Ceza Avukatının Anıları – Prof. Dr. Faruk EREM
23-                         İnsan ve Alem – Ahmet KAYHAN
24-                         Cumhuriyet Bilim ve Teknik – 16 Mart 2007 – Sayı 1043                         

Hiç yorum yok: